Mevlana, Moğollara yönelik neden cihad etmemiştir?

Tarih: 27.12.2010 - 00:00 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Moğollar ile iyi ilişkisi olduğu yönündeki eleştirileri nasıl değerlendirirsiniz?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Mevlana, İslam düşüncesine Mesnevi ile önemli bir açılım getirmiştir. Şems-i Tebrizi ile tanışması, O’nun düşünce dünyasında önemli bir inkılaba sebep olmuş, kendine has bir sufi çizgi oluşturmasında baş rol oynamıştır. Mevlana’nın Mesnevi yazımını başlatmak üzere Konya’ya gelişi, sosyolojik olduğu kadar ontolojiktir de. Hz. Meryem’in Hz. İsa (as)’ı doğurmak için kendine Doğu tarafında farklı bir yer bulması gibi, Mevlana’nın Mesnevi’yi doğurmak için yerleşecek toprak / mekan arayışı içinde olması, işin ontolojik anlamıyla ilgilidir.

Olayın siyasi ve sosyolojik tarafı ise Moğollarla ilgilidir. Doğuda meydana gelen Moğol tehlikesi ve bu bağlamda gelişen siyasi kavga ve karmaşa İslam toplumunun birliğini ve siyasi gücünü ciddi olarak tehdit etmekteydi. Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled, Celaleddin’ini Moğol fitnesinden uzak tutmak ve O’na sükun içinde bir memleket bulmak gayesi ile Belh’den hicret etti. Çünkü baba, nasıl bir oğula sahip olduğunu biliyordu. Baba ile oğlun hicret yolculuğunda önemli bir durağı Şam’dı. Orada İbn-i Arabi ile görüştüler ve bu büyük sufi, babasının peşinden yürüyen küçük Mevlana için “Bir gölün peşinden bir derya yürüyor.” tesbitinde bulunmuştur.

Mevlana için en son durak Konya oldu. Bu, aynı zamanda Moğollardan salim olunacak yerin Konya olduğunun bir işaretidir.

Moğol saldırılarının Selçukluyu da sarsacağı belliydi. Selçuklular, Moğollar karşısında esaslı bir yenilgi almışlardı. Çaresizlik ve siyasi kaos, savaş imkanlarını tüketmişti. Mevlana için Moğol yıkımını daha da ileriye taşıtmamak için tek bir yol kalmıştı; cihad-ı ekber (nefse ve ene’ye karşı cihad) yolu. Çünkü Moğol fitnesi, siyaseten tükettiği Müslümanları, iman damarından vurmak ve ana damarı koparmak için son kaleyi de yıkmış, kendisine bir yol açmıştır. Moğolları bu yoldan yürütmemek, Konya’da Mevlana’ya düşmüştür. Kılıcın çözemediği yerde imdada hicret ve cihad-ı ekber yetişmiştir.

Belh’den Konya’ya hicretini gerçekleştiren Mevlana, Konya’da da cihad- ekberi(ruhi mücadele) tatbik ederek Moğol sorununu çözmüştür. Moğolları vahşete sürükleyen benlik ve nefs hastalığına Hz. İsa (as) gibi Ruh kılıcı  ile çare olmuştur. Nefsin karşısına Ruh ile çıkmıştır. Bunun sonucu olarak Moğollar yakıp yıkma güçlerini kaybettikleri gibi, bir çoğu da Müslüman olmuştur. Bu bir anlamda , Moğolların Müslümanların eline tutuşturdukları silahı (mücadele yöntemini) Mevlana’nın Müslümanlara kullandırmaması demektir. Düşman  böylece kendi istediği gibi karşı koyma eyleminde bulunmayan Müslümanlar karşısında eli boş kalmış,  çaresiz duruma düşmüş ve Anadolu’yu terk edip gitmek zorunda kalmıştır. Yani Mevlana, Moğolların açtığı kulvarda koşmamıştır. Mevlana, oyuna gelmemiştir.

Allah Rasülü (asm), Hudeybiye’de ne yaptı ise, Mevlana Konya’da onu yapmıştır. Başta bir yenilgi gibi algılanan Allah Rasülü’nün Hudeybiye’deki tavrının, müthiş bir zafer doğuracağını kim bilebilirdi ki? Mevlana’nın Konya’daki siyasi davranışı da büyük bir zafer doğurmuştur. O tavırdan bir Osmanlı doğmuştur. Bu gün bile Anadolu, Müslüman kalabilmişse bunu Mevlana’ya borçludur.

Kendi yenilgilerine zafer süsü veren pozitivist İslamcılardan, Mevlana’nın o büyük taktik, strateji ve zaferinin ruhunu anlayabilmelerini beklemek herhalde çılgınca bir davranış olurdu. 

(Sait Mermer)
* * *
NOT: “Müceddidlik, Manevi Cihad ve Mevlana” isimli şu makaleyi de okumanızı önemle tavsiye ederiz.

MÜCEDDİDLİK, MANEVİ CİHAD VE MEVLANA

Mevlana Hazretlerine olan ilgi yurtiçinde ve yurtdışında her geçen gün daha da artmaktadır. Özellikle UNESCO’nun 2007 yılını Dünya Mevlana Yılı ilan etmesinden sonra, Türkiye’de ve dünyada Mevlana konulu anma programları, sanat etkinlikleri ve

ayınlarda çok ciddi bir artış meydana geldi. Artık Mevlana hakkında çok şey yazılıyor, çok şey söyleniyor, makaleler, dergiler, kitaplar, CD, VCD ler yayınlanıyor, tiyatrolar, orotoryolar, müzikaller, filmler, çizgi filmler sunuluyor, sema gösterileri düzenleniyor.

Ancak pek çoğu ruhsuz ve samimiyetsiz olan ve sırf “yapılmış olmak için yapıldığı” intibaını uyandıran bu faaliyet ve yayınlarda, bilinçli veya bilinçsiz olarak çoğu zaman Hz. Mevlananın yanlış tanıtıldığına, yaşadığı asrın müceddidi olan ve dini sahada çok büyük hizmetler ifa eden büyük maneviyat sultanının, sanki bir folklorik değermiş gibi özden ziyade şekil ile nazar-ı dikkatlere sunulduğuna şahit oluyoruz…

Sanki herkes gerçek Mevlana’yı değil de kendi işine yarayacak olan, hayal ettiği, kendi arzusu istikametindeki bir Mevlana’yı tanıtmaya çalışı yor. Öyle ki çoğu zaman O’un manevi şahsiyeti, manevi bir kutup ve evliyaullahın büyüklerinden olduğu, büyük bir İslam alimi, müctehid ve asrının müceddidi olduğu, hayatını sünnet-i seniyye dairesinde ve Kurana hizmet amacıyla yaşadığı gerçekleri görmezlikten gelinmekte ve nazarlardan saklanmaktadır.

Hatta öyle yanlış anlayışlarla karşılaşıyoruz ki; Hz. Pir’in bazen dinler üstü hümanist bir şair, bazen sanat düşkünü bir musikişinast, bazen haşa Şamanizmden izler taşıyan ve islamın temel esaslarını değiştirmeye çalışan bir reformist, bazen aşk ile özdeşleşen Ortadoğulu bir edebiyat dahisi, bazen eski yunan felsefesinden etkilenmiş zeki bir filozof ve gönül adamı, bazen bir Moğol ajanı, bazen de Türklükle ilgisi olmayan ve eserlerini Farsça yazan Farisi(İranlı) bir düşünür olarak lanse edilmeye çalışıldığını görüyoruz.

Mevlana’yı Anlayamamak

Merhum Osman Yüksel Serdengeçti, Mevlana’dan söz etmeyi “Denizi bardakla boşaltmaya” çalışmaya benzetir ve “O bir umman, O bir derya… Biz Onun aciz hayranları, birer damlayız.” der.(1)

Denizi bardakla boşaltamayacağımız gibi, büyüklerin hal ve meziyetlerini de anlatmakla bitiremeyiz. Onların muhteşem hayatlarını, hizmetlerini ve manevi makamlarını tasvir etmekte kalem ve kelam yetersiz kalır.

Büyükler hakkında söz söylemek, onları anlatmaya, tanıtmaya çalışmak bir su damlası veya kırık bir cam parçasındaki yansımasına bakıp güneş hakkında hüküm vermeye benzer. Koca güneşin evsaf ve azametini bir cam parçacığındaki ışıltıda bulmak mümkün olamaya cağı gibi, yüce mertebelerdeki maneviyat sultanlarının nurunu, yıldız böceğinin sönük ışıltısı derecesinde olan kafa ve akıl fenerimizle ihata ve idrak edebilmemizde mümkün olamaz. Zira büyüklerin halinden ancak büyük olanlar anlar; onların kadir ve kıymetini onları ihata edebilenler bilir. Onları, ancak kendileri gibi manevi makamı, ilim ve ihatası yüksekte olanlar anlayabilir. Aksi halde tüm anlama iddiaları kısır, tüm anlatma ve tanıtma teşebbüsleri noksan kalır.

Onun için bazıları Mevlana’yı tanıtırken, gerçek Mevlana’yı değil, sadece kendi kafalarında ki Mevlana imajını anlatmaktadırlar. Mevlana’yı anladığını iddia eden bu kişiler, cam parçasındaki yansımasını asıl güneştir sanarak, güneşi, yansıyan o ışıltısı seviyesine indirgeyerek, küçülterek tasvir etmeye, anlatmaya çalışıyorlar. Çoğu zaman Mevlana’nın azametine perde olduklarının, küçülttüklerinin farkında olmadan yapıyorlar bunu. Adeta cam parçasındaki yansımasına bakıp, işte güneş budur diyorlar. Bu noksan algılayış nedeniyle, Hz. Mevlana’nın genellikle doğru anlaşılamadığını ve yanlış tanıtıldığını görüyoruz.

Hz. Mevlana’yı tanımaya çalışırken, göz önüne almamız gereken en önemli bir husus: O’nun “Kur’anın sadık bir talebesi ve hizmetkarı, Hz. Peygamberin (s.a.v.) varisi ve talebesi” olduğu gerçeği dikkate alınarak anlamaya çalışılması gerektiğidir. Zira Üstad Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, “her şeye manay-ı ismi ve manay-ı harfi olmak üzere iki cihetten bakılabilir. Manay-ı ismi cihetinden bakmak; kendi nefsine, maddi ve fani cihetine nazar etmektir. Bu cihetten bakınca Mevlana sadece hümanist bir filozof, usta bir şair, aşk ve sevgi sembolü bir edebiyatçı veya sanatkar bir musikişinast olarak algılanabilir. Manay-ı harfi ise, bir şeyin sahibine, sanatkarına, yaratılış gayesine bakan cihetine nazar etmektir. Yani Mevlana’ya Allah namına ve Resulullah hesabına bakmaktır. Bu cihetten bakınca Hz. Mevlana, Kur’anın sadık bir hizmetkarı, Sünnet-i Seniyye’nin ihyasına çalışan bir peygamber varisi, büyük bir İslam alimi, bir maneviyat sultanı ve asrının müceddidi olarak anlaşılır.

Biz, Mevlana Hazretleri ve eserleri konusunda uzman ve yeterli malumat sahibi olmamakla birlikte bu çalışmamız ile, yanlış anlamalara ve yanlış tanıtmalara dikkat çekerek, onun nasıl anlaşılması gerektiğine vurgu yapmaya ve bir nebze de olsa Hz. Mevlana misyonuna hizmet etmeye çalışacağız.

Müceddidlik Müessesesi

Hz. Mevlana’nın şahsiyetini, misyonunu ve tarih içerisindeki fonksiyonunu anlayabilmek için müceddidlik müessesesinin ne olduğunu bilmek ve konuya bu açıdan bakmak gerekir. Onun için müceddidlik müessesesine kısaca göz atmakta fayda görüyoruz.

Müceddid kelimesi, lügatta yenileyen, yeni bir şekil veren, yeniden güçlendiren anlamlarına gelmektedir. Istılahta ise, Peygamberimizin sünneti terk edilip bid'atlar yayılınca insanlara yeniden dinlerini öğreten ve bu bid'atleri bertaraf etmeye çalışan İslâm bilgini demektir. Gramer yönünden "Cedde" fiilinden ism-i faildir.

“Cenab-ı Allah, insanlara doğru yolu göstermek için ihtiyaç nisbetinde onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerin sonuncusu Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Ondan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir. Diğer ümmetlerde olduğu gibi Peygamberimizin ümmeti arasında da zamanla bid'at ve hurafeler baş gösterebilir ve bunun neticesinde müslümanlar dinden ve peygamberimizin sünnetinden uzaklaşmakla karşı karşıya gelebilirler. Ayrıca her gün değişen hayat şartları ve ilerleyen teknikle birlikte birtakım yeni meseleler ortaya çıkar ve bunlara dinî açıdan bir hüküm verme ihtiyacı doğar.

Toplum içinde çıkan bid'atlere karşı koyacak, dine yapılan saldırılar karşısında dini savunacak, yeni meselelere bir çözüm bulabilecek ve müslümanlara yeniden dinlerini öğretip onları yönlendirecek şahsiyetlere de bu ölçüde ihtiyaç hissedilir ki, peygamberlik müessesesi sona erdiğinden ve bundan sonra artık peygamber gelmeyeceğinden bu görev Peygamberimizin ümmetinden çıkan âlimlere düşmektedir. Bu âlimlere dinî literatürde "müceddid" denilmektedir.”(2) “Geçen zaman içinde kasıtlı ve kötü niyetli kimseler birtakım yanlış inançları, hurafe ve âdetleri İslamın içine sokmaya çalışırlar, bir süre sonra da bu yanlışlar toplumun bazı kesimleri tarafından kabul görür, yayılma ve uygulama alanı bulur. Gün geçtikçe de İslamın ve imanın bazı esaslarını zedelemeye, Peygamberimizin bazı sünnetlerini unutturmaya ve terk ettirmeye kadar götürür. Böylece Müslümanlar bilmeden dinlerine ayıkırı birtakım inançları taşırken, yapa yapa alışkanlık haline getirdikleri hurafe ve bid’atlardan vaz geçemez olurlar.

İşte İslamın zayıfladığı, bid’atların her tarafı sardığı, Müslümanların kendi dinlerinden uzaklaşmaya başladığı, İslama hücumların arttığı böyle bir zamanda Cenab-ı Hak, dini yenileyecek ve güçlendirecek, içine sokulan bid’at ve yanlışlıkları temizleyecek ve savunmasız kalan İslamı savunacak bir müceddid gönderir.

Hadiste Peygamberimiz (asm)'in dile getirdiği gibi, "Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir.”(3)

İslâm alimlerinden bazıları hadiste yer alan “men yüceddidü / dinî işlerini yenileyecek bir müceddid” sözünden maksat bir zatdır demiş; bazıları ise bundan maksat bir kişi değil, maksat bir cemaat, bir kadrodur görüşünü ileri sürmüşlerdir. “Hadisin bazı rivayetlerinde, gönderilecek müceddidin, Rasulûllah'ın temiz sülalesinden olacağı bildirilmiştir. Ayrıca gelecek müceddidin bir değil birkaç olacağını söyleyenler de vardır.”(4)

Tecdîd işinin çeşitli şubeleri vardır:

“Müceddidin, içinde yaşadığı muhite ait hastalıkları doğru bir şekilde teşhis etmesi gerekir. Müceddid, topluma yönelik ıslah çareleri bulmalı; yani cemiyet üzerinde câhiliyyetin galebesini yok edip İslâm'ın sosyal hayata girme imkânını hazırlamalıdır. Müceddidin fikri ve nazari bir inkılap meydana getirmek için çalışması; yani insanların düşüncesini, inançlarını, duygularını, ahlâk görüşlerinin yönünü İslâm'a uygun bir hale getirmesi, eğitim ve öğretim sistemini ıslah etmesi, İslâm ilim ve sanatlarını ihya etmesi... Özetle yeniden saf İslâm ruh ve düşüncesini diriltmesi, onun en temel işlerindendir. Müceddid amelî ıslah hareketini ele almalı, câhiliyye âdet ve geleneklerini iptal etmeli, ahlâkı temizleyip yükselterek, islâmî manâda lider olacak kişileri yetiştirmelidir.”(5)

“Müceddidin ana görevi, sarsılan Tevhid inancını yeniden onarmaktır. Müceddidlerin hemen hepsinin Tevhid öncelikli vazifelerle geldiklerini görüyoruz. Çünkü Tevhid dini için, Tevhîd esasının ve inancının sağlamlığı önemli bir husûsiyettir. Müceddidler çağlarındaki dinin yıpratılma çabalarının ağırlığına göre bazen kalbî bir yol açarak tasavvuf sâhasında; bazen akıl, ilim ve hikmet yoluyla fıkıh veya kelâm sahasında tecdid ve içtihad vazîfelerini yürütmüşlerdir.

Kendilerinden önceki müceddidin fikirlerini tasdik ve teyid etmekle berâber, İslâmiyetin farklı bir yönünü keşfetmişler, Kur’ân’ı ve hadisleri yeni bir anlayışla yorumlamışlardır.(6)

“Mücedditlerin kimler olduğu hususunda ittifaklar olduğu gibi ihtilaflar da vardır. Her meslek ve meşrep sahibi, meseleye kendi zaviyesinden baktığı için, farklı şahısları müceddid olarak görebiliyor. Hatta aynı dönemde olup, farklı alanlarda müceddidlik yapanlar da olmuştur. Bu yüzden net bir isim sıralaması vermek zordur.

Peygamber Efendimiz’in (asm) verdiği, herbir asırda bir müceddid-i din geleceği haberine, Üstad Bediüzzaman’ın nazarıyla yaklaşmak, en sağlıklı yoldur. Yani müceddidler herbir asırda, herbir meslekte, herbir meşrepte, herbir ilim dalında ve herbir memlekette ayrı ayrı değerlendirilmeli, sayıları kesinlikle sınırlandırılmamalıdır. Ancak herbir dalda ve sahada numune göstermek mümkündür. Mesela; siyasette Ömer İbn-i Abdülaziz müceddid olduğu gibi, fıkıhta; İmam-ı Azam Ebû Hanîfe, İmam-ı Şâfiî, Ahmed bin Hanbel, İmam-ı Mâlik(ra), tasavvufta; Ma’ruf-u Kerhî, Bâyezıd-ı Bistâmî, Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, Bahaeddin Nakşibend, Şemseddin-i Tebrizî, Mevlânâ Câmî, Mevlânâ Halid Bağdâdî, ahlâkta; Ahmed Yesevî, Şeyh Edebâlî, hadiste; Celaleddin-i Süyûtî, İmam-ı Buhârî, İmam-ı Müslim, Tirmizî, feyz, hârikalar ve kerâmetlerde; Gavs-ı Azam Abdülkadir-i Geylânî, Ahmed er-Rüfâî, gizli sırların keşfinde Hüccetü’l-İslâm; İmam-ı Gazâlî, tarîkat ve akaidin inceliklerinde ve mertebelerinde; İmam-ı Rabbânî ve nihâyet asrımızda îman hakîkatlarının keşif, tahkîk ve hakka’l-yakîn sûretinde görülüp anlatılmasında; Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretlerinin müceddid -i din olduğunda şüphe yoktur. Bu sayılanların dışında da, hiç şüphesiz burada yer veremeyeceğimiz kadar, fakat başımızın tâcı bulunan çok sayıda müceddid gelmiş ve görev yapmıştır. Müceddidlerin hepsi velayet-i Kübra olan sahabe mesleğinde gitmişlerdir.”(7)

Mevlana’nın Yaşadığı Devrin Özellikleri

Mevlana Hazretleri’nin müceddidlik misyonunu ve tecdid hizmetlerinin mahiyetini anlayabilmek için, onun yaşadığı devri bilmek ve çok iyi tahlil etmek; ferdi ve içtimai hayattaki tahribatı ve ruh ve gönüllerde yapılması gereken manevi tamiratı, yani hizmet ihtiyacını doğru tespit etmek gerekir. Çünkü hadiseler, ancak kendi tarihi ve sosyal şartları içerisinde değerlendirilirse doğru sonuçlara ulaştırabilir. Tavır ve faaliyetlerin arka planındaki sosyo-kültürel şartları dikkate almaksızın doğru tespitler yapmak mümkün olamaz.

Mevlana Hazretleri’nin yaşadığı On üçüncü yüzyılda Anadolu’nun genel durumuna bakar sak, savaşlar, katliamlar, anarşi, kargaşa, yokluk, kıtlık ve zulmün hüküm sürdüğü bir manzara ile karşılaşırız.

Müslüman Türk’ün Anadolu toprakları ile tanışmasının daha Malazgirt Savaşı öncesinde başladığını görüyoruz. Selçuklu akıncıları Anadolu içlerine akınlar düzenliyorlar, kendilerine yurt tutup yerleşiyorlar.

Türkistan’dan gelen Alperenler, maneviyat sultanları da Anadolu’da köy köy, şehir şehir dolaşıp, yerli halka İslam’ı anlatmaya ve İslam’ı yaymaya çalışıyorlardı.

1071 Malazgirt Zaferi ile Bizans ordusunun ağır bir mağlubiyete uğraması üzerine Anadolu’da Müslüman Türkün ilerlemesini engelleyecek hiçbir ciddi güç kalmadı. Malazgirt Zaferinden sonra pek çok Müslüman Selçuklu Beyi, Anadolu’da fetihlere giriştiler ve fethettikleri yerleri yurt edindiler.

Selçuklu Beylerinden Kutalmışoğlu Süleyman Şah 1075’de İznik başkent olmak üzere Anadolu Selçuklu Devletini kurdu. 1077’de ise Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah ve Abbasi Halifesi, Süleyman Şah’ı “Anadolu Hükümdarı” olarak tanıdılar.(8)

Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Türkistan’dan gelerek Anadolu’ya yerleşen Türklerden güçlü bir ordu kurarak fetihlere girişti ve Anadolu’daki şehirleri birer birer fethetmeye başladı.

Ordusunun çoğunluğu devşirmelerden oluşan Büyük Selçuklu Devleti hızla güç kaybedip tarih sahnesinden silinirken, ordusu Müslüman Türklerden oluşan Anadolu Selçuklu Devleti hızla gelişti, askeri, siyasi, iktisadi ve ticari alanda kalkındı.

1157’de Büyük Selçuklu Sultanı Sancar’ın vefatından sonra, Sultan II. Kılıçaslan, Büyük Selçuklu Devletine bağımlı olmaktan kurtuldu. Ancak kısa bir süre sonra başlayan III. Haçlı Seferleri Anadolu’da büyük bir yıkım ve sefalet dönemini başlatmıştır.

Selahaddin Eyyübi tarafından fethedilerek Hıristiyanların elinden kurtarılan Kudüs’ü geri almak için Avrupa devletleri birleşerek III. Haçlı Seferini düzenlediler. Yaklaşık 600.000 kişilik Haçlı Ordusu Anadolu üzerinden geçerek Filistin ’e ve Kudüs’e gitmeye karar verdi.

Haçlı ordusunun ülkesinden geçmesine izin vermeyen II. Kılıçaslan, haçlı ordusu ile savaşa başladı. Çok güçlü haçlı ordusunu yenemeyeceğini bilen Selçuklular, baskınlar düzenleyerek haçlı ordusuna zayiat verdirme ve zayıflatma taktiği takip ettiler. Haçlılara karşı münferit bazı zaferler kazanılmakla birlikte, haçlı ordusu geçtiği yerleri yakıp yıktı, talan etti, halkın elinde malı-mülkü neyi varsa gasbetti. Konya dahil pek çok Selçuklu şehri işgal edilerek talan edildi. Çok yerde Müslüman ahali kılıçtan geçirilerek katledildi. Haçlı seferini fırsat bilen birçok yerli Hıristiyan unsur ayaklandı, isyanlar çıktı.

Haçlı seferi ülkede, bir yandan iktisadi yönden tam bir yıkım meydana getirip halkı sefil ve perişan ederken, öte yandan da siyasi istikrarın bozulmasına yol açtı. Saltanat kavgaları, iktidar mücadeleleri, kargaşa ve iç mücadeleler baş göstermeye başladı. Ancak tüm olumsuzluklara rağmen devlet varlığını sürdürdü.

1200’lü yılların başında Doğuda bir taun felaketi gibi Moğol istilaları yaşanıyordu. Moğollar devrin en güçlü İslam ülkelerinden biri olan Harzemşahlılar devletini yıkmışlar, tüm doğu ülkelerini hızla istila etmişlerdi. Moğollar girdikleri yeri yakıp yıkıyor, ahaliyi katlediyor ve nice mamur şehirleri bir daha yaşanmaz hale getiriyorlardı.

Moğol istilasından kaçan pek çok Türkmen boyu daha güvenli bölge olarak gördükleri Anadolu topraklarına göç etmeye ve buraya yerleşmeye başladılar. Anadolu’ya hicret eden bu Türkmen boylarından bazıları İslam dini ile yeni müşerref olmuşlar, şamanizmin etkisinden tam anlamıyla kurtulamamışlardı. İslami şuura tam sahip olmadıkları için yanlış dini akımlara kolayca kapılabilecek durumdaydılar.

Öte yandan merkezi otoritenin zayıflaması nedeniyle, Anadolu’ya yeni gelen Türkmen boyları memleketin muhtelif yerlerine rasgele yerleşiyorlar, birlik ve beraberlikten uzak, boy boy münferit yaşıyorlardı. Ayrı ayrı yaşadıkları içinde birlik ve beraberliğin kazandıracağı güçten yoksun kalıyorlardı. Onun içinde kolayca zulme uğrayıp, mağdur oluyorlardı.

Orta Asya’dan Anadolu’ya doğru gelen Müslüman Türk muhacereti Anadolu’daki çoğunluğu Rum ve Ermenilerden meydana gelen yerli ahalide ciddi memnuniyetsizlikler meydana getiriyor, sürtüşmeler ve gerginlikler yaşanıyordu. Yerli Rum ve Ermeniler, Türklerin Anadolu’ya yerleşmesini hazmedemiyor, rahatsızlık duyuyor ve fırsat buldukça tepki gösteriyorlardı. Öyle ki bu sürtüşmeler çok ciddi çatışmalar haline gelebiliyordu. Yani Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında uzlaşma, birlikte yaşama ve birbirini kabullenme problemleri yaşanıyordu.

Anadolu Selçuklu Devleti, Sultan Alaaddin Keykubat döneminde iktisadi, ticari, siyasi, içtimai, askeri, ilim, irfan vs. her bakımdan altın çağını yaşadı. Alaaddin Keykubat dönemi dışında münferit bazı dönemlerde de güçlü ve müreffeh devirler yaşandığı oldu. Ancak genel olarak değerlendirildiğinde iç karartıcı manzaralarla karşılaşıyoruz. Devlet hayatında çok ciddi kargaşaların yaşandığını görüyoruz.

Selçuklu şehzadeleri arasında bitmek bilmeyen saltanat ve taht kavgaları, saltanatın sık sık el değiştirmesi, basiretsiz ve dirayetsiz sultanlar, entrika ve ihanetler, beyler arası mücadeleler, yüksek bürokratlar(vezirler, komutanlar, saray görevlileri…) arasındaki rekabet ve dalavereler, iç hesaplaşmalar, arkadan vurmalar… vs. devlet otoritesini zaafa uğratmakta, ülkede anarşi ve kaosa yol açmaktaydı.

Merkezi devlet otoritesinin zayıflamasını fırsat bilen yerel beyler ve eşkıya çeteleri ise halka kan kusturmakta, zorbalıkla yoksul halkın elinde avucundaki varını-yoğunu, malını, mülkünü gasp etmekte halkı zulüm altında inletmekteydi. Halk yoksulluk ve sefalet içerisinde, zalimlerin zulmü altında inlerken, saraydaki şatafat, debdebe ve yaşanan sefahat göz kamaştırıyor ve halkın nefretini celbediyordu. Zulüm, sefalet ve yoksulluk içerisinde perişan olan halk hayatta kalmaya çalışıyor, bir kurtuluş yolu arıyor ve adeta bir kurtarıcı bekliyordu. Bunun içinde, “Denize düşen yılana sarılır” misali refah ve mutluluk vadeden şarlatanlara kolayca aldanıyor, batıl birtakım mezhep, tarikatlara hemen kapılıyor, zehirli fikir akımları kolayca yayılma zemini bulabiliyordu.

Baba İshak hadisesinde olduğu gibi bazı illegal cereyanlar, halkı örgütleyerek devlete isyan ediyor, halkı kandırıp, zihinleri bulandırıp, batıl inançları yaymanın yanı sıra binlerce insanın canından ve malından olmasına yol açıyorlardı. Halkı devlet aleyhinde kışkırtan şarlatanlar, yoksul ve çaresiz insanlara para, mal, mülk ve huzur vaat ederek, ülkenin huzur ve asayişini büsbütün bozuyor, anarşi ve kargaşanın yayılmasına hizmet ediyorlardı. Halkın çaresizliği, perişanlığı ve ümitsizliği ise her geçen gün daha da artıyordu.

Anadolu insanı 1242’den sonra haçlı ordularının maruz bıraktığı yıkımlardan çok daha büyük bir felakete uğradı. Harzemşahlar Devletinin yıktıktan sonra, Anadolu’ya saldırmak için fırsat kollayan Moğollar, Anadolu Selçuklu Devletinin gücünden çekiniyordu. Ancak, Selçuklu Devleti’nin Baba İshak isyanlarını bastırmakta zorlandığını gören Moğollar, Selçuklu Devleti’nin eski gücünün kalmadığını hissederek, cesaretlendiler ve sınır ihlalleri ile yavaş yavaş saldırıya geçtiler.

1243’de Anadolu Selçuklu Devleti’ne saldıran Moğollar, Erzurum, Kars, Sivas, Kayseri gibi o dönemde Anadolu’nun en mamur merkezleri olan şehirleri ciddi bir direnişle karşılaşmadan işgal ettiler ve yakıp yıktılar.

Moğol ve Selçuklu ordularının karşılaştığı Kösedağ’da, Selçuklu ordusu çok utanç verici bir mağlubiyet yaşadı. Selçuklu ordusu, sayıca Moğol ordusundan daha fazla (Selçuklu askeri 80.000, Moğol askeri 40-50.000) olmasına rağmen, Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev korku ve vehme kapılarak savaş alanından kaçmış ve O’nun peşinden askerler de kaçmıştı. Moğollar önce bunu bir harp hilesi sandılar ve günlerce ihtiyatta beklediler.

Bu utanç ve ibret verici tabloyu Prof. Dr. Osman Turan’ın “Selçuklular Zamanında Türkiye” isimli kitabından aynen nakledelim:

“Sabahleyin ordugaha yaklaşan Moğollar otağ ve çadırlarda hiçbir insan göremiyorlardı. Selçukluların bir harp oyunu sanatı karşısında bulunduklarını, bir muharebe taktiği yaptıklarını ve bir pusu kurdukları düşüncesiyle oradan uzak kalmışlar; ancak iki gün sonra ordugaha girebilmişlerdir. Filhakika Moğollar çadırlara girince orada Türklerden tek bir insan göremediler; korkunun şiddetinden hiçbir şey alamadan bütün silahlarını, mallarını, altın ve gümüş hazinelerini olduğu gibi bırakıp kaçtıklarını anladılar. Böylece ilk öncü çarpışmasından sonra hiçbir ciddi savaş ve mukavemet gösterilmeden 3 Temmuz 1243 Cuma günü bu muharebe bitmiş; koca Selçuklu ordusu utanç verici bir mağlubiyete uğramış; hatta muntazam bir geri çekilme kabiliyetini dahi göstermeden, herkes canını kurtarabilme endişesiyle kaçmış ve ordu dağıtılmıştı."

"Moğollar Selçuklu ordugahında hesapsız ganimetler elde ettiler. Sultanın ihtişamlı otağı, emirlerin renkli çadırları, at, katır, deve ve çeşitli silahlardan başka sayısız kumaş, elbise, mefruşat, kıymetli yemek takımları, altın, gümüş ve mücevherat sonsuz idi… 300 deve yükü altın, 3000 hayvan altın ve gümüş eşya yükü. Zırhlarda 40 araba ile taşınıyordu.”(9)

Kösedağ hezimetinden sonra Moğolları Anadolu’da durduracak hiçbir askeri güç kalmadı. Moğol orduları ciddi hiçbir askeri direnişle karşılaşmadan Selçuklu şehirlerini işgal ettiler, yakıp-yıkıp talan ettiler. İşgale uğrayan yerlerde Müslüman ahali hem katledildi hem de mal, mülk, hayvan vs. tüm ekonomik değerleri gasbedildi. Anadolu şehir ve köyleri viraneye döndürüldü, uzun yıllar kapanmayacak derin yaralar açıldı. Savaştan sonra Selçuklu Devleti çok ağır şartlarda haraca bağlanarak, bir çeşit Moğol sömürgesi haline getirildi.

Moğollar, Mevlana Hazretleri’nin manevi ağırlığı karşısında Konya’yı işgal etmekten vazgeçtiler. Ancak, Vezir-i Azam ile Moğollar arasında yapılan anlaşmalar gereğince Konya halkı çok ağır savaş tazminatı ve hediyeler ödemek zorunda kaldı. Bu da savaşlardan bunalan, yoksullaşan halkı daha da fakirleştirdi. Moğol istilası Anadolu’da çok büyük bir yıkım meydana getirdi. Anarşi ve yoksulluk tüm ülkeyi kuşattı. Maneviyat sarsıldı, değerler alt üst oldu. Kaos, kuralsızlık ve zulüm hüküm sürmeye başladı. Yalan, talan, hırsızlık, eşkıyalık çoğaldı. Kuvvetlinin zayıfı ezdiği, hak ve hukukun tanınmadığı, sefaletin kol gezdiği, batıl mezhep ve tarikatların hızla yayıldığı, sevgi, saygı, hoşgörü, merhamet gibi seciyelerin yok olmaya başladığı bir vahşet ortamı doğdu.

Tüm bu olumsuzluklar karşısında, on üçüncü asır Anadolu insanının kararan ufuklarına ışık saçan manevi bir güneş olmuştur Hz. Mevlana… Maddi çöküntü ve manevi kargaşadan bunalmış, yoksulluk ve sefalet içerisinde inleyen, işgal ordularının ve zorbaların zulmü altında yaşama sevinci ve ümitlerini kaybetmiş, insanı insan yapan güzel seciyeleri yıpranmış, sevgi, saygı, hoşgörü, şefkat, merhamet gibi değerlere hasret kalmış Anadolu insanını yeniden hayata bağlayacak, ruh ve gönüllerdeki tahribatı onaracak, manevi hastalıkları tedavi edecek, karamsarlıkları yok edecek, ümit ve moral aşılayacak bir ışık, bir nur olmuştur Hz. Mevlana… Zira on üçüncü asır Anadolu insanının:

- İslam’ı yanlış yorumlayan, bilerek veya bilmeyerek insanları din namına Kur’ân ve sünnetten uzaklaştıran zararlı dini cereyanlara ve batıl inançlara karşı mücadele ederek, Kur’an hakikatleri ve Sünnet-i Seniyye’nin ihyasına ve hayata geçirilmesine hizmet edecek, Allah’a yakınlaştıran ve Sünnet-i Seniyye dairesinde manevi terakkiye sevk edecek tasavvuf yollarını gösterecek,

- Müslümanlar arasında kardeşlik duygularını geliştirecek, birlik ve beraberliği tesis edecek,

- Kin ve nefret gibi duygular ile mücadele edecek, sevgi ve muhabbeti yayacak; insanlar arasında saygı, hoşgörü ve toleransı yayarak, insanları birbirine tahammül etme ve birlikte yaşama melekelerini kuvvetlendirecek,

- Diğer dinlerin mensuplarına da insan olarak hoşgörü ve toleransla yaklaşmayı teşvik edecek,

- Gayri müslimlere İslam’ın güzelliklerini, tevhit hakikatlerini lisan-ı hal ile ilim ve hikmetle anlatıp ikna edecek, kalpleri İslam’a ısındırıp, İslam’ı yayacak,

- Manevi hastalıklara karşı güzel ahlakın yayılmasına çalışacak,

- Değer yargıları zedelenmiş, ölçüleri kaybolmuş, nefisleri terbiye edip, güzel seciyelerle donatacak,

- Verdiği güzel ahlak ve müspet hareket dersleri hakkaniyet ve adalet ve itaat duygularını ihya edip, anarşi ve bozgunculuk ile mücadele edecek,

- İdarecilere yapacağı nasihatlerle onları baskı ve zulümden vazgeçirecek,

- Duygu ve hisleri heva ve heveslerden kurtarıp ilahi aşka yöneltecek,

- Ümitsizlikleri kırıp, insanlara ümit ve şevk aşılayacak,

- Kul hakkının, helal kazancın önemini, haram lokmanın afetini anlatıp insanları hırsızlıktan, soygunculuktan, talanda, zorbalıktan alıkoyacak,

- Komşu hakkını, anne, baba, evlat hakkını anlatıp, sosyal bağları kuvvetlendirecek,

- Cömertliğe, yardımlaşmaya, dayanışmaya, zekat ve sadaka vermeye teşvik edip sosyal bağları kuvvetlendirecek, bir mürşide, bir rehbere bir gönüller sultanına ihtiyacı vardır. Uzun sözün kısası XIII. asır Anadolu insanının Hz. Mevlana ve Onun manevi cihadına, tecdid hizmetlerine ihtiyacı vardır.

Doç. Dr. Yusuf Çetindağ, Mevlana’nın yaşadığı devirde yukarıda anlatmaya çalıştığımız tüm olumsuzluklara ve karamsar tabloya rağmen, On üçüncü yüzyılda Anadolu’nun adeta manevi alemdeki bir müdahale ile alimlerin toplandığı bir merkez, bir ilim irfan yuvası haline dönüşmeye başladığına, sanki manevi bir program ile Osmanlıya zemin hazırlandığına dikkat çekmektedir:

“Mevlâna’nın yaşadığı yüzyılda Şark-İslam dünyasında yaşanan siyasî, sosyal çalkantıların ve büyük yıkımların aksine, ilim ve kültürün zirveye çıktığı görülmektedir. Yüzyılın başında Moğol zulmüne maruz kalan Müslümanlar, güvenilir bir yer olarak gördükleri Anadolu’ya akın ettiler. Bunlar arasında devrin önde gelen aydınları ve alimleri de vardı."

"Ayrıca bu âlimler, Anadolu’daki ilim yuvalarında ders de verdiler. Başta sultan olmak üzere devlet adamlarından ve halktan iyi muamele gördüler. Anadolu Selçuklu Devleti’ni, ilim ve irfan yuvası haline getiren değerli âlimler arasında Şihabüddin-i Sühreverdî, Necmeddîn-i Râzî, Muhyiddîn-i Arabî, Ahmed Fakîh, Mevlâna Celaleddîn-i Rumî, Hacı Bektaş-ı Velî, Sadreddîn-i Konevî, Safiyyüddîn Muhammed Urmevî, Siracüddîn Mahmut Urmevî, İzzeddîn Urmevî, Celaleddîn Habîb, Sadeddîn-i Ferganî, Fahreddin Irakî, Kadı Burhaneddin, Kutbeddîn-i Şirazî, Ahî Evran, Ebu Hamid Kirmanî, Şems-i Tebrizî, Muhammed Behaüddîn Veled, Seyyid Burhaneddin Muhakkık Tirmizî, Şeyh Hüsameddin Çelebi, Mevlâna Muhyiddîn Kayserî, Şeyh Edebâlî, İbn-i Türkmanî, İbrahim-i Hemedanî, Cemaleddin-i Aksarayî gibi devrin en seçkin âlimleri vardı.”(10)

“Dikkat çeken noktalardan birisi de maddî hezimetlerin aksine bu dönemde manevî açıdan İslam düşünce hayatının en büyük isimlerinin yetişmesidir. Mesela Bahaeddin Veled, Mevlâna, Şems-i Tebrizî, İbn-i Arabî, Burhaneddin-i Tirmizî, Fahreddin-i Irakî, Sadreddin-i Konevî, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî gibi bu dönemde yetişen alimlerin hemen hepsi birbiriyle görüşmüştür.”(11)

“Bu noktada dikkat çeken bir ayrıntı da, bütün bu alimlerin aynı coğrafyada, Anadolu’da odaklanmasıdır. Ve yine bu alimleri başka memleketlerden çeşitli vesilelerin Anadolu’ya sevk ettiğini ya da çektiğini görüyoruz. Mesela Bahaeddin Veled, Burhaneddin-i Tirmizî ve Mevlâna, Belh’ten gelmişti.

Özellikle de Mevlâna’nın babası, kendilerinin Anadolu’ya sevk edildiğini söylemiştir. Diğer taraftan İbn-i Arabî ta Endülüs’ten Anadolu’ya gelmiş daha sonra Şam’a geçmiştir. Talebesi Sadreddin-i Konevî de ondan feyz almıştır. Hacı Bektaş-ı Velî, Orta Asya’dan özel olarak gönderilirken, Yunus Emre Anadolu’da yetişmiştir. Çok büyük tahribatların yaşandığı ve yeni oluşumların her an ortaya çıkabileceği bir dönemde bu şekilde her biri birer zirve olan bu alimlerin Anadolu’ya odaklanması herhalde tesadüf olmasa gerekir. Sanki İlahî bir güç çok büyük bir oluşuma gebe olan Anadolu’yu hazırlamaya çalışıyordu. Gerçekten de bu bilgelerin sayesinde Anadolu hem İslam âleminin geçirdiği büyük tahribatı en az hasarla atlatmış hem de halk hızlandırılmış bir kurs misali büyük oluşuma hazırlanmıştı.

Mevlâna eserlerinde Rum diyarına, yani Anadolu’ya İlahî bir yönlendirmeyle geldiklerini vurgular. Mesela bir şiirinde “Beni Horasan’dan çekip Rumların içine getirdin ki, onlarla haşir-neşir olup hoş bir mezhep vücuda getireyim”(12)

Manevi Cihad Ve Tecdid Hizmeti

Peygamber Efendimiz (asm), bir Hadis-i Şeriflerinde: “Muhakkak alimler, peygamberlerin varisleridir. Şüphesiz peygamberler, ne altın nede gümüş miras bırakırlar. Peygamberler miras olarak, ancak ilim bırakırlar. Bu itibarla kim peygamberlerin mirası olan ilmi elde ederse, tam bir hisse almış olur.”(13) buyururlar.

Resulullah (s.a.v), bir başka Hadis-i Şeriflerinde de; “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın kitabı ve Resul’un sünneti.”(14) buyurmuşlardır.

Bu iki Hadis-i Şeriften anlaşılacağı üzere, alimler, ilim ve ahlak cihetinden peygamber varisleridirler; Kur’an hakikatlerini neşretmek ve Sünnet-i Seniyye’yi ihya etmekle vazifelidirler.

Alimlerin sahip oldukları ilimle yapacakları mücadele ve mücahede ise manevi cihaddır. Alimler ilim ile insanların ruh dünyasına ve gönüllerine hitap ederek, manevi hastalıkları tedavi ederler. Manevi tahribatları tamir, imanları takviye ve güzel ahlakı ihya etmeye çalışırlar.

“Mevlana, Moğollar ile niçin savaşmadı?” türü itirazlar, bu meseleyi kavrayamamaktan kaynaklanmaktadır.

Maddi cihad dediğimiz düşman ile savaş, devlet yöneticilerinin ve ordunun görevidir. Alimler dua ve himmetleri ile orduya manevi destek olurlar. Ancak onların asıl vazifesi manevi cihaddır. Ki, bu maddi maddi cihaddan çok daha fazla önem taşımaktadır. İnsanları, içine düştükleri manevi buhranlardan, ümitsizlik ve karamsarlık girdabından kurtarmak, tahrip olan gönülleri onarmak çok daha önemli bir hizmettir.

Moğol ordusundan sayıca çok daha üstün durumda olan Selçuklu Ordusunun Kösedağ’da hiçbir ciddi direnç ve çatışmaya girmeden korku ve vehimle kaçarak, koca ordunun dağılması, maneviyatın, maddi kuvvetten daha önemli olduğunun müşahhas bir göstergesidir.

Maneviyatı sarsılmış, ahlaki değerleri erezyona uğramış insanların, maddi alemde de huzurlu ve muvaffak olmaları mümkün değildir. Onun için Mevlana ve diğer büyük zatlar manevi cihada önem vermişler, zaman ve enerjilerini insanların ruh dünyasını tamire ve güzel ahlakın yayılmasına sarf etmişlerdir.

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Prof. Dr. Şener Dilek’in "cihad" hakkındaki tespitlerine birlikte göz atalım:

“İslam literatüründe, ayet ve hadislerin çerçevelediği anlamlarda cihad kavramı aşağıda sıralanan görev ve sorumlulukları içinde toplanmak tadır:

1. Allah'ın rızasına uygun bir şekilde dini nefsinde ömür boyu yaşama çabası, Allah yolunda samimi kulluk gayret ve ciddiyeti, nefse ve şeytana karşı mücadele vermek, nefs-i emmarenin tahakkümünü kırmak,

2. Hakkın hatırını üstün tutma ve hakikati hakim kılma gayreti,

3. Dini emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek,

4. İyiliği emredip kötülükten sakındırmak,

5. Güçlüklere karşı göğüs germek, kaba hareketlere karşı sabır göstermek,

6. İslam'ı tebliğ, ilahi mesajı bütün insanlığa duyurma aşk ve gayreti,

7. Düşmanlara karşı ilmi ve fikri mücadele, ilim ve teknolojide etkinlik ve üstünlük sağlama,

8. Maddeten terakki ederek ekonomi ve kültür savaşında güç ve üstünlük kurmak,

9. Devleti basiretle yönetmek, çıkarcılara, vurgunculara fırsat vermemek,

10. Başka ülkelerin siyasi, ekonomik ve askeri tahakkümleri altına girmemek için say ve gayret göstermek,

11. Düşmanın her türlü ihanet ve saldırılarına karşı önceden gereken her türlü tedbirleri almak,

12. Savaş zarureti ortaya çıktığında, düşman dan korkmamak, kaçmamak, bütün güç ve gayreti ile savaşa katılmak ve Allah'a güvenmektir...

"Manevi cihad, bütün Müslümanların kendi nefsi arzularını gemlemek amacıyla nefis ve şeytanın tuzak ve hilelerine karşı mağlup olmamak için yürüttükleri manevi bir savaştır. Manevi cihadın amacı, her mümin için nefis ve şeytan ile bir ömür boyu mücadele etmek, nefsini kötülüklerden arındırarak, istikamet çizgisinde halis bir kul, faydalı bir Müslüman, faziletli ve kamil bir insan olmaktır. Manevi cihad, iç dünyanın tanzimine kuvvet vermektir. İçini kirden, günahtan yıkamak ve bütün kötülükler- den arınmaya çalışmaktır. Müminin kendi iç dünyasını mamur ve müstakim kılmasını amaç- layan manevi mücahede, kulluk görev ve ciddi- yeti ve insan olma sorumluluğudur. Manevi mücahede, bütün Müslümanlar için daimî bir farzdır. Manevi mücahede, süreklilik içinde kulluk şuurunu icra etmeye çalışmaktır.”(15)

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı gibi; alimlerin yaptığı manevi cihad, devlet başkanlarının, komutanların, orduların yaptığı maddi cihaddan çok daha önemlidir ve daha kalıcı sonuçlar ihtira etmektedir. Mevlana Hazretlerinin meselelere yaklaşımını, hadiseler karşısındaki tavrını ve hizmet üslubunu bu perspektiften bakarak değerlendirmek gerekir.

Mevlana, maddi ve manevi bakımlardan harabeye dönmüş olan Anadolu’yu restore edecek, yeniden ihya edecek hareketin ustabaşılarından ve Anadolu’nun en önemli manevi mimarlarından birisidir. Anadolu’nun manevi imarı ile vazifeli olduğunu bizzat kendisi de ima etmektedir:

Bir gün Mevlana Hazretleri, hakikati ve gizli sırları açıklamada coşmuştu. Tam o sırada “Yüce Allah’ın Rum (Anadolu) halkı hakkında büyük inayeti vardır. Sıddık-ı Ekber’in duasıyla da bu halk bütün ümmetin en merhamete layık olanıdır. En iyi ülkede Rum ülkesi (Anadolu) dir. Fakat bu diyarın insanları, mülk sahibinin aşk aleminden ve deruni zevkten çok habersizler. Müsebbibü’l- Esbab hoş bir lütufta bulundu, sebepsizlik aleminden bir sebep yaratarak bizi Horasan ülkesinden Rum vilayetine çekip getirdi. Haleflerimize de bu temiz toprakta konacak yer verdi ki manevi iksirimizden, onların bakır gibi olan vücutlarına saçalım da onlar tamamıyla kimya, irfan aleminin mahremi ve dünya ariflerinin hemdemi olsunlar.” buyurdular.”(16)

İlk derslerini daha çok küçük yaşta iken, Sultanül Ulema ünvanıyla anılan babasından alan Mevlana, Belh’ten Konya’ya uzanan süreçte pek çok alimden ders aldı. Sürekli araştırma, sürekli öğrenme ve ilim tahsili içerisinde oldu. Ancak O’nun ilmi kifayete ve arifler meclisinin zirvesine ulaşmasına Sultan Veled’in Belh’te bıraktığı, fakat sonradan manevi bir emirle Horasan’dan Konya’ya gelen Burhaneddin Muhakkik vesile oldu.

Burhaneddin Muhakkik’ten aldığı derslerle adeta ilmi sahadaki eksiklerini tamamladı.

“Mevlana derin ilmi ve geniş kültürü sayesinde sorulan her soruyu cevaplandırıyor ve akla gelen şüpheleri izale ediyordu. Ama milyonlarca insanın gönlünde ilahi bir yol olarak bilinen ve o kadar hayatı şekillendiren tasavvufi gerçeklerde vardı… Tasavvufi hareketler o asrın en büyük hadisesi idi. Bazı batıl cereyanlar bu yolu istismar ederek bir kısım Müslümanları dalalete sürüklüyorlardı. Onun için Mevlana’dan bir tasavvufi hal bekleniyordu…”(17)

İlmi sahada bir derya haline gelen Hz. Mevlana’nın, Şems-i Tebrizi ile tanışması; O’nun kalp ayağının da gelişmesine, tasavvufta da ilerlemesine vesile oldu. Şems-i Tebrizi’nin tesiriy le “Baştan aşağı göz kesilmişçesine, her hassası ile ayrı güzellikler müşahede etmeye” başladı.

“Mevlana bu sayede, akıl ile ulaşılamayacak olan manevi mertebelere kalp ve ruh ilhamı sayesinde ulaşarak, o makamların gerektirdiği ahvali kontrollü bir cezbe içinde yaşamaya başladı.”(18)

Kaderi İlahinin tecellisi ile adeta Burhaneddin Muhakkik, Mevlana’nın ilmi yönünü, Şems-i Tebrizi’de tesavvufi yönünü tamamlayarak olgunlaştırdı.

Yaşadığı dönemde tasavvufun çok revaçta olması nedeniyle Hz. Mevlana ilim ve hikmetin yanı sıra tasavvufta da yoğunlaşmış; tasavvufta yeni bir yaklaşım, usul ve üslup getirerek kendi tarikatını kurmuş ve tasavvuf yoluyla muhtaç gönüllere Kur’an ve Sünnetin güzelliklerini ulaştırmaya çalışmıştır.

Mevlana Hazretlerinin tasavvuftaki yeri ve manevi makamının yüksekliğine Üstad Bediüzzaman, “…Ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş...”(19) sözü ile dikkat çekmektedir. Ayrıca, “Üstad-ı hakiki Kur’an’dır” diyerek eserlerinde çok az isimden bahseden Bediüzzaman’ın Mevlana için “Üstadlarımdan”(20) tabirini kullanması çok manidardır.

Mevlana’nın tecdid hizmetinin, ilim ve tasavvuf anlayışının mahiyetini Şems ile aralarında geçen şu diyalog en güzel şekilde ortaya koy -maktadır:

“Bir gün Şems-i Tebrizi Mevlana’ya sorar: Müşahede, ilim ve riyazetten gaye nedir?

Mevlana Hazretleri: “Peygamberlerin sünnetine ve şeriatın adabına riayettir.” cevabını verir.”(21)

Bu kısa cümle Hz. Mevlana’nın hayat ve hizmet anlayışını en güzel, en kısa şekilde özetlemektedir. Sünnet-i Seniyye ve Kur’anın hükümlerine uymak!

Bediüzzaman Said Nursi, Mevlana Hazretlerinin aynı İmam-ı Rabbani ve İmam-ı Gazali gibi “akıl ve kalp ittifakıyla” giderek “her şeyden evvel kalp ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin evhamdan kurtulmasını temine” çalıştığına vurgu yapmaktadır. (22)

Ayrıca Mevlana Hazretlerinin en önemli eseri olan Mesnevi Şerif ile “dahili nefis ve şeytanla mücadele” mesleğinin benimsendiğine işaret etmektedir.

Mevlana Hazretleri ne devrin mutasavvıfları gibi sadece kalp ayağıyla yürümüş, ne de kelamcılar gibi akıl ayağıyla yürümüştür. Bütün müceddidler gibi o da hem akılları, hem de kalpleri birlikte ikna ve tatmin edecek bir hizmet ve irşat metodu benimsemiştir. Eserlerinde kalbe hitaben, nefisle mücadeleyi esas alan bir yaklaşımın yanı sıra, akılları da tatmin edecek “hikmet” inde geniş şekilde yer aldığı görülmektedir.

“Sevginin zaafa uğradığı bir zamanda dini ihyaya ve insanları irşada başlayan Mevlana; sevgiyi ve müsamahayı esas alan bir irşad tarzı kullanarak bulunduğu yeri bir huzur ve sükun adası haline getirmişti.

Dergahına gelen insanları önce doyurup giyindirerek istirahatını temin etmiş, ardından imanını tazeleyip itikadını kuvvetlendirmiş ve muttaki birer mümin haline gelmelerini sağlamıştı.

Dünyevi ihtiyaçları temin edilen insan ruhunun, sanata, edebiyata ve bedii zevklere ilgi duyacağı için Mesnevi, Divan-ı Kebir okumaları ile edebi hasselerini tatmin edip sema ile ruhlarını coşturarak birer iman, ilim, ışık ve şevk kaynağı haline getirdiği müritlerini geldikleri yere geri göndermişti. Mevlana’nın rahle-i tedrisinde bir süre eğitim görüp aşk ve şevk alan müritleri; şehrine, kasabasına, köyüne gidip oralardaki insanları irşada başlayınca Anadolu yavaş yavaş aydınlanmıştı.

Güneş ışığı gibi irşad nuruda hudut tanımadığından, Anadolu’dan inşirah eden bu dini ihya haraketi, bütün engelleri aşarak Müslümanların bulunduğu yerlere ulaşmış ve İslam aleminde yaşanan siyasi fetret devrinin manevi bir felaket devri haline gelmesine fırsat vermemişti.”(23)

Mevlana Hazretlerinin şahsiyeti ve tecdid hizmetinin mahiyetinin anlaşılabilmesi için, “Osmanlıyı Müjdeleyen Mevlana” kitabının yazarı Doç. Dr. Yusuf Çetindağ’ın bazı tesbitlerini aynen aktarıyoruz:

"Asıl Kaynak Kur’an-ı Kerim"

Üzerinde durulması gereken konulardan birisi de Mevlâna’nın asıl ilham kaynağının Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler olduğudur. Kendisi de bizzat eserlerinde “Canım bedende olduğu müddetçe Kur’an’ın kölesiyim.

Muhammed Mustafa’nın yolunun toprağıyım” demiştir. İlhamını doğrudan Kur’an ve hadislerden alan Mevlâna, Şark-İslam medeniyetinin bütün birikimini harmanlamış ve mükemmel bir kompozisyon oluşturmuştur. Mevlananın ilham alması kimi zaman doğrudan ayet ya da hadisleri tefsir etmek ve teviller yapmak şeklinde gerçekleşirken, kimi zaman da Kur’an ve hadislerdeki hakikatleri çeşitli şekillerde işlemesiyle olmuştur. Ancak onun Kur’an’ı klasik tefsir metoduyla baştan sona açıkladığını ya da tek tek hadisleri yorumladığını söyleyemeyiz.

Hz. Mevlâna, Kur’an ve hadislerden yararlanmış, ancak çoğu zaman onları İşarî Tefsir Okulu’na göre yorumlamıştır.

Benzersiz Peygamber Sevgisi

Mevlâna’nın Hz. Muhammed’e (a.s.m.) çok özel bir sevgi ve saygı beslediği ve ona derin bir bağla bağlandığı anlaşılmaktadır. O, Hz. Muhammed’le (a.s.m.) aralarında özel bir bağ olduğunu sık sık vurgulardı. Nitekim bir şiirinde şöyle demektedir. “Biz Allah’ın sâyesiyiz, Mustafa’nın nurundanız. Sedef içine damlamış çok kıymetli bir inciyiz. Herkes suret gözüyle bizi nereden görecek? Biz Kibriya’nın su ve balçık içinde belirmiş nuruyuz.” Mevlâna şiirlerinde Hz. Muhammed’e (a.s.m.) ve onun dört halifesine sık sık övgüler yağdırır, örneklerini onların sözlerinden ya da hayatlarından verirdi. Ayrıca sohbetlerinde de Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sevgi ve hoşgörüdeki enginliğine dikkat çeker, yapılan kötülüklere karşı bile büyük bir sevgi ve şefkatle muamele ettiğini vurgulardı…

Yaşadığı Çağın Etkileri

XIII. asırda, sadece Anadolu değil bütünüyle İslam âlemi, Moğol istilâsı ve zulmü dolayısıyla maddî olarak mustarip olduğu kadar bilhassa Selçuklu Türkiye’si, Kalenderi, Hayderi, Babaî vs. gibi muhtelif Haricî, Rafizî, Bâtınî tarikatler, mezhepler mücadelesi ve tehlikesiyle de çalkalanmakta, aynı zamanda manen de ıstırap çekmekteydi… Mevlâna, Moğolların ve Bâtınî cereyanların meydana getirdiği her iki yangına, her iki sele de set ve bend teşkil etmeye çalışmış, Sünnî ve Hanefî bir îman, tefekkür ve heyecanla İslam’ın özünün müdafii, ruhî çöküntülere, za’fa, gevşeklik ve her türlü ümitsizliğe karşı tükenmez bir teselli ve güç kaynağı olmuştur…

Ehl-i Sünnet Çizgisinde

Mevlâna, Bâtınîliğin, aşırılıkların ve aşırı yorumların had safhaya çıktığı ve insanları cezbettiği böyle bir dönemde Ehl-i Sünnet çizgisinde yoluna devam etmiş, genele hitap etmeyi başarmıştır. O, “Bizim tarikatımız, tarikat-ı Muhammediyyedir, bizim yolumuz ilahi yoldur” der ve çizginin dışına çıkanları ikaz eder. Bu yüzden Hallac-ı Mansur ve İbn-i Arabî gibi mutasavvıfların aşırı yorumlarını fazlaca dillendirmemiş, halkın yanlış anlayacağı söylemlerden uzak durmaya çalışmıştır. Mevlâna her haliyle insanları Ehl-i Sünnet çizgisinde kalmaya teşvik eder, vaaz ve nasîhatlarıyla hasta kalplere şifa olan sözler söylerdi. Bir gün talebelerine “Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin (a.s.m.) gittiği ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihya etmelidir. Allah-u Teâlâ’nın sevdiği ameller, ibâdetler ile helâl yollardan çoluk çocuğunun ihtiyaçlarını kazanarak, râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalıdır. Hep helâli istemeli, helâlinden yiyip, helâlinden içmeli ve helâlinden giymelidir. Söylediklerimiz, dinledikler
imiz ve düşündüklerimiz hep helâl olmalı.

Her hareketimizi Peygamber Efendimiz’in hal ve hareketlerine uydurmalıyız. Herkes, bir sanata sahip olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir. Talebelerimden bunu hususan istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara, kıyamet günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak edebe riâyet etmeyenler ve ehl-i sünnet yoluna muhalefet edenler kıyamet günü bizi göremeyeceklerdir” buyurdu.

Başta Kur’an olmak üzere, kutsal metinleri ve varlığı yorumlamada mutasavvıflarla kelam ve fıkıhçıların keskin bir şekilde ayrıştıkları görülür. Bu ayrışmada diğer ilimler zahire göre hareket ederken mutasavvıflar batını esas aldılar. Bu farklılaşma bazı dönemlerde o kadar ileriye götürüldü ki, bazı mutasavvıflar zahiri hiçe sayarak yalnızca batınla yetindi. Hatta bu ayrılıklar iki kesimin birbirini küfürle suçlamasına kadar gitti. Ancak bazı dönemlerde yetişen büyük düşünürler iki kesim arasında orta yolu bularak tarafları birbirine yaklaştırdı ve zamanla bazı marjinal fırkalar hariç bir uzlaşma sağlanmış oldu. İşte bu uzlaşmanın ilk etkili mimarı Gazalî iken, ikincisi Mevlâna’dır, denilebilir. Bu noktada hem Gazalî, hem de Mevlâna’nın üzerinde durduğu husus zahirsiz batının, batınsız da zahirin olamayacağı meselesidir. İki görüşü de dışlamadan, zahirle batını birleştiren alimlerin iki kanatlı kuş misali daha donanımlı olacağı gerçeği vurgulanmıştır. Gazalî, sufileri hacca ulaşmaya çalışan yolculara benzetirken; kelamcıları hac yolunun güvenliğini sağlamaya çalışan muhafızlara benzetir ve birbirlerine düşman olmadıklarını, aksine birbirinin dostu ve yardımcısı olduğunu dile getirir. Mevlâna ise zahirsiz batını kabuğu olmayan çekirdeğe benzetir ve zahirin dışlanmasının imkansız olduğunu vurgular. Bununla beraber Mevlâna, başta Kur’an ve hadis olmak üzere kutsal metinlerin sadece zahiri manaya göre yorumlanamayacağını, muhakkak batınının da göz önünde bulundurulması gerektiğini şu beyitleriyle vurgular. “Kur’an’ın kelimeleri bil ki görünür; bu görünen kelimelerin ve onlardan çıkan dış mananın altında pek güçlü, pek derin bir de iç mana vardır. O iç mananın altında da bir iç mana daha vardır. Ondan sonra, bir üçüncü mana daha vardır ki, onu anlamakta akıllar kendini kaybeder. Kur’an’ın dördüncü iç manasını ise eşi benzeri olmayan Allah’tan başka kimse göremedi, anlayamadı. Ey oğul, Kur’an’ın sadece bilinen dış manasına, dış yüzüne bakma. Şeytan da Hz. Âdem’in dış yüzüne baktı, onun çamurdan yaratıldığını gördü. Ondaki iç yüzü, hakikati göremedi. Kur’an’ın dış yüzü bir insana benzer. İnsanın şekli, yüzü, boyu, posu görünür; ama ruhu gizlidir, görünmez.”

"Zahir-batın" ikilemine benzer bir görüş de "şeriat-tarikat-hakikat" üçlemesidir.

Bazı mutasavvıflar bu konuda da yanlışa düşmüş ve hakikate eren insanın şeriat ve tarikatle yükümlü olmadığını ima etmişlerdir. Buna karşın Necmeddin-i Kübra ve ve aynı silsileden gelen Mevlâna bu yaklaşımın tehlikelerine dikkat çekmiş ve bu üçünün birbirinden ayrılamayacağına işaret etmişlerdir. Necmeddin Kübra’ya göre “Şeriat gemi gibidir, tarikat deniz gibidir, hakikat inci gibidir. Kim inciyi elde etmek isterse gemiye biner, denize açılır ve onu elde eder. Şeriat’ın temizliği su ile tarikatin temizliği kalbi heva ve hevesten uzak ve boş tutmakla, hakikatin temizliği ise Allah’tan başka her şeyden ayrı kalmakla olur.” Mevlâna’ya göre ise “Şeriat bir muma benzer, yol gösterir. Ama ele mum almakla yol alınamadığı gibi, eline mum almasan da yol alınmış olmaz. Yola düştün mü şu gidişin tarikattir. Dilediğine eriştin mi, bu hakikattir. Şeriat tıp bilgisini öğrenmeye benzer. Tarikat ona göre perhiz etmek, ilaç içmektir. Hakikat ise ebedî olarak sağlık, esenlik bulmaktır.”

Mevlâna’nın yolu, peşinden gidenler için bazı tehlikeler barındıran İbn-i Arabî türünden mutasavvıfların yolu değildir.

Diğer taraftan tamamen hikmete ve bilgeliğe dayalı öğüt-nasihat yolu da değildir. Bilindiği gibi bu ikinci yolun en mükemmel temsilcisi Sadî-i Şirazî’dir. Bu açılardan bakıldığında Mevlâna’nın, Sadî ile İbn-i Arabî arasında ara bir yerde olduğu anlaşılır. O, ilimle irfanı, kâl ilmiyle hal ilmini, hikmetle felsefeyi birleştirmiş, ölçülü bir terkip oluşturmuş; ardından da bilgiyle donanımlı halini aşk ve cezbe âleminde olgunlaştırmıştır.

Mevlâna, dünyadan tamamen el-etek çekip miskin ve münzevi yaşayan bir mutasavvıf da değildir. Aksine o, hayatın içindedir ve güncel problemlere de reçeteler yazmıştır. Bu yüzden onun dünya ve içindekilerle ilgili yorumu çok çarpıcıdır ve hayatın içinde bir mutasavvıf olduğunu göstermektedir. “Din yolunda sarf etmek üzere kazandığın mala, Peygamber (a.s.m.), ‘Ne güzel mal’ demiştir. Suyun gemi içinde olması geminin helakidir. Gemi altındaki su ise gemiye; geminin yürümesine yardımcıdır. Mal, mülk sevgisini gönülden sürüp çıkardığındandır ki, Süleyman Peygamber, ancak yoksul adını takındı. Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz, bucaksız su üstünde yüzüp gitti. İşte yoksulluk havası oldukça insan, dünya denizine batmaz. O denizin üstünde durur. Bütün bu dünya, onun mülkü olsa bu mülk gözünde hiçbir şey değildir.”

Mevlâna insanın dünya ile olan münasebetinin nasıl olması gerektiğini gemi-su modeliyle özetledikten sonra gerçek özgürlüğün dünyayı gönülden çıkarıp atmakla olacağını vurgular. Mevlâna bu dünyaya gönülden bağlanmanın iki önemli tehlikesine dikkat çeker. Bunlar özgürlüğün kısıtlanması ve depresyondur. Özgürlükle ilgili değerlendirmesi şu şekildedir. “Ey oğul! Çöz bağı, özgür ol. Ne zamana kadar altın ve gümüşün/dün yanın esiri olacaksın?” Mevlâna ömrünün sonuna kadar ibadetle meşgul olmuş, fikrin yanında ameli ikinci plana atmamış ya da ameli küçük görmemiştir. “Eğer Allah sevgisi, yalnız fikir ve mana olsaydı senin oruç ve namazının zahirî suretleri de kalmazdı, yok olurdu. Bizim Rabbimiz ‘Secde et ki, Allah’ın yakınlarından olasın’ buyurmuştur. Bizim bedenlerimizin secdesi, ruhlarımızın Allah’a yaklaşmasına sebeptir” demiştir.

Mevlâna’yı diğer mutasavvıflardan ayıran hususlardan birisi de hedef kitlesidir. O, çeşitli vesilerle her dinden ve fırkadan insana hitap ettiğini vurgulamıştır. Bu konudaki en güzel tespit ve teşbihlerinden birisi pergel misalidir.

“Biz pergel gibiyiz. Bir ayağımız dinin kuralları üzerinde sağlamca durur, öteki ayağımız yetmiş iki milleti dolaşır.”

Her dinden insanın onun meclisine geldiğini gösteren ilginç bir de kıssa vardır. Bir sema meclisinde semaya sarhoş bir Hıristiyan girer ve Mevlâna’ya çarpar. Bunun üzerine müritleri sarhoşu dışarı atmaya kalkışırlar. Mevlâna araya girer ve “Şarabı o içmiştir, sarhoşluğu siz ediyorsunuz” buyurur. Müritler kendilerini savunmak için “Tersadır (Hıristiyandır)” dediklerinde Mevlâna, tersanın diğer anlamı olan korkak ve korkan, manasını imâ ederek “O tersa (korkan) ise siz niçin değilsiniz?” der ve müritler, yaptıkları hatadan dolayı özürler dilerler. Ayrıca Mevlâna, “Hiçbir kâfiri hor görmeyin. Olur ya Müslüman olarak ölebilir. Ömrünün sonundan ne haberin var ki, ondan tamamıyla yüz çeviriyorsun?” demektedir. Mevlâna, yetmiş iki milletin olduğu Anadolu’yu her fırsatta birliğe davet eder ve bunu da tasavvufî bazı öğretilerle desteklerdi. Zaten kendisinin Anadolu’da bulunmasının en önemli sebebinin insanları birliğe yani hem kardeşliğe, hem de Hak yola davet etmek olduğunu söylemiştir. “Biz ayırmak için değil birleştirmek için geldik” “Beri gel beri, daha da beri. Niceye şu yol vuruculuk? Madem ki sen, bensin; ben de senim, niceye şu senlik, benlik?” “Sağ el, ne diye kendi solunu hor görür ki? Her ikisi de madem ki senin elin; uğurlu ne demek, uğursuz ne demek? Biz hepimiz aynı mayadanız. Aklımız da bir, başımız da. Fakat şu beli bükülmüş göğün altında iki görür olmuş-kalmışız. Şu beşten altıdan pılını-pırtını çek birlik bucağına. Niceye dek usûl boylu birlik ağacının yalnız sözünü edip duracaksın? Dünyada nice diller var, fakat hepsi de anlam bakımından bir. Kapları kırıp döktün mü su, bir olur gider.”

İçtenlik ve Samimiyette Zirve

Mevlâna’nın eserlerinin merkezinde çeşitli yönleriyle insan vardır. O, insanla ilgili hemen her şeye dikkat çekmiştir. Özellikle de insanın ruhu ve gönül dünyasıyla ilgili değerlendirmeleri çok orijinal ve isabetlidir. O, bu anlamda kimsenin göremediği noktaları görmüş ve bir psikolog edasıyla ilginç tespitler yapabilmiştir.

Bu yüzden Mevlâna “Ben insanı kıyamete kadar anlatsam bitiremem” der.

Mevlâna, insanı incelerken ondaki iyilik-kötülük mücadelesine ya da nefis mücadelesine sık sık vurgu yapmıştır. O, hayatta her şeye, düşmanlara bile, iyilikle muamele etmek gerektiği vurgularken, bir şeyi hariç bırakır… O da nefis. Mevlâna nefse asla göz açtırmamak gerektiğini, onun başka düşmanlara benzemediği ve ona hiçbir zaman acımamak gerektiğini söyler…

Mevlâna’nın rahatsız olduğu ve bizzat şikayet ettiği konulardan birisi de yanlış anlaşılma meselesidir. Bu yüzden bir şiirinde, “Yaşadığım müddetçe ben, Allah’ın kuluyum, Hz. Muhammed’in yolunun toprağıyım. Birisi benim sözlerimden bu görüşlere aykırı manalar çıkarır, beni başka türlü tanırsa, ben bu sözleri çıkaranlardan da bu sözlerden de bıkmışım, usanmışım.” Bir başka rubaisinde de “Ben bir canım, ama yüz bin tane bedenim var. İki bin kişi gördüm hepsi de benmişim. Fakat bütün bunların içinde ‘Ben’ olan bir tanesini bile görmedim.” der. Bu anlamda Hz. Mevlâna’nın dine, dinin özünde olmayan şeyleri sokan bir reformist olarak değil de bir müçtehid, bir müceddid nazarıyla bakmak gerekir. O, ilhamını Kur’an ve hadisten alan, ancak onu çağın ihtiyaçlarına göre yorumlayan, çağın ihtiyaçlarına göre onlardan reçeteler yazan bir bilgedir.”(24)

DİPNOTLAR:

(1) Serdengeçti, Osman Yüksel, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 1995 S.121.
(2) https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/muceddid
(3) Ebu Davud, Melahim:1; bk. Mehmet Paksu, Müceddidlik ve İslamın yeniden anlatımı, Tefekkür Dergisi, sayı: 1, Mart-2006.
(4) http://www.sorularlaislamiyet.com/node/170158
(5) http://www.sorularlaislamiyet.com/node/170158
(6) Kösmene, Süleyman, Müceddidlik kurumu üzerine
(7) https://sorularlarisale.com/bugune-kadar-gonderilen-muceddidleri-sayar-misiniz-muceddidler-velayet-i-kubra-makaminda-midir-muceddidleri-birbirlerine
(8) Güngör, Erol, Prof. Dr. Tarihte Türkler, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1999, Sayfa: 91 (9) Turan, Osman, Prof. Dr. Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1998 Sayfa: 437.
(10) Çetindağ, Yusuf, Doç. Dr, Osmanlıyı Müjdeleyen Mevlana, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2009, sayfa:27.
(11) Çetindağ, Yusuf, a.g.e. sayfa: 41.
(12) Çetindağ, Yusuf, a.g.e. sayfa: 42 (13) Sünen-i İbn-i Mace, Mukaddime, B17, Hds.223 (14) Muvatta: Kader-3, 2= 899.
(15) Dilek, Şener, Manevi Cihad Nedir, Nasıl Yapılmalıdır, Tefekkür Dergisi, 26.sayı (16) Çetindağ, Yusuf, a.g.e. sayfa: 43 (17) Yaşar, Selahaddin, Mevlana, Hayatı, Tefekkürü, Şahsiyeti. Nesil Yayıları, İstanbul, 2006, sayfa: 37.
(18) Yaşar, Selahaddin, a.g.e. sayfa: 39.
(19) Nursi, Said, Bediüzzaman, Mesnev-i Nuriye, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1996, sayfa: 7.
(20) Nursi, Said, Bediüzzaman, Mektubat, Sözler Yayınevi, İstanbul, 2000, sayfa: 23.
(21) Yaşar, Selahaddin, Mevlana, Hayatı, Tefekkürü, Şahsiyeti. Nesil Yayıları, İstanbul, 2006, sayfa:38.
(22) Nursi, Said, Bediüzzaman, Mesnev-i Nuriye, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1996, sayfa: 7.
(23) Yaşar, Selahaddin, İçtihad Hattında Mevlana ve Bediüzzaman, Nesil Yayınları, İstanbul, 2007, sayfa: 61.
(24) Çetindağ, Yusuf, a.g.e. s:37-49 arası özet.

(Ahmet Faruk NİZAMOĞLU, Tefekkür Dergisi, Sayı: 32, Aralık 2009)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun