Kur'an-ı Kerim'in yüksek belagatını mealinden göremiyoruz; bu konuda yardımcı olur musunuz?

Tarih: 03.04.2010 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

- Kur’an’ın belagatını görmek için, Arapça edebiyatını, belagatını; bedi’, beyan ve meani gibi ilimlerini çok iyi bilmek gerekir. Bize düşen -kimya, fizik, astronomi, tıp konusunda uzman olan kimselere itimat ettiğimiz gibi, bu konuda da- Abdulkahir Cürcanî,  Sekkakî, Zemahşerî, Bakıllanî, Gazalî, M. Sadık Rafiî, Bediuzzaman Said Nursi gibi işin uzmanı olan kimselere itimat etmektir.

- Kur’an’ın semavî kimliğini belirleyen en önemli unsurlardan biri belagattır. Ancak uzmanlar Kur’an'ın sadece belagat yönünden değil, kırk yönden mucize olduğunu söylüyorlar. Kur’an’ı elinde bulunduran Hz. Muhammed (a.s.m)’in okuma yazması olmayan ümmî bir zat olması, Kur’an’da geçmiş kavimlerin hayatlarından söz etmesi, Rum suresinde olduğu gibi, İranlılara yenik düşen Bizanslıların birkaç yıl içerisinde onlara galip geleceğini bildiren ve zamanla tasdik edilen ayetlerin varlığı; Fetih suresinde -iki yıl önce- Mekke’nin fethedileceğine dair ayetlerin varlığı gibi geleceğe dair bilgiler ihtiva etmesi; son iki asırda meydana gelen fennî keşiflerin ortaya koyduğu kevnî/ontolojik, kozmik gerçeklere işaret eden ayetlerin varlığı; şimdiki medenî dünyanın hala ulaşamadığı evrensel ahlakî değerleri ders vermesi; koyduğu hükümlerinde adalet ölçüsünün en incesini göz önünde bulundurması, dünya ve ahiret mutluluğunun yol haritasını çizmesi, gerçek insanlığı öğreten prensiplere sahip olması gibi hususlar Kur’an’ın İlahî menşeli ve semavî kimliğini ortaya koymaktadır.

Bilindiği gibi kelimeler manalara, edebî sanatlara zarf olurlar. Esas olan manadır, sanattır. Hepimiz Türkçe bildiğimiz halde kendi öz dilimizle yazılmış bir edebî şaheserin benzerini niçin yazamıyoruz. Demek ki, hüner kelimelerde değil onu çok iyi kullanan ediplerin ilminde, sanatındadır. Arapça’nın Kur’an hakikatlerinin ifadesinde müstesna bir özelliği vardır. Özelikle kalp ve his alemine ait kelimeler onda çok zengindir.

Bununla birlikte hiçbir Arap edibi de Kur'an'a misil getirememiştir. Zira, Kur’an'da Arapça’nın çok ötesinde bir kutsiyet vardır. Taklit edilemeyen, işte o kutsiyettir. Bu ise, Kur’an'ın Allah kelamı olmasında saklıdır. Belağat ilminin dahileri bu manayı çok iyi kavramışlar, bundan da öte tatmışlar, zevk etmişlerdir. Biz ise aynı manayı Allah’ın bir diğer kitabı olan Kâinat kitabından misaller getirmekle bir derece anlayabiliyoruz.

Elementler birer harf kabul edilirse, bu elementlerden insanlar bir takım eserler yaparlar. Allah ise aynı elementlerden insan yapar, hayvan yapar, ağaç yapar. İşte burada elementler ötesi bir ilahi sanat, bir ilahi kudret ve irade söz konusudur. İşte taklit edilemeyen de budur.

Eğer denilse: Kur'an'ın i’cazı, onun belağatıdır. Halbuki belağattan gelen Kur'an'ın i’cazını ancak gerçek anlamda Arap edebiyatına vâkıf derin ilim adamları anlar. Halbuki, her seviyedeki insanların, Kur'an'ın i’cazından pay alma hakları vardır?

Elcevap: Kur'an-ı Hakim'in her tabakaya karşı bir nevi i'cazı vardır. En azından onlara bir şekilde varlığını hissettirir. Meselâ: Belağat ve fesahat ehli olan kimselere karşı harikulade belağattaki i'cazını gösterir. Şiir ve hitabet ehli olanlara karşı alışılmışın dışında yepyeni bir üslupla ortaya çıkar ve i'cazını gösterir. Öyle ki adı geçen üslup herkesin hoşuna gittiği halde hiç kimse onu taklit edemiyor. Zaman aşımına uğrayıp yaşlanmayan o üslup, her zaman tazeliğini ve güzelliğini muhafaza etmektedir.

Yine Kur'an, kâhinlere ve gaybden haber veren insanlara karşı, hiç bir zaman tekzibe uğramamış gaybden verdiği haberleriyle i'cazını gösterir. Yine toplum ve siyaset bilimcilerine karşı, vaz'ettiği kudsî düsturlarının harikalığında saklı olan i'cazını gösterir. Evet Kur'an'dan çıkan o büyük şeriat nizamı, bir i'caz sırrını gösterir. Kâinatın esrarını çözmeye ve Allah'ı tanımaya çalışan bilim adamlarına karşı, ortaya koyduğu kudsî İlâhî hakikatleriyle i'cazını gösterir, ya da onun varlığını hissettirir. Ehl-i tarikat ve velayete karşı, Kur'an bir deniz gibi sürekli dalgalanan âyetlerinin esrarındaki i'cazını gösterir ve hakeza... Kırk tabakaya karşı ayrı ayrı birer pencere açar, i'cazını gösterir. Öyle ki, yalnız kulağı bulunan ve bir derece Kur'an'ın mânâsını anlayan insanlara karşı da Kur'an'ın bir i'caz yönü vardır. Evet, Kur'an'ın okunması ile onun başka kitaplara benzemediğini o kulak sahibi tasdik eder. Ve şöyle der:

"Ya bu Kur'an bütün dinlediğimiz kitapların aşağısındadır; bunu, en azılı bir düşman bile demez, diyemez. Çünkü böyle bir ihtimal yüz derece muhaldir. O halde, Kur'an, bütün kitapların üstündedir. Öyle ise, mucizedir." (bk. Mektûbat, s. 165-166)

Meallerden anlaşılması mümkün olmayan Kur’an’ın belagatı hakkında bir fikir vermesi için aşağıdaki ayeti iki ayeti misal olarak arz edeceğiz.

Birinci örnek:

"Yemin olsun ki, onlara Rabbinin azabından ufak bir esinti dokunsa, şüphesiz 'Eyvah bize! Gerçekten biz zâlim kimselermişiz.' diyecekler."(Enbiyâ, 21/46)

Kur'an, bu cümlede, azabı dehşetli göstermek için, en azının tesir derecesini en şiddetli bir tarzda ifade etmiştir.

  ولئن مستهم نفحة من عذاب ربك (Onlara, Rabbinin azabından ufak bir esinti dokunsa) cümlesinde yer alan altı kelimenin her birisi "azlığı" ifade etmekle, Kur'an'ın "az bir azap ile çok korkutma" maksadına hizmet etmişlerdir.

İlk kelime olan “in”lâfzı "faraza, eğer" anlamında olup, şek/şüphe ifade eder. Şek ifade etmekle de "azlığı" gösterir.

İkinci kelime “messe" fiilidir. Bu kelimenin anlamı "hafif dokunmak"tır. Yine azlığı ifade eder.

Üçüncü kelime “Nefhatun" lafzıdır. Bu kelime üç yönden "azlığı" ifade ediyor.

   a. Anlamı bir kokucuk olduğu için azlığı ifade eder.
   b. Sarf ilmi açısından kelimenin yapısı, "İsm-i merre" dir. "Biricik" anlamında olup "azlığı" gösteriyor.
   c. Kelimenin sonundaki "tenvin", tenkir ve taklil içindir. O da "azlığı" ifade ediyor.

Dördüncü kelime,"tab'iz"i, yani: bir şeyin bir parçasını, az bir kısmını ifade eden "min" lafzıdır.

Beşinci kelime "azab” lafzıdır. "Nekâl" ve "ikâb"a nisbeten hafif bir cezadır. Azlığı gösteriyor.

Altıncı kelime "Rabbike" lafzıdır. Allah'ın Cebbar, Kahhâr, Müntakim isimleri yerine, şefkati gösteren bu kelimenin gelmesi "azlığı" ifade etmek içindir. Bu kayıtların işaretleri çerçevesinde âyetin meali, şöyle verilebilir:

"(Resulüm!) Eğer o inkârcılara, senin şefkatli Rabbinin azabının ufak bir parçasından, görünmeyecek kadar küçük bir kokucuk, bir defaya mahsus, faraza azıcık dokunu verse; zâlimler mahvolduk, diyecekler." 

Bu ayetin belagatını değerlendiren Bediüzzaman'ın ifadesiyle: "âyette geçen kelimelerin her birisi, âyetin asıl maksadına kuvvet veriyor." (Muhâkemat, s.93-94; Sözler, s.386-387).

İkinci örnek:  و مما رزقناهم ينفقون  “Kendilerine verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcarlar.” (Bakara, 2/3) âyet-i kerimesi de konumuzun bir başka misâlidir. Bu cümlede yer alan kelimeler ve cümlenin kendi düzeni; zekât ve diğer sadaka çeşitlerini ihtiva eden "infâk"in makbul olmasının şartlarını nazara verecek şekildedir:

- Sadakaya muhtaç olmayacak şekilde sadaka vermek gerekir. Ayette geçen ve "bir bölümü" ifade eden "مما" lafzındaki "من" kelimesi bu şartı ifade ediyor.

- Makbul bir sadaka, Ali'den alınıp Veli'ye verilen cinsten olmayıp, kişinin bizzat kendi malından olması gerekir. Âyette geçen "رزقناهم" lâfzı bu şartı gösteriyor.

- Sadakanın üçüncü şartı, minnet etmemektir. İkinci maddede yer alan ve bütün malların asıl sahibinin Allah olduğunu gösteren "رزقناهم" daki, tekil birinci şahıs için kullanılan "نا" zamiridir. Yüce Allah bu âyetin bu işareti ile manen buyuruyor ki: "Ben size rızık veriyorum. Benim malımdan benim kullarıma bir şeyler verirken, minnet etmeye hakkınız yoktur."

- Sadakanın bir diğer şartı da sadakayı kötü yerlerde değil iyi ve gerekli ihtiyaç yerlerinde kullanan kimselere verilmesidir. Sefahete sarf edenlere sadaka vermek makbul değildir. İşte bu şarta "ينفقون" lâfzı işaret ediyor.

- Beşinci şart sadakayı Allah namına vermektir. Bunu,  "رزقناهم" lâfzı ifade ediyor. Bu işaretin lisanı ile Allah buyuruyor ki: "Mal benimdir, benim namımla vermelisiniz" Demek ki bu âyet, zenginlerin mal sahibi değil sadece birer veznedar olduklarını onlara hatırlatıyor. Ayrıca "ما" kelimesi sadakanın maldan olduğu gibi, ilim, zekâ, akıl, güç ve nasihat gibi şeylerden de verilebileceğini gösteriyor. (bk. Sözler, s. 387-388.)

Şankîtî de söz konusu âyette yer alan ve teb'izi ifade eden "min" harf-i cerrine dikkat çekmiş ve normal şartlarda kimsenin ailesini mağdur duruma düşürecek şekilde infak edemeyeceğine işaret etmiştir. Buna delil olarak da

"Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun." (İsrâ, 17/29),

"(O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler, ikisi arasında orta bir yol tutarlar." (Furkan, 25/67.)

mealindeki ayetleri göstermiştir.(bk. eş-Şankîtî, Muhammed Emin, Advâu'l-Beyân fi İdâhi'l-Kur'an, ilgili âyetin tefsiri.)

İlave bilgi için tıklayınız:

Mucizeler ve Kur'an-ı Kerim'in mucizevi yönünü anlatır mısınız? 

Kur'an’ın mucizelik yönleri kırk tanedir deniliyor. Ne demektir, nasıl anlamak gerekir?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun