Nisbi ve itibari emirler ne demektir?

Tarih: 29.05.2009 - 00:00 | Güncelleme:

Soru Detayı

- İnancımıza göre, cüz-i iradenin harici bir varlığı olmadığı, yani nisbi ve itibari olduğu söyleniyor. Buna göre cüz-i irade mahluk değil midir?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Nisbî ve itibarî emirler konusunda kısa bilgi vermek uygun olacaktır:

Nisbî: Kıyaslama ile olan, diğerine, öncekine göre ve nispete, ölçüye göre gibi anlamlara gelir. Hakaik-i nisbiye ise: Başkalarına nispet yoluyla ortaya çıkan hakikatler, gerçekler, demektir.

Emr-i nisbî: Müstakil bir varlığı olmayıp kıyaslama yoluyla ortaya çıkan emir, iş, hadise anlamına alır. Emr-i itibarî ise: Müstakil bir varlığı olmayıp itibar eden kimsenin aklında teşekkül eden emir, iş, hadisedir.

Nisbî, hakikatte varlığı olmayıp bir başkasına nispet edilen mânâsına geliyor. Büyük-küçük, sağ-sol, ön-arka, üst-alt birer nisbî emirdir. Bunların hiçbiri mahlûk değil.

Kaya çakıldan büyüktür ve her ikisi de mahlûktur, ama “büyük” diye bir mahlûk yoktur. Nitekim, o büyük dediğimiz kaya, dağa nispet edildiğinde küçük olur.

Sağ kol dediğimizde kendimize nispeten konuşuruz. Aynı kol karşımızdaki insan için sol tarafa düşmüştür.

Apartmanın ikinci katı birincinin üstünde, ama üçüncünün altındadır.

Aynı hakikatin farklı mertebede tecellileri var. Bunlar da birbirine nispeten daha kâmil veya daha nakıs olurlar. Nur Külliyatında, “hakaik-i nisbiye ile tanelerin sümbül” olduğu ifade edilir.

Güzellik bir hakikattir, çirkinliğin müdahalesi ile güzellikte mertebeler meydana gelir. Hayır da bir hakikat. Bundaki mertebeler de şerrin müdahalesi ile ortaya çıkar.

Takva, salih amel, cömertlik, tevazu gibi hakikatlerin her birinin nice mertebeleri var. Bu dünya imtihanında şeytanın yaratılması ve nefsin kötülüğü emretmesi ve bunlara karşılık, Kur’an’ın hakikat dersi vermesi, kalp ve vicdanın da ona meyilli olması insanlar arasında mertebelerin doğmasına sebep kılınmış.

Bu bir İlâhî takdirdir, bu takdirin hikmeti ise cennette insanlar adedince ayrı âlemlerin yaratılması ve her birinde farklı tecellilerin sergilenmesi. Bunun aksi de cehennem için söz konusu.

Yeşilin tonlarını düşünelim. Bunları hayalen ortadan kaldırdığınızda monoton bir tek renkle karşılaşır, böyle olunca da her tonun ayrı güzelliğinden mahrum kalırsınız.

İnsan nevine bakalım. Her insanın siması diğerinden farklı. Parmak izine varıncaya kadar her bir organı berikinden ayrılık arz ediyor. Ruh dünyamıza hayalen şöyle bir nazar etsek her insanın anlayış, zekâ, hafıza, merhamet, cesaret, cömertlik itibarîyle diğerlerinden farklılık gösterdiğine şahit oluruz. Hiçbir ruh diğerinin aynı değil. Buna bir de insanların bu dünya imtihanında karşılaştıkları farklı hadiseler, içine düştükleri değişik sıkıntılar yahut nail oldukları ayrı nimetler, ihsanlar, makamlar, servetler eklendiğinde her bir insan ayrı bir nevi olarak karşımıza çıkar. Artık insanlar arasındaki farklılık bülbülle karga, yılanla bal arısı arasındaki fark gibi olur.

Dünya tarlası mahsulâtını mahşer meydanına döktüğünde kulların amel defterleri, parmak izlerindeki değişiklikten çok daha net biçimde farklılık gösterecek. O gün, insanlar arasındaki nisbî farklılıktan ayrı nimetler yahut farklı azaplar doğacak. Ve her insanın ayrı bir nevi gibi olduğu ortaya çıkacak ve dünyadaki “nisbî emirler, orada hakaik” olacaktır.

Her amel ayrı bir renk, her fazla amel değişik bir ton ve ihlas dereceleri berraklık ve parlaklıktaki farklı seviyeler gibi.

Bütün bunlar cennet insanlarını birbirinden çok farklı kılacaklar. Ve insanlar adedince cennetlerin yaratılmasını netice verecekler.

Sokakta gezinen arkadaşımıza evimizin balkonundan sesleniriz, “Yukarı gel!..” diye. Balkonumuz zeminden daha yüksekte olduğu için böyle deriz. Aslında yukarı diye bir yer yok. Ama biz konuşmamızı buna bina ederiz. Aynı çağrıyı üst komşumuza yapsaydık “Aşağı gel!..” diyecektik.

O halde kendimize şu soruyu soralım: Biz yukarıda mı bulunuyoruz, yoksa aşağıda mı?

Günlük konuşmalarımızı böyle nice kelimelere bina ederiz; alt, üst, sağ, sol, büyük, küçük, aşağı, yukarı gibi.

Bunların gerçekte kendilerine has bir varlıkları söz konusu değil. Biz öyle itibar etmiş, öyle kabul etmişizdir. Bunlara emr-i itibarî deniliyor.

Emr-i itibarî, “itibar edilen, öylece kabul edilen, hariçte varlığı olmamakla birlikte o şekilde kabul gören işler, hadiseler” manasına geliyor. Buna bazen emr-i nisbî de diyoruz. Zaten aralarındaki fark da bir niyet meselesi.

“Büyük bina.” dediğimizde aslında o yapıyı küçüklere nispet ederek bu hükme varmışızdır. Aynı binayı gökdelenle yan yana getirdiğimizde küçük kalır.

Kollarımızı düşünelim. Bunlardan birisine sağ, diğerine ise sol denilmiş, yani öylece kabul edilmiş, öyle itibar edilmiştir. Ve yine bu kollar birbirlerine nispet edilerek o isimleri almışlardır. Sağ kol da mahlûktur, sol kol da ama ne “sağ” diye bir mahlûk vardır, ne de “sol”.

İnsanın gözü kulağından küçüktür, deriz. Göz de mahlûktur, kulak da; ama “küçük” diye bir mahlûk mevcut değil, yani küçüklüğün müstakil bir varlığı yok. Demek ki küçüklük de büyüklük de itibarîdir, nisbîdir, her ikisi de mahlûk değildirler.

Kader Risalesinden bir cümle:

“Cüz'-i ihtiyarînin üss-ül esası olan meyelan, Matüridî’ce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş'arî, ona mevcud nazarıyla baktığı için abde vermemiş. Fakat o meyelandaki tasarruf, Eş'ariye’ce bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelan, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur.” (Sözler, Kader Risalesi)

Bu metinde de “meyelan” için hem emr-i itibarî, hem de emr-i nisbî denildiğini görüyoruz.

İnsanın ruhu mahlûk olduğu gibi, onun bir sıfatı olan irade de mahlûk. İnsanın bir şeyi irade etmesinde birinci basamak olan “meyil”, Matüridî mezhebine göre emr-i itibarîdir, mahlûk değildir. Hariçte tahakkuk etmiş bir varlığı yoktur. Eş’arî mezhebinde ise meyil de mahlûktur, ancak onun bir işten diğerine yönlendirilmesindeki tasarruf emr-i itibarîdir.

Her iki mezhep imamının hassasiyeti de tevhit inancından kaynaklanır. Bütün varlıkların yegâne yaratıcısı olan Allah’tan başka kimsede hakikî mânâsıyla, ne bir varlık, ne de bir tesir düşünülebilir.

İnsan bir işi irade eder, Cenâb-ı Hakk da yaratır. İrade sıfatı da onun mahlûkudur, yapılan iş de. O halde “İnsanın işlediği yanlış işlerdeki sorumluluğu nereden ileri geliyor?” sorusuna iki imam aynı neticede birleşen farklı cevaplar verirler. Birine göre sorumluluk o yanlış işe meyletmeden gelmektedir, meyil ise mahlûk değildir. Diğerine göre ise meyil de mahlûktur, kulun sorumluluğu o meyli yanlış tasarruf etmekten doğar. Bu tasarruf ise emr-i itibarîdir.

Yer de mahlûktur, çektiği cisimler de. Ama, yer çekimi diye ayrı bir varlık yoktur. Kıyamet koptuğunda yer çekimi diye bir şey kalmayacaktır ortada.

Aynı şekilde, güneş de mahlûktur, gezegenleri de. Ama cazibe kanunu itibarî bir emir, hariçte vücudu yok. Güneş ve gezegenleri yok olsalar, cazibe diye bir varlık da kalmaz.

Not: Konuyla ilgili şu değerlendirmeleri de okumanızı tavsiye ederiz:

Malumdur ki bütün fiiller, Cenab-ı Hakk’ın yaratması ile meydana gelir. Bizi konuşturan, yürüten, güldüren ve diğer bütün fiillerimizi yaratan Allah’ın kudretidir. Bununla birlikte, insan da ihtiyarî fiillerinden sorumludur. İnsanın fiillerinden sorumlu olabilmesi için ise, insana ait de bir şeylerin bulunması gerekmektedir. Eğer fiillerimiz, bizim müdahalemiz olmadan yaratılıyorsa, onlardan sorumlu olmamız mümkün değildir. Eğer o fiilleri biz yaratıyorsak, o zaman da her şeyi Allah’ın yarattığı hakikatini nasıl izah edeceğiz. İşte son derece ince olan bu meselenin anlaşılması cüz-i iradenin keşfiyle mümkündür. Cüz’i iradenin mahiyeti keşfedildiğinde anlaşılacaktır ki, fiillerimizi ne biz yaratıyoruz, ne de Allah onları bize zorla yaptırıyor.

Emr-i itibari için şöyle bir tarif yapılabilir: Vücud-u nefsü-l emriyesi bulunan hakaik-i nefsü-l emriyedendir. Biraz daha açarsak: Alt, üst, sağ, sol, büyük, küçük, uzak, yakın, az, çok, hep bu gruba girer. Bunların hariçte vücutları bulunmamakla birlikte, yoklukları da iddia edilemez. Mesela bizim sağ ve sol ayaklarımızı yaratan Allah’tır. Ayaklar mahlûk (Allah’ın yaratığı) olmakla beraber, sağ ve sol kavramları mahluk olmayıp emr-i itibaridir. Vücudu olmamakla birlikte, yokluğu da söylenemez.

Aynı şekilde oğlumuzu yaratan Allah’tır. Biz de, oğlumuz da Allah’ın bir mahlûku olmakla beraber, babalık ve oğulluk kavramları birer emr-i itibaridir, mahlûk değildir. Çünkü bu kavramların harici bir vücudu yoktur.

Ayrıca gelmek, yüzmek, konuşmak gibi bütün mastarlar emr-i itibaridir. Çünkü bunların da harici vücutları yoktur. Mahlûk olan, hâsıl-ı bil masdardır. Mesela, “Yazı yazmak” masdardır ve emr-i itibaridir. Hariçte vücudu yoktur. Yazılan “Yazı” ise, hâsıl-ı bil mastardır ve mahlûktur. Yazının harici bir vücudu vardır ve bu yazı, Allah’ın yaratmasıyla vücud bulmuştur. “Yazmak” ise, Allah’ın mahlûku değildir. Çünkü “yazmak” bir varlık değildir ki mahlûk olabilsin. “Yazmak” vücudu olmayan bir bir emr-i itibaridir.

İşte arzu, talep, kesb ve meyelan denilen cüz-i irade, İmam Maturidi’ye göre bir emr-i itibaridir. Hariçte vücudu yoktur. Allah’ın mahlûku değildir ve Allah onu yaratmamıştır. Zira, eğer cüz’i iradeyi de Allah’ın yarattığı kabul edilirse, o zaman insanın fiillerindeki sorumluluğu nasıl olacaktır?

Mesela, cüz’i irademiz ile içki içtiğimizi düşünelim. Biz içmek istedik, irademizi o yönde kullandık, Allah-u Teâlâ da küllî iradesiyle bizim içki içmemize müsaade edip, kudretiyle bu fiili yarattı. İçme fiilimizi Allah yarattığı gibi, eğer bizdeki içki içme meylini de Allah yaratmış olursa, o zaman biz ne ile sorumlu olacağız? İşte bu sebepten dolayı, İmam Maturidi hazretleri, cüz’i iradeye “emr-i itibari” diyerek, onu kula vermiştir. Onun (cüz’i iradenin) sahibi kuldur.

Kelam âlimleri, insanın bir işe başlamasından önce kendisinde mevcud olan iradesine “Külli irade”, bu iradenin herhangi bir zamanda, belli bir fiile taalluk etmesine, yani yönelmesine de “Cüz’i irade” demişlerdir. Buradaki “Külli irade”yi, Allah’ın bir sıfatı olan irade-i külliye ile karıştırmamak gerekir. Cüz’i tabirindeki “cüz’i” kelimesi de muayyen ve belirli manasına gelmektedir. Yoksa “az” manasında değildir. Yani bir insanın, kendi iradesini, okumak, yazmak, yürümek gibi fiillerden her birinde kullanabilme durumunda olmasına “Külli irade” denilmektedir. Bu işlerden birini yapmaya karar verdiğinde, artık iradesi cüz’ileşmiş, belli bir işe yönelmiştir. Maturidi itikadında, insanın küllî iradesi mahlûktur. Allah tarafından yaratılmıştır ve bir vücudu haricisi vardır. Fakat cüz’i irade, mahlûk olmayıp, bir emr-i itibaridir. Eğer onun da Allah tarafından yaratıldığı iddia edilirse, ortada imtihana sebep olacak ve insanı sorumlu kılacak bir şey kalmaz. Ve insanın bütün fiilleri ızdırarî (zorla yapılmış) olur. Daha önce beyan ettiğimiz gibi, her mahluku yaratan Allah’tır; ama cüz’i irade mahluk değildir, emr-i itibaridir. Bu sebeple kula verilebilir. Bununla kul, yaptığından mesul olur.

İmam Eşari ise, cüz’i iradeye mevcud nazarıyla bakmıştır. Ona göre, nasıl ki insandaki küllî irade Allah tarafından yaratılmıştır, aynen onun gibi cüz’i irade de Allah tarafından yaratılmıştır. Emr-i itibari değildir. Bu görüşün sahipleri, insanın kudretine tesir vermek yerine, bu kudretin yalnız tesire kabiliyeti olduğunu kabul ederler. İnsanın sadece “Kudretim yetse de bu işi yapsam” gibi bir arzu beslediğini ve bu arzu üzerine Allah’ın o işi insanın kudretinin hiç bir tesiri olmaksızın yarattığını kabul ederler. Bu alimlere göre insanı mesul kılan şey, bu arzudur, iştiyaktır, meyildir.

Halbuki Maturidiler, insanın kudretinin ihtiyarî fiillerde tesiri olduğunu ve bir ihtiyarî fiilin ancak bu iki kudretin, yani Allah’ın ve insanın kudretinin bir araya gelmesiyle ortaya çıktığına inanmaktadırlar.

Cüz’i irade için Eşariler: “İnsanın bir işi yapıp yapmama yollarından birine meyli ve iştiyakıdır (arzusudur).” derken, Maturidiler: “İnsandaki külli iradenin, bir işi yapıp yapmama yollarından birine taallukudur.” derler. Eşariler, “meyil ve iştiyak” tabirlerini; Maturidiler ise “taalluk” tabirini kullanırlar.

Merhum Elmalı Hamdi’de, cüz’i iradenin mahlûk olmadığını, eğer mahlûk (Allah tarafından yaratılmış) olsaydı, insanın fiillerinde mesul olacak bir durumun söz konusu olamayacağını ve neticede, fiillerini ızdırari (mecburen) olarak yapan insana, cennet vaadinin veya cehennem tehdidinin manasız olacağını izah ederek şöyle demiştir:

“Talep (cüz’i irade) bir mevcud değil, mevcutlar (varlıklar) mabeyninde (arasında) bir nisbetten, bir izafetten ibarettir. İrade-i külliye denilen kuvve-i iradiye (irade kuvveti) mahluktur( yaratılmıştır). Fakat irade-i cüz’iye ve talep ve ihtiyarla kesb dediğimiz karar verme gayr-i mahlûktur (yaratılmamıştır) ve bizim bir nisbetimizdir.”

Eşarilerin büyük imamlarından olan Kadı Ebubekir Bakıllani ve Üstad Ebu İshak İsferani, bu konuda İmam Eşari’den ayrılmakta ve Maturidilerin görüşünü kabullenmektedirler. Ebubekir Bakıllani, insan kudretinin fiilin vasfına, ilahi kudretin ise fiilin aslına taalluk ettiğini ifade etmektedir. Buna göre, mesela yazı yazma fiilini yaratan Allah’tır. Fakat yazının faydalı veya zararlı olma vasfını seçen insanın kudretidir. Yine konuşmayı yaratan Allah’tır. Ama bu konuşmanın vasfını seçen insandır. İnsan gıybeti seçmişse Allah onu yaratır, Kuran tilavetini seçmişse Allah onu yaratır. Buradaki mesuliyet insanındır. Zira vasfı belirleyen ve bu vasıfların birine karar veren odur.

Ebu İshak İsferani ise, hem insanın kudretinin hem de ilahi kudretin fiilin aslına taalluk ettiğini kabul etmiştir. Ebu İshak İsferani hazretlerine göre, insanın kudretinin tesiri fiili yaratmaya kâfi gelmediğinden, o fiil, Cenab-ı Hakk’ın kudretiyle vücut bulmaktadır.

Buraya kadar olan izahtan anlaşıldı ki: İ. Maturidi’ye göre cüz’i ihtiyari, İ. Eşari’ye göre ise, o cüz’i ihtiyarındaki tasarruf, emr-i itibaridir. Emr-i itibari ise, illet-i tamme (varlığa çıkmak için bir sebep) istemez. Çünkü hariçte vücudu yoktur. Harici vücudu olmayanın da, illet-i tammeye ihtiyacı yoktur.

Mesela, yangının illet-i tammesi, yanacak madde, yakacak madde ve havadır. Bu üçü bir araya gelince, yangının olmaması mümkün değildir. Böyle bir durumda ateş mesul olmaz. Çünkü onun artık “yakmamak” gibi bir seçeneği yoktur. Eğer cüz’i ihtiyari, yangın gibi illet-i tamme isteseydi ve o illet-i tamme geldiğinde karar verme yetkisi yok olup, netice kendiliğinden meydana gelseydi, insanın suçu olmazdı. Ama cüz’i ihtiyari bir emr-i nisbidir. Emr-i nisbinin illet-i tammesi ise sadece rüchaniyettir, yani bir tarafı seçmektir.

Mesela, arkadaşınıza bir tokat atmak fiilinde, siz, tokat ve arkadaşınız mahlûktur ve Allah tarafından yaratılmıştır. Lakin “tokat atmak” mahlûk olmayıp, bir emr-i itibaridir. O tokadı atmaya karar verdiğinizde, yani “tokat atmak” rüchaniyet kesb ettiğinde fiil meydana gelir. Bu fiil eğer şer ve günah ise, Kuran, o kişinin kulağına o anda der ki: “Yapma!”

Emr-i itibari olan bu meyil, illet-i tamme istemediği için dilerse o fiilinden vazgeçebilir. Eğer illet-i tamme isteseydi, iradesi elinden alınmış ve o fiili mecburen yapıyor olurdu. Yangının, illet-i tamme hazır olduğunda, yanmamak gibi bir seçeneği olmadığı gibi…

Demek kişi, rüchaniyet kesbeden fiilinden vazgeçebilir; eğer vazgeçmezse, fiilinde mesul olur. Zira bu fiili zorla yapmamış ve kendi iradesiyle seçmiştir ki, bu meyil ve arzu ona aittir. Neticede, cehennemi hak eden de insanın ta kendisi olur.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun