Nefsi kötüleme, aşağılamak dinimizde tavsiye edilen bir şey; ancak batılı kişisel gelişim uzmanları insanın daima olumlu konuşmasını, kendisine kötü telkinlerde bulunmamasını söylüyorlar?

Tarih: 17.07.2010 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Batılı uzmanların  “kişisel gelişim” için insanın daima olumlu konuşmasını, kendisine kötü telkinlerde bulunmamasını ön görmeleri -prensip olarak- çok doğru bir tespittir. Ancak, nefse iyi telkinlerde bulunma ile nefsin kötü telkinlerine karşı savunma mekanizmasını kullanmak ayrı şeylerdir.

Batılıların bir kısmı, kişiye olumlu yönden katkısı olsun diye ön gördükleri iyi telkinlerin dozajını iyi ayarlayamamalarından ötürü, bir panzehir olan bu telkinler zehir hükmüne geçebiliyor. İnsanın müspet değerlerini pekiştirmek yerine, nefsanî ve hissî olan olumsuz arzuların hükümranlığına zemin hazırlıyorlar.

Batılı düşüncenin temeli felsefedir. Felsefenin bir prensibi olan “İnsanın en büyük gayesi Allah’a benzemektir.” hükmü, insanı firavunluğa sürükleyen bir şımarıklık hezeyanıdır.

Halbuki, İslam’ın bu konuda ön gördüğü prensip “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaktır.” şeklindedir. Aslında prensipte bu iki düstur aynı hedefi gösteriyor. Allah’ın ön gördüğü ahlakî değerleri benimsemek.. Fakat ifade tarzı çok farklıdır. Felsefî prensipte firavunluk kokuyor. Nebevî prensipte ise kulluk kokuyor.

Batılı felsefî anlayışta insanı -farklı yönlerini bilmelerine rağmen- bir bütün gibi algılayıp ona göre telkinleri ön görmektedir. İslam düşüncesinde ise, insanın farklı mekanizmaları nazarı alınıp telkinler ona göre farklılık arz etmektedir. Ortama göre, muhataba göre farklı üslubun kullanılması belagatın bir kuralıdır. Bu sebeple, İslam düşünce sisteminde akla ayrı, kalbe ayrı, nefse ayrı üslupla hitap edilir. Şuurlu hiçbir Müslüman nefsine yaptığı kötü telkinleri aklına, ruhuna, kalbine yapılmış olarak kabul etmez.

İnsanın kusurlarını görmesi, bir kötülük telkini, bir gevşeklik ve yerinde sayma faktörü değildir. Bu konuda eleştirel bakışa en fazla sahip olanlar batılılardır. Kusurları görmeden onları izale etme imkânı da olmaz.

Ayrıca, şuurlu bir mümin kendinde gördüğü güzellikleri inkâr etmez, fakat onları kendine de almaz, hakikate uygun olarak onları Allah’ın bir lutfu olarak görür. Bunun yanında kendinde gördüğü kusurları da ört-pas etmeye çalışmaz bilakis onları nefsine mal eder ve mertçe kabul eder ki, bu iki taksim de gerçeğin ta kendisidir.

Batı felsefesi dinlerden uzaklaşıp materyalist bir çizgiye girdiği için batı düşünce sisteminde Allah ile irtibatlı bir muhasebe zeminine yer bırakılmamıştır. Her şeye mana-yı ismiyle baktıkları için kendilerinde sürekli bir kuvvet tevehhüm etmeleri doğaldır.

Halbuki, İslam düşünce sisteminde Allah ile irtibat halinde olmak her şeyin başında gelir. Bu sistemde yaratan-yaratılan, mâbud-abd, sanatkâr-sanat, ilah-kul ilişkisi vardır. Bütün muhasebeler, telkinler, psikolojik duruşlar bu denklemde yürür. Buna göre, bir mümin kendini ne kadar âciz görürse, Allah’a o kadar bağlanır, kendine ne kadar güvensizliği artarsa Allah’a o kadar güvenir. Fakat bu güvensizlik duygusu kendini sonsuz kuvvet sahibi bir zata güvenmeye sevk ettiği için en güçlü bir güvenceye kavuşur.

Özetle, Allah’a muhtaç olduğunu hisseden Allah’a dayanır. Allah’a dayanan kazanır. Gerçekten "iman hem nurdur, hem kuvvettir, hakikî imanı elde eden adam bütün dünyaya meydan okuyabilir."

Bu farkı fark etmek için Bediüzzaman’ın şu -özet halinde verilen- mânidar karşılaştırma tablosuna bakmakta fayda vardır:

“Felsefenin tilmizleriyle Kur'ân-ı Hakîmin tilmizlerinin muvazenelerine bak:"

"Felsefenin hâlis tilmizi / öğrencisi, bir firavundur. Fakat, menfaati için en hasis bir şeye de ibadet eder bir firavun-u zelildir. Menfaatini gördüğü her şeyi kendine rab tanır."

"Buna mukabil, Kur'ân'ın hâlis tilmizi bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata da ibadete tenezzül etmez. Ve âzam-ı menfaat olan cenneti, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir."

"Hem felsefenin tilmizi, mütemerrit ve muannittir. Fakat, bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden ve bir menfaat-i hasise için şeytan gibi şahısların ayağını öpmekle zillet gösteren bir miskin-i zelildir."

"Buna mukabil, Kur'ân'ın tilmizi, mütevazı, heyyin ve leyyindir, yani uzlaşmacı ve yumuşak huyludur. Fakat, Fâtırının/yaratanının gayrına, daire-i izni haricinde tezellüle tenezzül etmez."

"Felsefenin tilmizi, cebbar ve mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinat / dayanak noktası bulmadığı için, zâtında gayet  âciz bir cebbar-ı hod-furuştur."

"Buna mukabil, Kur'ân'ın tilmizi fakir ve zayıftır; fakirliğini ve zaafını da bilir. Fakat onun Malik-i Kerîmi ona iddihar ettiği / onun için depo edip sakladığı servetle müstağnidir. Seyidinin / Efendisinin / Rabbinin nihayetsiz kudretine istinat ettiği için kavîdir, güçlüdür."

"Bu iki tilmizin mürüvvetlerinin derece-i farkına bak ki:"

"Felsefenin tilmizi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar. Kur'ân'ın tilmizi ise, bütün kulları, belki bütün mahlûkatı kendine kardeş görür.” (Mesnevi-i Nuriye, Nurun İlk Kapısı).

İlave bilgi için tıklayınız:

"Övünmek, övülmek ve övmek" fiillerini hiç yapmamalı mıyız?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun