Tefsirlerin farklı farklı olması sebebi nedir?

Tarih: 13.08.2009 - 00:00 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Manaların çeşitliliği nerden kaynaklanıyor?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Tefsirde farklı yorumların, değişik algılamaların çeşitli nedenleri vardır. Bunların başında, Kur’an’ın muhatabı olan insanın kendi yapısı gelir. Allah, güzel isimlerinin bin bir çeşit tecellilerini göstermek, sanatının bin bir türlüsünü ortaya koymak maksadıyla bitki ve diğer canlılardan yüzbinlerce tür yaratmıştır.

Yeryüzü halifesi, tevhit inancının dellalı olarak yaratılan insan nevi ise, birliği simgelemesi ve benzeri hikmetler için bir tek tür olarak yaratılmıştır. Ancak, bu tek türden çok ürünler almak için, insanlardan her bir şahsı, bir tür hükmünde pek çok hakikate işaret edecek, bir nevi iken, yüz bilnlerce nevi hükmüne geçecek şekilde yaratılmıştır. Bu cümleden olarak, insan oğlunun aklı, fikri, duyguları maddî-manevî sahada çok çeşitlilik arz edecek şekilde ayarlanmıştır. Farklı ilim dallarında uzmanlık gibi farklı meslek, meşrep ve mezhepler de bu fıtrî durumu desteklemiş ve pekiştirmiştir. Bunun bir sonucu olarak, aynı manzaradan, aynı ifadeden farklı algılamalar söz konusu olmaktadır. Özellikle, Allah’ın kelamı olan Kur’an’ın en belirgin i’caz parıltısı olan îcaz/veciz üslubu, sonsuz ilahî ilmi yansıtan geniş kapsamı ve değişik muhatapların seviyesini göz önünde bulunduran hikmetli ifadeleri karşısında, bu farklı algılamalar oldukça geniş bir yelpazede boy göstermiş, aklî, ilmî, fikrî ve hissî sahada cereyan etmiştir.

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Kur’an tefsirinde cereyan eden farklı yorumlar, genellikle birbirine zıt olan görüşler değil, birbirini açıklayan, birbirini tamamlayan yorumlardır. Bunlar birbirinin hükmünü yok sayan ihtilaflardan ziyade, ayetin manalarından birini esas alan ve “masadak“ denilen uygun bir örnekleme çeşitliliğidir.

Kur'an'ın Kapsamı

Kur'an, bitmez,  tükenmez bir hazinedir. Zaman ve mekân üstü evrensel ilâhî bir mesajdır. Her asır, onun naslarını ve muhkemâtını/açık-seçik ifadelerini olduğu gibi kabul ile beraber, ikinci derecede yer alan diğer ilmî hakikatlerinden de hissesini alır, fakat başkalarının gizli kalmış hisselerine  ilişmez. Diğer bir ifadeyle, "zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor." Ortaya koyduğu gerçekler daha da netleşerek gözler önüne seriliyor.

Bilindiği gibi, her devirde yazılan ilmî eserlerin, muhatapları tarafından yeterince anlaşılabilmesi için onları kavrayan kimseler tarafından açıklanması gerekir. Allah'ın, evrensel bir kitap olarak gönderdiği Kur'an'ın, böyle bir izaha ihtiyacı  ise ortadadır. İndiği günden beri hitap ettiği her devirde bu ihtiyaç  yapılan tefsirlerle karşılanmıştır. Alimler, kendi bilgileri çerçevesinde ve içinde bulundukları çağın gereklerini de göz önünde bulundurarak  Kur'an'ı tefsir etmişlerdir. Her müfessir  Kur'an'ı tefsir ederken uzman olduğu ilim alanını ön plana çıkartacak şekilde bir metot takip etmiştir. Bunun tabii bir neticesi olarak da tefsir ilminde farklı anlayışlar ortaya çıkmıştır. Örneğin, Râzi'nin tefsirinde Kelâm, Beydâvî'de belagat, Kurtubî'de Ahkâmla ilgili hususların ön plana çıktığı görülmektedir.

Kur’an’ın Eşsiz Üslûbu

Bir sözün güzelliği, mükemmelliği, yüksekliği ve derinliği dört unsura bağlıdır:

a. Mütekellim, 
b. Muhatap,
c. Maksat,    
d. Makam. 

Bir kısım ediplerin sadece sözün makamını dikkate almaları belâğat açısından doğru bir tesbit değildir. Çünkü bir sözün kimin tarafından söylendiği, kime söylendiği, niçin söylendiği ve hangi makamda söylendiğine bakılarak hakkında doğru karar verilebilir. Bu çerçevede Kur'an'ın durumuna bakıldığı zaman onun eşsizliği kendiliğinden ortaya çıkar. Çünkü bir sözün arkasında, onun sahibinin şahsiyeti, ilim ve kudreti vardır.

Hiç kuşku yok ki, gücünü  yüce Allah'ın sonsuz ilminden alan, insanların  en zeki ve en akıllısı, insanlık camiasının yıldızları olan peygamberlerin en üstünü Hz. Muhammed (a.s.v) gibi eşsiz bir şahsiyete hitap  eden ve  onun şahsında bütün insanlık ailesini muhatap alan, on beş asır boyunca  edebiyatın en ünlü uzmanlarını belagatına -ilmen- secde ettiren, onlara boyun eğdiren,  insanlık için dünya ve âhiret saadetini temin edecek prensipleri ders veren, Allah'ın birliğini, genelde peygamberlik müessesini ve özelde Hz. Muhammed (a.s)'in peygamberliğini, âhiretin varlığını ispat ve insanlık camiasında Allah'a karşı kulluk görevi ile adaletin mükemmel bir şekilde işlemesini sağlamayı gaye edinen ve binlerce âyetinde onları ders veren bir kitabın eşi benzeri olamayacağı gibi, onun ifade inceliklerini -aynı seviyede- kavramak da  herkse için geçerli değildir. Milyonlarca tefsirin varlığı bunun açık bir delilidir.

Kur'an'ın lafızları, sadece bir mânâyı değil, pek çok mânâları ifade etmektedir. Bütün zaman ve mekânlarda bulunan bütün insanlara hitap eden Kur'an, insanların tüm kesimlerine ayrı ayrı mânâları ifade edecek bir üslûpta gelmiştir. Bu sebeple, Kur'an'ın mânâsı küllîdir. Her bir müfessir, o küllî mânâdan kendisine uygun bir tanesini alır ve izah eder. Bunu yaparken ya anlayışına, ya deliline, ya da meşrebine dayandırdığı bir mânâyı tercih eder. Demek ki, Kur'an'ın farklı şekillerde tefsir edilmesi yalnız câiz değil, aynı zamanda ilmî bir zarurettir/bir zorunluluktur.(bk. Nursi, Mektûbat, s.304). 

Konuyla ilgili birkaç misal:

Kur’an-ı Hakim, geniş kapsamıyla bütün zaman ve mekânlara, her seviyedeki insan kesimine aynı ifadeyle hitap edip hepsini ayr ayrı tatmin etmiştir.

Konuya ışık tutacak şu misaller verilebilir:

“Gökte burçlar kılan, orada parlak bir lamba ve aydınlatıcı bir ay yaratan Allah yücedir.” (Furkan, 25/61).

Bu âyetten farklı kesimler farklı mânâlar anlamış ve o mânâların hepsi de doğrudur. Meselâ: Alelâde bir insan, bu âyetten, güneş ve ayın her ikisinin de yeryüzüne ışık gönderdiğini anlar. Bir Arap filoluğu ise, âyette geçen "Sirac/lamba/kandil" kelimesinin işaretiyle güneşte ışık ile birlikte ısındırma özelliğinin de var olduğunu anlar. Bir astronomi bilgini ise, bu tabirlerden güneşin, ışığın bizzat kaynağı, ayın ise, ışığını dışarıdan almakta olduğunu anlar. Çünkü, Arapça’da ışığın kaynağı olan şeyler için "muzî" tabiri, ışığını dışarıdan alanlar için de "münîr" tabiri kullanılır. Meselâ: Aydınlık bir oda için "Ğurfetün müzîetün" denilmez, aksine "münîretün" denilir. Çünkü odanın ışığı dış kaynaklıdır. Buna karşılık bir ateş közü için "kabesün münîr" denilmez, aksine "müzî" denilir. Çünkü ateşteki ışık kendisinindir.

İşte Kur'an-ı Hakim'in Kur'an'da ay için "nur-münîr", güneş için "ziya-siraç" tabiri kullanması bu ince farkı belirtmek içindir.

Yine, "Allah, yeri de gökten sonra yayıp sermiştir." (Nâziat, 79/30) meâlindeki âyette geçen "dahv" kelimesinin bir anlamı, serip yaymaktır. Normal bir insan bunu böyle anlar ve anladığı doğrudur. Bu âyeti tetkik eden bir astronomi bilgini ise, bu kelimeden yeryüzünün küre şeklinde yuvarlak olduğunu anlar. Bu her iki anlayışın da doğru olduğunu söyleyen Said Ramazan Bûtî, "dahv" kelimesini bu her iki anlamda kullanan İbn Rûmî'nin bir şiirine yer vermiştir.(bk. Said Ramazan el-Bûtî, Revâyi', 115-116).

Gerçekten bu kelimeden türemiş olan "medha" kelimesi deve kuşu yumurtasının yuvası anlamına gelir ki, bu da tam yuvarlak olmayıp, elips şeklindedir.(bk. Ahter-i Kebîr; el-Mu'cemü'l-Vecîz, "Dahv" maddesi).

Tefsirde Üç Mesele :

Tefsirde üç temel mesele vardır.

Birincisi: Tefsir edilen ayetlerin Allah’ın kelamı olduğu gerçeğidir.

İkincisi: Allah’ın bu ayetten maksat ve müradı ne ise o haktır.

Üçüncüsü: Allah’ın bu ayetten maksadı şu veya bu olabilir.

İlk iki maddede hiç bir ihtilafın olamayacağı bilinen bir gerçektir. Üçüncü maddedeki husus ise tefsircilerin farklı yorumlarına açık olmak durumundadır.

İşte tefsirdeki farklı yorumların hedefinde tefsire konu olan ayetteki Allah’ın müradını tespit etmek vardır. Örneğin Hud suresinnin 17. ayetinde geçen  "Rabbi tarafından gönderilen kesin delile dayanan kimse" den maksatın kim olduğu hususunda farklı görüşlere yer verilmiştir. Bu kimseden maksat, Hz. Muhammed (a.s.m)’dir, diyenlerin yanında, onun Abdullah b. Selam olduğunu söyleyenler de vardır. Keza ayette geçen "peşinden o delili destekleyen" den maksat, Kur’an, Tevrat, aklî deliller olduğu görüşlerine yer verilmiştir.(bk. Razî, ilgili ayetin tefsiri).

Mesur olan tefsirlerdeki ihtilaflar

Özellikle mesur olan tefsirlerdeki ihtilaflar iki kısımdır:

a. Yalnız lafızda cereyan eden ihtilaf.

Örneğin: “Rabbin şöyle buyurdu: Allah’tan başaksına ibadet meyin. Anneye ve babaya güzel muamele edin.” mealindeki İsra suresinin 23. ayetinde geçen ve buyurdu şeklinde tercüme ettiğimiz “kada” kelimesi, İbn Abbas tarafından “Emera = emretti", Mücahit tarafından “Vassa = Kesin tavsiye etti", Rabi b. Enes tarafından “Evcebe = vacip/gerekli kıldı", şeklinde açıklanmıştır. Bunların hepsi yaklaşık aynı manayı ifade etmekte ve burada gerçek bir ihtilaf söz konusu olmamaktadır.

“Ey müminler! Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak hep birlikte seferber olunuz, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz.” (Tevbe, 9/41)

mealindeki ayette geçen “hafif -ve-  ağırlıklı” kavramlarına farklı yorumlar getirilmiştir. Bunlar,  yaşlı-genç, zengin-fakir, evli-bekâr, zinde-zinde olmayan, hasta-sağlıklı kimseler olarak yorumlanmıştır. Görüldüğü gibi, bu yorumların hepsi aynı kapıya çıkar, farklılığı sadece lafzîdir. Diğer bir ifadeyle, bunlar uzlaşmaz değil, uzlaşan ihtilaflardır. Çünkü, burada gençler, bekârlar, zinde olanlarla sağlıklı olanlar “hafif” olanlar, diğerleri ise, “ağır” olanlardır. Ayetin ifadesi, bütün bunları birden kapsayabilir. İbarelerin farklılığı, mürad olan/aranan mananın farklılığını göstermez. Bilakis, konu şairin dediği gibidir: “İbarelerimiz / ifadelerimiz farklıdır, ama güzelliğin bir tanedir / Onların hepsi de o güzelliğe işaret etmektedir.” (bk. Zerkeşî, Burhan, 2/150-160)

b. Hem lafızda hem de manada cereyan eden ihtilaf. Bu da kendi arasında ikiye ayrılır:

Birincisi: Ayetin, -yorumlarda söz konusu edilen- manaların hepsini kucaklama ihtimali bulunan yerler.

İkincisi: Ayetin, söz konusu edilen manaların hepsini kapsamasının imkânsız olduğu yerler.

Birinci kısım ayetlere şunlar misal verilebilir:

 “Onlara, kendisine ayetlerimiz hakkında ilim nasip ettiğimiz kimsenin de kıssasını anlat. Evet, o adam bu ilme rağmen o ayetlerin çevresinden ayrıldı, şeytan da onu peşine taktı, derken azgınlardan biri olup çıktı…” (Araf, 7/175-176).

Bu adamın nereli veya kimlerden olduğu konusunda görüşler belirtilmiş; İsrail oğullarından bir adam, Yemenli, Bulkalı olduğu ifade edilmiştir. Bu görüşler arasında herhangi bir çelişki olmadığı için, bu ihtimallerin hepsi göz önünde bulundurulabilir.

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda mücahede eder ve bu hususta dil uzatan hiçbir kimsenin ayıplamasından korkmazlar...” (Maide, 5/54)

mealindeki ayette vurgulanan vasıflara sahip bir çok topluluk ortaya çıkmıştır. Allah’ın dinine sahip çıkacak topluluk kavramı çok geniştir. Çeşitli zaman ve mekânlarda İslam tarihi boyunca, bu vasıfta topluluklar Allah’ın lütfüyle eksik olmamıştır. Bunların hepsi de bu ayetin işaret ettiği evsafta işler yapmış ve ayetin işaretine birer masadak (uygun birer örnek) olmuşlardır.

Tefsirlerde bu konuda, daha çok -birer misal olarak- Hz. Ebu Bekir (ra) ve arkadaşları, Hz. Ali (ra) ve arkadaşları, Yemen halkı, İranlılar gibi topluluklar söz konusu edilmiştir. (bk. Zemahşerî, Razî, ilgili ayetin tefsiri).

İbn Aşur da Araplar, Farslar, Gassaniler, Türkler, Kıptiler, Berberiler, Moğollar, Tatarlar, Endülüslüler… gibi birçok Müslüman topluluğun bu ayetin işaretine mahzar olduğunu söylemiştir. (bk. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

Bediüzzaman Said Nursi ve Elmalılı Hamdi Efendi de bu ayetin övgüsüne mazhar olanlardan birisinin Türk Milleti olduğunu söylemişlerdir.

İşte bu yorumlar arasındaki farklılık, bir çelişkiyi ifade etmez. Bilakis, yorumlarda yer alan bütün bu  farklı kesimlerin hepsi de ayetin bir masadakı / ayetin muhtevasına uygun birer canlı örnek olarak değerlendirilmelidir.

İkinci kısım için şu ayetleri misal verebiliriz:

“Kendileri için bir mehir belirlemiş olduğunuz eşlerinize dokunmadan onları boşarsanız, bu takdirde belirlemiş olduğunuz mehrin yarısını vermeniz gerekir. Ancak eşler yahut 'nikah bağı elinde bulunanlar' gözü tok davranırsa, o başka...” (Bakara, 2/237)

mealindeki ayette yer alan “nikah bağı elinde bulunanlar”, Hz. Ali tarafından koca, İbn Abbas tarafından ise veli olarak yorumlanmıştır. Bu iki yorum arasında bir uzlaşma mümkün değildir. Alimler, Hz. Ali’nin yorumunu tercih etmişlerdir (Konuyla ilgili geniş bilgi için bk. Suyutî, itkan, 2/225-237).

Kur'an Allah'ın kelamı’dır. Bütün asırlara, bütün zamanlara hitap eder. Bu nedenle her asrın, her melek, cin ve insanın her durumuna uygun bir hitabı olduğu gibi, her birinin de ondan alacağı bir dersi vardır. Öyleyse, imanın şartlarına, islamiyetin esaslarına ve Arapça’nın kurallarına uygun olmak şartıyla, Müfessirlerimizin anladıkları ve tefsirlerine yazdıkları, Allah’ın muradıdır, denilebilir. Bu durum Kur'an'ın büyüklüğünü ve her zamana ve herkese hitap ettiğini gösterir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun