Ebu Talip ve ailesi hakkında bilgi verir misiniz?

Tarih: 07.08.2010 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Peygamber Efendimizin (asm) amcası ve Hazreti Ali'nin babası olan Ebu Talib, 535 yılında doğdu. Abdülmuttalib ve Fatıma bint Amr bin Aiz el-Mahzumiyye'nin evladı olarak dünyaya geldi. Asıl adı Abdülmenaf olup, Talib adlı oğlundan ötürü, Talib'in babası anlamına gelen "Ebu Talib" lakabıyla tanınmaktadır. Künyesi Ebu Talib Abdülmenaf bin Abdülmuttalib bin Haşim el-Kureyşi el-Haşimi şeklindedir.

Bilindiği gibi Peygamber Efendimizin (asm) önce babası ve daha sonra annesi de vefat edince dedesi tarafından yetiştirildi. Abdülmuttalib, hastalanıp ölümünün yaklaştığını hissedince oğullarını ve Hazreti Muhammed'i (asm) çağırarak, kendisinden sonra mübarek torununa bakacak kimseyi tespit etmek istedi. "Vefatımdan sonra hangi amcanın himayesinde kalmak istiyorsun?" sorusu üzerine Hazreti Muhammed amcası Ebu Talib'in boynuna sarılarak onun yanında kalmak istediğini belirtti. Bu seçim Abdülmuttalib'in hoşuna gitti ve oğluna şu vasiyette bulundu:

"Onu sana emanet ediyorum. O, İlahi bir emanettir. Onu her şeye rağmen, canın ve başın pahasına da olsa koruyacağına dair bana açıkça söz ver ki, gözlerim arkada kalmadan gönlüm rahat etsin."

Bunun üzerine Ebu Talib;

"Sen hiç merak etme babacığım. Onu öz çocuklarıma, hatta kendi canıma bile tercih edeceğimden emin olabilirsin. Hayatta bulunduğum müddetçe ona hiç kimsenin zarar vermesine müsaade etmeyeceğime söz veriyorum."

diye karşılık verdi ve hayatı boyunca da verdiği bu söze sadık kaldı (bk. Salih Suruç, Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, I/102-103).

Kainatın Efendisini (asm) himayesine alan Ebu Talib, hem son derece fakir hem de ailesi kalabalık idi. Dolayısıyla geçim sıkıntısı çekiyordu. Çok merhametli ve dürüstlüğüyle tanındığından Kureyşliler tarafından çok fazla sevilip hürmet görüyordu. Üstün vasıfları ve değerli şahsiyetinden dolayı da yörenin ileri gelenlerindendi. Oysa, o zamana kadar fakir olup da büyük olarak kabul ve saygı gören pek kimse gelmemiş ve böyle birisi kavminin başına geçmemişti. Ebu Talib adeta bir istisna idi.

Ebu Talib, Peygamber Efendimiz (asm)'e çok yakın alaka göstererek gittiği her yere onu da götürür, kendisiyle bir arkadaş gibi sohbet eder, yetişmesine de özel önem verirdi. Evinde de benzer hava hakimdi. O olmadan sofra kurulmaz, sofrada olmadığı zaman Ebu Talib, "Muhammedim nerede, çağırın gelsin." demek suretiyle hassasiyetini hemen belirtirdi. Peygamber Efendimiz (asm) de aynı sevgi ve saygıyı göstererek büyükleri sofraya oturmadan ve yemeğe başlamadan yemek yemezdi. Onun bulunduğu her sofra bereketlenir ve herkes doymuş bir vaziyette kalkardı. O olmadığı zaman aksi olurdu.

Ebu Talib'in önemli özelliklerinden birisi de cahilliye döneminin çirkinliklerine bulaşmamış ve böyle bir yaşantıyı ömrü boyunca yaşamamış olmasıdır. Hiçbir zaman içki içmezdi, Kainatın Efendisi (asm)'i himaye etmeye layık bir hayat tarzı vardı. Mekke'de Kabe'nin perdedarlığı ve hac mevsiminde hacılara su içirme hizmetinde bulunuyordu. Ancak, bu hizmetler önemli masraf gerektirdiğinden ve imkanlarının da elvermemesinden dolayı kardeşi Hazreti Abbas'a devretmek zorunda kaldı.

Ebu Talib, ticaret kervanıyla Suriye'ye gitmeye karar verdikten sonra Hazreti Muhammed (asm)'i de yanında götürmeye karar verdi ve böylece yine yanından ayırmamış oluyordu. Bu Suriye seferi sırasında Busra'da konakladıkları sırada meşhur bir rahip olan Bahira tarafından misafir edilmişlerdi. Bahira Peygamber Efendimizi (asm) görüp, onun ilerde geleceği kutsal kitaplar tarafından müjdelenen peygamber olduğunu anlayınca hemen Ebu Talib'i yanına çağırarak şu tavsiyelerde bulundu:

"Yeğenini hemen memleketine geri götür. Onu hasetçi Yahudilerden koru. Vallahi, Yahudiler çocuğu görüp de benim fark ettiklerimi onlar da fark ederlerse ona kötülükte bulunurlar. Çünkü, senin bu yeğenin ileride büyük şan ve nam kazanacaktır. Durma, onu hemen geri götür."(bk. age., s. 119).

Bu tavsiye üzerine Ebu Talib Şam'a gitmekten vazgeçip hemen geri döndü.

İslam güneşinin doğuşu ve insanların İslam'a davet edilmeleriyle beraber bu şerefe nail olan ilklerden biri de Hazreti Ali'dir. Ebu Talib, günün birinde yeğeni ve oğlunun beraber namaz kıldıklarını öğrendikten sonra, atalarının dinine bağlı kalacağını beyan etmekle beraber onlara ilişmediği gibi, Peygamber Efendimizi (asm) ömrünün sonuna kadar savunmaya devam etti. İnsanların açıkça İslam'a davet edilmelerine paralel olarak müşriklerin tazyik ve baskıları arttı. Müslümanları her açıdan ablukaya almaları üzerine, Ebu Talib Haşim ve Muttalib oğullarını yardıma çağırdı. Kardeşi Ebu Leheb hariç diğerleri Ebu Talib'in etrafında toplanarak boykot ve ambargolardan etkilenme pahasına da olsa sıkıntıya katlanarak bir bakıma Müslümanlar safına geçmiş oldular.

Ebu Talib'in desteğinden dolayı Peygamber Efendimize (asm) istedikleri zararı veremeyen müşrikler O'nu kendilerine teslim etmesini istediler. O teklifi kabul etmediği gibi, iman etmemiş olmasına rağmen korumaktan vazgeçmedi.

Ebu Talib'in yaşı epey ilerlemiş olup hastalığı şiddetlendi. Peygamber Efendimiz (asm), kendisini küçük yaşından beri bağrına basıp şefkatini esirgemeyen, himayesinde büyüten, kendisini koruma adına her türlü tehlikeyi göze alan sevgili amcasını kaybedeceğine son derece üzülüyordu. Diğer yandan Müslüman olup ebedi saadete ulaşmasını sağlamak için elinden gayreti gösteriyordu. Amcasının hastalığı ilerleyince tekrar kelime-i şehadet getirmesini ve böylece kendisine ahirette şefaatçi olabileceğini söyledi. Bu teklif üzerine Ebu Talib;

"Yeğenim, vallahi, benden sonra sana ve atalarının oğluna, çok yaşlanmaktan dolayı bunaklık atfetmeleri korkusu olmasaydı, istediğin şeyi söyleyip sana tabi olurdum. Kureyş, o istediğin sözü ölümden korkarak söylediğimi zannedecekleri için söyleyemeyeceğim."

diye karşılık verdi. Böylece Peygamber Efendimizin (asm) beklediği cevabı vermesi tekrar nasip olmadı. Görüş birliği olmamakla beraber, İslam ulemasının ekseriyetine göre, iman etmeden son nefesini vererek vefat etti.

Herkesin Peygamber Efendimize (asm) sırtını döndüğü, Müslümanların binbir eziyet ve işkencelere maruz kaldığı bir dönemde Ebu Talib'in desteği elbette ki çok büyük önem taşır. Başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere tüm müminlerin gönlünden geçen arzu, Ebu Talib'in Müslüman olarak ebedi aleme geçmesi idi. Ancak, bu gerçekleşmedi. Oysaki kainatta en büyük hak ve hakikat imandır. Bediüzzaman Hazretlerinin, II. Dünya Savaşı ile ilgilenmediğini görenler, "bu olaydan daha büyük ve önemli bir dava mı var, ilgilenmiyorsun" diye soranlara şöyle cevap vermiştir:

"Her bir insanın başında ebedi hayatı kazanıp-kaybetme davası var.  ...eğer İngiliz, Alman kadar serveti ve kuvveti olsa ve aklı da varsa, yalnız o dâvâyı kazanmak için bütününü sarf edecek... Eğer iman vesikası olmazsa ve berâtı ve senedi olan itikadı sağlam bir surette elde etmezse, o dâvâyı kaybeder. Acaba bu kaybettiği şeyin yerini hangi şey doldurabilir?"(bk. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 168-169)

Ebu Talib'in iman edip etmediği sorusu Bediüzzaman Hazretlerine de sorulmuştur. Risale-i Nur'un bu konuda verdiği cevap, net ve çok önemli bir konuya işaret etmesi bakımından orijinal bir tespittir. Ebu Talib'in, Hazreti Muhammed Aleyhisselam'a gösterdiği muhabbetin peygamberliği cihetiyle değil de, şahsı ve zatına olan bir sevgi olduğuna işaret edilmektedir.

"Ebu Talib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletini değil, şahsını, zâtını gayet ciddî severdi. Onun o gayet ciddî, o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir. Evet, ciddî bir surette Cenâb-ı Hakkın Habib-i Ekremini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebu Talib'in, inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen makbul bir iman getirmemesi üzerine, Cehenneme gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî cenneti, onun hasenatına mükâfaten hâlk edebilir. Kışta bazı yerde baharı hâlk ettiği ve zindanda, uyku vasıtasıyla, bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî cehennemi, hususî bir nevi cennete çevirebilir." (bk. Mektubat, s. 375-376).

Bu tespit, kendisine iman edilmediği halde kullarından zuhur eden güzel haslet ve amelleri karşılıksız bırakmayan Cenab-ı Hakk'ın merhametinin azametine çok güzel bir örnek teşkil etmektedir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun