Muhammed İkbal hakkında bilgi verir misiniz?

Tarih: 14.07.2010 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

(1877-1938) Hindistanlı Müslüman düşünür, şair.

Pencap eyaletinin Keşmir sının yakının­daki Siyâlkût şehrinde dünyaya geldi. Do­ğum tarihi konusunda farklı bilgiler veril­mekle birlikte kendisi doktora tezinde 2 Zilkade 1294'te (8 Kasım 1877) doğduğu­nu kaydetmiştir. Sûfîmeşrep bir zat olan babası Nûr Muhammed ve annesi İmam Bîbî onun dinî şahsiyetinin gelişmesinde önemli ölçüde etkili olmuşlardır.

İslâm dünyasının içinde bulunduğu du­rum, diğer Hintli müslüman aydınlar gibi İkbal'i de İslâm milletlerinin bir rönesans gerçekleştirmesi gerektiği fikrine yönelt­ti. 1922'de İngiliz yönetimi tarafından kendisine "sir" unvanı verilmişse de bu unvanı kullanmadı. 1926 -1929 yıllan ara­sında Pencap Yasama Konseyi üyeliğinde bulundu. 1928-1929'da Madras, Haydarâbâd ve Aligarh Üiversitelerinde İslâm düşüncesinin yeniden kurulması üzerine konferanslar verdi. 1930'da Allahâbâd'da gerçekleştirilen Hindistan Müslüman­ları Birliği'nin yıllık toplantısına başkanlık etti. Bağımsız Pakistan Devleti'nin kuru­luşu yönünde ilk ciddi adım, İkbal'in bu toplantının açılış konuşmasında ortaya koyduğu düşüncelerle atıldı. 1931 yılın­da yapılan II. Milletlerarası İslâm Konferansı'nda Dünya İslâm Kongresi'nin baş­kan yardımcılığına getirildi.

Hindistan halkına sınırlı yönetim hürri­yeti verilmesi konusunu görüşmek üzere 1931'de Londra da düzenlenen II. Yuvar­lak Masa Konferansı'na İkbal de katıldı ve orada Muhammed Ali Cinnah ile yakın temas içinde bulundu. Dönüşte İtalya ve Mısır'a uğradıktan sonra Filistin'de dü­zenlenen Dünya İslâm Konseyi toplantı­sına iştirak etti. 1932 yılında yine Lond­ra'da gerçekleştirilen 111. Yuvarlak Masa Konferansı'na katıldı ve toplantının ar­dından Paris'e giderek Henri Bergson ve Louis Massignon ile görüştü. Buradan İs­panya'ya geçen İkbal'in Kurtuba Ulucamii'ni ziyaret etmesi ve güçlükle izin alarak camide namaz kılması onun unuta­madığı bir hâtıra oldu. Bununla ilgili ola­rak "Mescid-i Kurtuba" başlıklı şiirini yaz­dı. İspanya'dan İtalya'ya geçerek Mussolini ile görüştü ve ondan Kuzey Afrika müslümanlarına iyi davranmalarını iste­di. 1933'te Afganistan Kralı Nâdir Şah'ın daveti üzerine Süleyman Nedvî ile birlik­te Kabil'e giderek Afganistan'ın idarî sis­teminin yeniden düzenlenmesi üzerine temaslarda bulundu.

İkbal 1934'te gırtlak kanserine yakalan­dı ve sesini kaybetti, daha sonra gözleri de iyice zayıfladı, maddî problemler yaşa­maya başladı. Buna rağmen gerek halkı­nın gerekse İslâm âleminin meseleleri ve geleceğiyle ilgisini devam ettirdi. 1937'de ülkesindeki Müslüman halkın en bü­yük lideri olarak gördüğü Muhammed Ali Cinnah'a, Hindistan Müslümanlarının ba­ğımsızlığı ve güvenliği hususundaki görüşlerini içeren bir mektup yazdı. 21 Ni­san 1938'de vefat etti ve Lahor'daki Mescid-i Şâhî'nin minaresi dibine defnedildi.

Muhamed İkbal'e göre insan, bütün yaratılmışlar arasında "Halik"ın yaratıcı hayatına şuurlu bir şekil­de iştirak etmeye muktedir olan yegâne varlıktı. Âlem insanın varlık sahnesine çıkmasıyla akıl, aşk ve hür iradeye sahip değerli bir varlı­ğa kavuşmuştur. Fakat insanın bu mertebeye erişebilme­si için benliği güçlendirici bir hayat prog­ramı izlemesi gerekir. Ruhanî yücelişin üç önemli basamağı vardır. Bunlar ilâhî kanuna tam itaat ve teslimiyet, nefsin disiplin altına alınması ve hilâfet şeklinde sıralanır. Benliği güçlen­diren ana umdeler ise aşk, fakr, cesaret, hoşgörü ve helâl kazanç gibi hususlardır. Aşk, insanın kendi imkân ve kabiliyetle­rini idrak etmesinin vasıtasıdır. Aşk yolu insana ilâhî sıfatlarla donanma imkânı verir; aşk aklın rakibi değildir, hatta aşk ile aklı birleştirmek gerekir. Fakr, köle ruhluluktan kurtulup hür ol­manın temel şartları ndandır. Cesaret ba­şarının şartı, sıkıntılı anlarda benliği da­ğılmaktan koruyan enerjidir. Hoşgörü, kendi benliğinin şuuruna eren insanın başka benleri de anlaması, gönül kapısı­nı onlara açmasıdır. Helâl kazanç, meşru servetin yanında maddî ve manevî alan­da meşruluk kaygısı güdülerek elde edil­miş veya gerçekleştirilmiş her türlü ba­şarılı sonuçları kapsar. Korku, kölelik, di­lenme, soy sopla övünme gibi erdemsizlikler benliği zayıflatan veya dağıtan et­kenlerdir.

İkbal'e göre Kur'an'ın tasvir ettiği mü­min tamamen aktif bir insandır. Bu aktif lik ilk Müslüman nesillerde açık şekilde görülmektedir. Ancak bu dinamizm git­tikçe zayıflamış, sonraki bazı fikir akımla­rı bu süreci daha da hızlandırmıştır. Nite­kim Yunan felsefesi, İslâm tarihinde kültürel bir güç oluşturup müslüman düşü­nürlerin bakış açısını genişletmişse de ge­nelde onların Kur'an'a bakışlarına muğlaklık getirmiştir.

Fârâbî ve İbn Sînâ geleneğini devam ettiren İkbal, İslâm toplum yapısının nü­büvvet şuurunun siyasî hayata intikaliyle vücut bulduğunu belirtir. İslâm, başından beri ahlâk temeline dayalı bir sivil toplum kurmak ve ona yön vermek amacını güt­tü. Bundan dolayı İslâm açısından dinin yapıcı katkı­sından mahrum bir siyasetten bahsedile­mez. Eğer din siyasetten ayrılırsa geride Cengiz'likten başka bir şey kalmaz.

Hayatının önemli bir kısmını siyasetin içinde geçiren İkbal'in ilk yıllarda bir çeşit Hint milliyetçiliğini savunduğu görül­mektedir. Avrupa'dan dönüşünde ise ar­tık farklı bir siyaset anlayışından bahse­diyordu. Birçoklarına göre bu panislâmcılık dönemidir. Öyle görünüyor ki bazı Hintli ve Batılı yazarlar, İkbal için panislâmist değerlendirmesini yaparken biraz da onu gözden düşürmek istemişlerdir. İkbal ise kendisinin panislâmist olduğu­nu söylüyor, fakat siyasî panislâmcılığın İslâm tarihinde hiçbir zaman gerçekleşmediğini savunanlara hak vererek sade­ce "insaniyetçilik" anlamında bir panislâmcılıktan bahsetmek gerektiğini belirtiyordu. Böylece İkbal üçüncü safhada bir İslâm milleti anlayışına yöneliyordu. Bu­na göre İslâm milleti son tahlilde bağımsızlığına kavuşmuş, iç bünyesini iyice güç­lendirmiş bir İslâm milletleri topluluğun­dan oluşur. İkbal, Batı kaynaklı siyasî mil­liyetçilik anlayışının İslâm birliğini parça­layacağından emindir. İslâm ne millî duyguya ne de vatan fikri­ne karşıdır. İslâm için problem olan, top­lumu nihaî anlamda tanımlayıcı ve belir­leyici bir ilke olarak milliyetçiliktir.

İkbal, Batı'da ortaya çıkan emperyaliz­mi ve doktriner sosyalizmi de tenkide tâ­bi tutar. Marx'ın Das Kapital'ınde hura­feler arasında gizlenmiş bazı hakikatler vardır; fakat Marx midede eşitlik üzerin­de ısrar etmekte, beyninde küfrü taşımaktadır. Emperyalizm de mide ve be­den çevresinde yükselmektedir; ikisi de Allah'ı tanımaz, insanı aldatır. Bu arada İkbal, İslâm mil­letlerinde bir Avrupa hayranlığının yayıl­makta olduğunu hatırlatarak bu gelişme­nin tehlikelerine dikkat çeker. Aslında İkbal, tenkitçi bir tavır takınmak şartıyla Batı karşısında olumsuz bir tutum içinde değildir. Onun karşı olduğu şey kötü taklitçiliktir. Batı'da ilim ve fennin gelişmesine müslümanların da katkıları büyük olmuştur. Şu halde onları yeniden İslâm dünyasına getirmek kendi mirasımıza sahip çıkmak demektir.

Türk milletinin yakın tarihteki sıkıntılarıyla ilgile­nen İkbal, bu ilgisini daha 1911'deTrablusgarp Savaşı şehidleri için yazdığı şiiriy­le terennüm etmiştir. Burada İkbal, hu­zuruna çıktığı Hz. Peygamber (asv)'in kendisi­ne hediye olarak ne getirdiğini sorması üzerine cennette bile bulunmayan bir he­diye getirdiğini söyleyerek içinde Türk şehidlerinin kanının bulunduğu şişeyi Resûlullah'a sunar. İkbal, sömürgecilik dö­neminde bağımsızlığını koruyabilen tek müslüman millet olarak övdüğü Türkler'i aynı zamanda İslâm rönesansınf gerçekleştirebilecek potansiyele sahip olarak da görmektedir. Türkler'in gerek İslâm tarihindeki rolleri gerekse Trablusgarp, Balkan, I. Dünya savaşları ve Millî Mücadele'deki kahramanlıkları İkbal'in hayran olduğu ve gelecek için ümit beslediği özelliklerdir. Saltanatın kaldırılıp Cumhuriyetin getirilmesini alkışlamış ve cesurca İslam dairesi içerisinde değerlendirmiştir. Ancak İkbal, sonraki yıllarda ortaya çıkan gelişmeleri ve Batılılaşma hareketlerini bir geçiş dö­nemi zarureti gibi görmek istemişse de böyle olmadığı neticesine varınca bunları Câvidnâme'de açık şekilde eleştirmiş ve üzüntüsünü dile getirmiştir.

İkbal'e göre taklitçi bir anlayış içinde Batı'ya yönelmek kendinden uzaklaşmaktır. Batı'nın kuvveti eğlencede değil ilim ve fen­dedir. İlim ve fen için Avrupalılaşma'ya de­ğil kafaya ihtiyaç vardır. Hikmet, ilim ve hünerin kıyafetle ilgisi yoktur. "Türk kendinden geçmiş bir halde Avrupa'nın sar­hoşu ve kölesi olma yolundadır ve kendi­ni gösterme arzusundan dolayı Batı'dan raks ve şarkıyı getirmiştir. Fakat İkbal bütün bu ifadele­rine rağmen Türkler'le ilgili olarak nihai noktada bir kararsızlık içindedir. Bir taraftan laikleşme ve Batılılaşma'yı eleşti­rirken diğer taraftan bu sürecin gerçek İslâm'a yönelişle noktalanacağı ümidini taşımaktadır. Nitekim Nehru'nun. Türk­ler'in din bağından kurtularak ilerleme yoluna girdikleri şeklindeki bir ifadesine tepki olarak "Türkler'in dinlerinden vaz­geçmediklerini, aksine daha gerçek bir İslâm'a yöneldiklerini" söylemektedir.

(Diyanet İslam Ansiklopedisi, İkbal Muhammed md.)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun