Kur'an'da melek ve ahiret inancı?

Tarih: 09.05.2011 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Cevap 1:

Kur'an-ı Kerim'de Meleklere İman

Melek; erkeklik ve dişilik özelliği olmayan, yemeyen, içmeyen, evlenmeyen, doğmayan, doğurmayan, normal gözle görülmeyen, Allah'ın emirlerine itaat eden yaratıklardır.

Arap dili uzmanlarına ve bazı İslâm âlimlerine göre "Melek", Arapça bir kelime olup, "Elûk" veya "Elûke" kökünden gelir. Elûk, "götüren", elûke ise "haber götüren" manâsınadır. Çoğulu "melâike" gelir. Ancak "melek" kelimesinin, Arapçada bazan, hem tekil, hem çoğul manasında cins ismi olarak kullanıldığı da görülür. Bu kelimenin kökü sayılan "elk", aslında, "risalet" yani "elçilik"; melekde, "elçi" demektir. Kelime önce, mef'al vezninde "melek" idi. Sonra hemze "lâm" harfinden sonraya alınarak "melek" olmuş; daha sonra hemze de kaldırılarak "melek" haline getirilmiştir. Bu gibi değişikliklere Arapçada çokça rastlanır.

Müfessir İbn Hayyâm ve dilcilerden Rağib el-İsfahânî, melek kelimesinin, "kuvvet ve iktidar sahibi" anlamına gelen "melk" veya "mülk" kökünden türetildiği görüşündedirler. Dolayısıyla melek kelimesi lügat bakımından; haberci, elçi, kuvvet ve iktidar sahibi, tedbir ve tasarruf manalarına gelmektedir. İslâm dininde ise; melek denince, akla önce, peygamberlere gönderilen ilâhî elçiler; sonra, insanlar ve kâinat üzerinde Allah (c.c.) namına tasarrufta bulunan ve O'nun emirlerini ve verdiği vazifeleri aynen yerine getiren kudret sahibi manevî varlıklar gelmektedir.

İngiliz müsteşriklerinden D. B. Macdonald, melek kelimesinin İbranîceden Arapçaya geçmiş olabileceği düşüncesine kapılmış ise de, daha sonraki araştırmalarında İbranicenin çok eski kitabelerinde böyle "bir fiilin hiç bir izine rastlanmadığını" itiraf etmiştir. (Macdonald Melek mad. İA., Fazla bilgi için bk. "İbni-Manzur Lisânül-Arap, XII/386-387; Râğib el-Müfredât s. 49; M. Hamdi Yazır Hak Dini Kur'an Dili, I/301-303).

Meleklerin hakikatı, cinsleri, sıfat ve özellikleri hakkında bazı farklı görüşler varsa da; Ehl-i Sünnet âlimlerinin Kitap ve Sünnete dayanan ortak görüşleri icmalî olarak şöyledir: Melekler; Allah Teâlâ'ya ibadet ve taatle meşgul olan ruhanî, nuranî, lâtif varlıklardır. Allah'ın kendilerine verdiği her emri derhal ve aynen yerine getirirler ve asla itaatsizlik etmezler (et-Tahrîm, 66/6) Melekler, "emanet" sıfatıyla muttasıfdırlar. Kur'ân-ı Kerim'in birçok ayetlerinde meleklerin, kâinattaki bütün varlıklar gibi bağımsız olarak yaratılan, fakat insanlara ve diğer canlı ve maddî yaratıklara mahsus olan yeme, içme, uyuma ve evlenme gibi sıfatlardan; erkeklik ve dişilik gibi cinsiyetten ve her çeşit günah işlemekten uzak, daima Allah'ı tenzih ve tesbih eden nuranî lâtif varlıklar olduğu bildirilmiştir. Bu özellikleri sebebiyle, Cenab-ı Hak tarafından kendilerine verilen her türlü işleri yapmaya, en kısa zamanda en uzak yerlere süratle gitmeye, diledikleri şekil ve surette görülmeye muktedir olan, Hak Teâla'nın mükerrem kulları, şerefli ve kutsal yaratıklarıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulur:

"Belki onlar, Allah'ın şerefli kullarıdır. Onlar Allah'ın sözünden önce söz söylemezler ve onun emrettiklerini (hemen) yaparlar." (Enbiya, 21/26-27);

"Onlar, Allah'ın emirlerine (isyan edip) karşı gelmezler ve emrolundukları şeyleri (aynen) yaparlar." (Tahrim 66/6);

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur. Onun katındakiler ona ibadet etmekte (asla) kibir göstermezler ve (asla) yorulmazlar. Gece ve gündüz durmadan (yorulmadan) onu tesbih (ve takdis) ederler." (Enbiyâ, 21/19-20).

Aşağıdaki ayet-i kerîmelerde ise Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

"Gökleri ve yeri yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamdolsun. O, yaratmada dilediğine (dilediğini) artırır. Muhakkak ki Allah her şeye kadirdir." (Fâtır 35/1);

"Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de Ruhumuzu [Cebrail (as)] ona gönderdik. (O) ona düzgün bir insan şeklinde göründü." (Meryem, 19/17) 

Ayrıca Peygamber (s.a.s), Cibril (a.s)'i insanlardan biri (Ashab'dan Dihyetü'l-Kelbî) suretinde gördüğünü meşhur Cibril hadisinde beyan etmiştir (Buhârî, İman, 1; Müslim, İman, 1).

Bu ayetlerden ve onları açıklayıp manaca destekleyen pek çok sahih hadislerden, her Müslümanın melekler hakkında, aşağıda sıralanan özelliklerine inanması gerekmektedir:

1. Melekler, Allah Teâlâ'nın yarattığı kullarıdır. Öyle ise onlar, Hak Teâlâ'nın -haşa- kızları, çocukları olmadıkları gibi, asla düşmanları da değildir (Putperest Arap müşriklerin ve eski din mensuplarının melekler hakkındaki sapık inançları hayalî olup batıldır).

2. Melekler, Allah'ın emirlerine harfiyen bağlıdırlar. Ona asla karşı gelmez ve isyan etmezler, herhangi bir yasağını çiğnemezler, günah işlemezler. Çünkü "İsmet" ve "Emanet" sıfatlarıyla muttasıfdırlar. Bütün meleklerin ortak özelliği; daima Allah'a hamd ve senada bulunmak, onu itaat ve ibadetle, tesbih etmektir (Enbiyâ, 21/26-27; Mümin, 40/7).

3. Meleklerin, nuranî mahiyetlerine uygun (yaptıkları iş ve vazifelerine göre) ikişer, üçer, dörder kanatları vardır. Bu husus, Allah kelâmı Kur'an ayetleriyle sabittir. Ancak; gâib (görülmeyen) âlemden olan, maddî kesafetten soyutlanmış, mahiyeti bilinmeyen melekleri kuşlar gibi kanatlı, maddî varlılar olarak tasavvur etmek, yanlış bir anlayıştır. Çünkü onlar Allah Teâlâ'nın irade ve takdiri ile bizim gözlerimizle görülecek şekilde yaratılmamış, Kur'an-ı Kerim'de bir konuda açık bilgi verilmemiştir. Sözü edilen kanat, meleğin yaratılış gayesi ve nuranî mahiyeti ile bağdaşan, vazifelerini en süratli bir şekilde yerine getirmelerine delâlet eden manevî bir kanat, bir kuvvet ve iktidar sembolüdür. Bu söz, temsilî ve mecazî bir ifade tarzıdır. Nitekim, din ve dünya ilimlerine sahip olan bir kimseye, mecazen "zül-cenaheyn" iki kanat sahibi dendiği gibi; anaların çocukları için "şefkat ve merhamet kanatları"ndan bahsedilir. Hristiyanlar ise melekleri, bir kuş gibi kanatlı olarak düşünür ve tasvir ederler. Onların İslâm itikadından ayrıldıkları bir husus da budur.

4. Kur'ân'a ve Sünnete göre melekler, gözle görülmeyen, nurdan (ışıktan) yaratılmış olmalarına rağmen, Cenab-ı Hak onlara, gerektiğinde diledikleri kesif cisimler ve insan şekline girerek görünme gücünü bağışlamıştır. (M. Said Ramazan el-Butî, Kübrâl-Yakîniyyât el-Kevniyye, s. 271-278; A. A. Aydın İslâm İnançları, I, 402-403).

Melekler Neden Görünmezler?

Melekler, nurdan yaratılan, ruhanî ve lâtif varlıklar oldukları için, kendilerine mahsus olan bu mahiyet ve hakikatları onların insan gözüne görünmesine engel teşkil eder. Çünkü, maddî olan insan gözü, melekler gibi nuranî, lâtif ve soyut varlıkları görebilecek şekil ve vasıfda yaratılmamıştır. Ancak Cenab-ı Hak, hidayet rehberi olarak gönderdiği üstün vasıflı insanlar olan peygamberlerine bu kuvveti verdiğinden, yalnız onlar melekleri hakikî hüviyetleri veya Allah'ın dilediği surette görebilirler.

Kur'an-ı Kerim'de insanların topraktan; cinlerin ve şeytanın yalın ateşten yaratıldıkları, "Cin'i de, yalın ateşten yarattık." (Rahman, 55/15) âyetiyle beyan olunmakta ise de;

"(İblis) Ben ondan (Âdem'den) daha üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın' dedi." (Sâd, 38/76)

ayetinde görüleceği gibi; meleklerin hangi maddeden yaratıldığı bildirilmemiştir. Ancak Sahih-i Müslim'de Hz. Aişe (r.anha) dan nakledilen sahih bir hadiste Peygamber Efendimiz (s.a.s),

"Melekler nurdan, cinler yalın bir ateşten yaratıldı." [Sahih-i Müslim 7/226 (1333 H.)]

buyurmuştur. Bu hadis, meleklerin maddî olmayan nuranî, lâtif varlıklar olduğuna, meleklerle cinlerin iki aynı asıldan gelen iki ayrı varlıklar olduğuna delâlet etmektedir.

Meleklere İman, Her Müslümana Farzdır:

Meleklerin mana ve hakikatı, cinsleri, sıfat ve özellikleri hakkında Ehl-i Sünnet alimlerinin Kur'ân-ı Kerim ve Peygamberimiz (s.a.s)'in sahih hadislerine dayanan (ve yukarda açıklanan) ortak görüşleri, her Müslümanın inanması gereken melek anlayışını ortaya koymaktadır. Vasıfları ve görevleri Kur'ân-ı Kerim'in pek çok âyetlerinde tafsilî olarak anlatılan meleklere iman etmek, İslâm'da iman esaslarından biridir. Bu inanç, İslâm dininin inanç sistemi arasında çok önemli bir yer işgal eder. Çünkü melekler; Rab Teâla'nın insanlara bir lütfu ve keremi sayılan "peygamberlik müessesesi"nin temeli olan Allah'ın "ilâhî vahyini", görülmeyen gayb âleminden, insanlara, onlar arasından seçilen peygamberlere indiren "Allah'ın ilâhî elçileri"dir.

Melekler, yaratılan bu âlemin, göklerde ve yeryüzünde nizam ve intizamını sağlayan Allah'ın ruhanî yaratıkları, insanları koruyan, onlara hayrı ve iyiliği ilham eden, yaptıkları işleri yazan şerefli kâtipler, nuranî yüce varlıklardır.

Bu esasa göre, vahye ve peygamberliğe, hatta ahirete ve gaybiyyât denilen "ahiret ahvali"ne, Cennet ve Cehenneme inanmak ancak meleklere iman etmekle mümkün olur. O halde peygamberlere ve onlara indirilen semavî kitaplara inanmadan önce, onlara peygamberliği getiren, vahyi ve kitapları indiren "meleklerin varlığına" kesin olarak inanmak lâzımdır. Bu bakımdan, "meleklere iman", "peygamberlere iman" demektir. Melekleri inkâr ise, peygamberliği de inkâr sayılır. İşte bu sebepledir ki, meleklere iman; "iman esasları" arasında "Allah (c.c)'a iman"dan sonra yer almıştır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de; Allah'a imandan sonra meleklerine, daha sonra kitaplarına ve peygamberlerine iman etmek emredilmiştir: Bakara sûresinde,

"Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene (Kur'an'a) inandı, mü'minler de inandılar. Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı..." (Bakara, 2/285)

buyurulur. Esasen diğer iman esaslarına (ahirete, kaza ve kadere) iman etmek de, her şeyden önce Allah Teâlâ'ya, sonra O'nun meleklerine inanmakla mümkün olur. Bu bakımdan meleklere iman, Kur'an da, Allah'a imandan hemen sonra zikrolunmuştur. Bu konuda Resulullah (s.a.s)'den Hz, Ömer (r.a)'ın rivayet ettiği meşhur hadiste, peygamberimiz (s.a.s), vahiy meleği Cibril (a.s) ile konuşmuş, kendisine "İman nedir?" diye sorduğunda Resulullah (s.a.s), şöyle cevap vermiştir:

"İman; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayriyle şerriyle kadere inanmaktır." (Müslim, İman 1; ayrıca Buharî, Ebu Davud, Tirmizî ve Nesaî de benzerlerini rivayet etmişlerdir).

Bu ve benzeri kesin nasslarla sabit olan meleklerin varlığını inkâr eden; Kur'an, Sünnet ve İcma-ı Ümmet ile, kâfir olur. Çünkü Hak Teâlâ,

"Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse; o uzak bir sapıklığa düşmüştür." (Nahl, 16/2)

buyurmuştur. Dolayısıyla, melekleri inkâr etmek, hem Kur'an'ı, hem de peygamberliği inkâr sayılır.

O halde gerçek şudur ki; meleklerin varlığı naklen sabit, aklen caizdir. Çünkü, bütün peygamberler meleklerin var olduklarını bildirmişler. Hz. Peygamber (s.a.s)'de onları bizzat görmüş ve var olduklarını haber vermiştir. Kur'ân-ı Kerim de meleklerden, onların vasıflarından yaptıkları çeşitli vazifelerden, Allah katındaki yüksek derecelerinden söz eden pekçok âyet vardır. Allah kelâmı olan Kur'an'ın her verdiği haber haktır ve gerçeğin kesin ifadesidir. Peygamberler ise, masumdurlar; ismet, sıdk, tebliğ ve emanet sıfatları ile muttasıf olduklarından, asla yalan söylemezler. O halde Müslümanlar, Kur'ân ayetleri ve sahih hadislerle kesin olarak sâbit olan, bütün geçmiş peygamberlerin ve semavî dinlerin varlıklarında ittifak ettikleri meleklere iman etmekle mükelleftirler. Bu sebeble, şer'an (Kitap ve Sünnet ile) sabit olan melekleri inkâr etmek, küfrü gerektirir. İnkâr edeni iman ve İslâm dairesinden çıkarır. Bu konuda varid olan muhkem ayetleri ve şer'î delilleri te'vile kalkışmak asla caiz değildir.

Melekler, "gaybiyyât" denilen görülmeyen âlemde mevcut nuranî lâtif varlıklar olduklarından; biz onları göremezsek de, var oldukları, dinî naklî delillerle sabit olduğundan, insan aklı da onların varlığını inkâr edemez. Gerçi akıl, melâikenin ne varlığını, ne de yokluğunu kesin delillerle isbat edemez. Fakat, aklı selîm, gözle görülmeyen bu gibi lâtif varlıkların varlığının imkansız olmadığına, aksine onların da, "vücudu caiz" olan şeylerden olduğuna delâlet eder. Çünkü; meleklerin varlığını inkâr edebilmek için, aklî, felsefî veya ilmî verilere dayanan hiç bir delil ortaya konulamaz. Aksi hâlde; gözümüzle göremediğimiz ve bugün ilmin ve felsefenin mahiyet ve hakikatini tesbit edemediği "hayat cevheri"nin, "insan ruhu"nun ve aklımızın da varlığını inkâr etmemiz gerekir. Fakat göremiyoruz veya mahiyetini bilemiyoruz diye; ne ruhu, ne aklı, ne hayat gerçeğini ve ne de görünmeyen, fakat varlığı ilmen bilinen kuvvet ve enerji gibi gerçekleri inkâr edemeyiz. O hâlde, ruh ve akıl gibi maddî olmayan ve "mücerredât" denilen maddeden soyutlanmış manevî, gaybî varlıklara da inanmaya mecburuz. 

Bu gibi soyut varlıklar, müşahede (gözlem) ve tecrübeye dayanan müsbet ilmin sınırları dışında kalan fizik ötesi, gaybî, manevî yaratıklardır. Nitekim, özellikle Sokrat ve Eflatun gibi İlâhîyat Felsefesiyle uğraşan ve bir çok eski filozoflar, fizik ötesi ruhanî varlıkların var olduğuna inanmak zorunda kalmışlar ve onlara "misaller âlemi", "ervâhı ulviyye" ve "nüfûz-ı mücerrede" gibi felsefî isimler vermişlerdir. Bu günkü müsbet ilimlerle uğraşan meşhur bilginlerin büyük çoğunluğu, fizik ötesi bir takım kuvvet ve varlıkların bu maddî-kevnî âlemde görülen bazı olayların meydana gelmesine sebeb olduğunu kabul ve itiraf etmektedirler. Bütün bu gerçekler ve ilmî veriler, meleklerin varlığının aklen caiz ve mümkün görüldüğüne kesin olarak delâlet etmektedir. Özet olarak diyebiliriz ki, melekler de, aklımız ve ruhumuz gibi vardır.

Gerçi biz onları göremiyoruz ama, peygamberler görmüşler ve büyük bir melek olan Cebrail (a.s) elçiliği ile Allah Teâlâ'nın vahyine mazhar olmuşlardır. Onlar, vahiy meleği aracılığı ile Allah'ın emir ve yasaklarını alıp, öğrenmişler ve insanlığı hidayete ve saadete yöneltmişlerdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de, Peygamberimiz (s.a.s)'e aynı şekilde indirilmiş ve bize meleklerin varlığını haber vermiştir. Onun içindir ki bütün Müslümanlar, Kur'ân-ı Kerim'in ve Peygamber (s.a.s) Efendimizin haber verdiği ve aklın da varlığını inkâr etmediği meleklere inanırlar. Çünkü melekleri inkâr, mukaddes kitapları ve peygamberleri de inkâr etmeyi gerektirir.

Kur'ân-ı Kerim'de geçen pek çok ayetlerde meleklerin çeşitli görevleri belirtilmiş, yaptıkları işlerin önemine ve özelliğine göre aldıkları özel isimler beyan olunmuştur. Yerlerde ve göklerde, Kürsî'de ve Arş etrafında, Beytu'l Ma'mur ve Sidre-i Münteha'da, Cennet ve Cehennem'de sayısız melekler vardır. Bütün meleklerin çok çeşitli olan görevlerine ve yaptıkları işlerin mahiyetine göre tanzim edip bunları yöneten dört büyük melek, meleklerin başları ve amirleridir. Bu görevlerin en başta geleni ve en önemlisi; peygamberlere Allah (c.c.)'ın ilâhî vahyini ulaştırmak, yani Allah'ın emirlerini tebliğ etmektir. Bu bakımdan, melek denilince akla her şeyden önce,  "Cebrail"  adıyla tanınan vahiy meleği gelir. Sonra diğer görev gruplarının başları olan Azrâil, Mikâil ve İsrâfil gelir. Bu dört melek meleklerin "Resulleri"dir.

Cevap 2:

Kur'an-ı Kerim'de Ahiret İnancı

İnsanın, Allah’ın sahip olduğu başka bir boyuta geçerek yaşadığı sonsuz varoluş, Kur’an’da ahiret ile ifade edilmiştir. Buna göre, ölüm bir son değil daha gerçek bir hayata geçiş demektir. 

Ahiret, Kur’an’da dünya hayatına alternatif sonsuz yeni bir hayat boyutuna ad olarak kullanılmıştır. Birinci hayat için ‘ulâ’ ikinci hayat için ‘âhir’(1) ifadelerinin kullanması bunu göstermektedir.

Ahiret terimi kelâmî eserlerde şöyle tarif edilmiştir: Ahiret, kıyametin kopmasından başlayıp cennetliklerin cennete, cehennemliklerin cehenneme girmesine kadar geçecek olan zaman veya haşirden sonra başlayıp ebediyyen devam edecek olan ikinci hayattır ki, ba’s,  haşr, hesap, mizan, şefaat, sırat, cennet- cehennem gibi bütün olay ve aşamaları içine almaktadır.

Ahiret teriminin kapsam açısından ifade ettiği bu anlamı bir bütün olarak Kur’an’da bir yerde göremiyoruz. Fakat muhtelif sûrelerde bu bütünlüğü görmek mümkündür. Buna göre âhiret, bu alemin nizamının bozulup yok olmasıyla ve alemdeki bütün canlıların ölümünü müteakip, yeryüzü ve göklerin diğer bir aleme dönüşmesiyle başlar. Sonra Cenab-ı Hakk alemi tekrar inşa edip bütün insanları yeniden diriltir ve hayat verir. Dirilişten  sonra, herkesi işlediği iyi ve kötü amellerinden hesaba çeker. Hayrı şerrinden fazla olanları cennete, şerri hayrından fazla olanları da cehenneme koyar.

Ahiret aleminin başlangıcıyla ilgili olarak bir diğer mülahaza ise, ahiret gününün, insanın ölümüyle başlayacağı şeklindedir. Buna “Kişi öldüğünde kıyameti kopmuş olur.”(2) hadisi delil olarak getirilmiştir.

Ahiretle İlgili (Eskatolojik) Bazı Kavramlar

a. Kıyamet

Kelime olarak kıyamet ‘kalkmak’ anlamına gelmektedir. Aslı ‘kıyam’dır. Bir def’ada kalkmak anlamını ifade etmek için sonuna yuvarlak “te” getirilmiştir. Yalın olarak Kur’an’da yer almayan bu kavram, yevm kelimesine izafe edilerek ‘yevmu’l- kıyame’ şeklinde kullanılmıştır.

Alemin nizamının bozulmasından sonra başlayacak olan hayatın kıyamet günü olarak isimlendirilmesi, insanların Allah’a hesap vermek üzere kabirlerinden kalmalarından dolayıdır. Şöyle ki, kıyamet günü her şeyin ayağa kalktığı bir gündür. O gün insanın ameli, hamd ve senası, tuğyan ve dalâleti, küfrü ve şükrü hep kıyam edecektir. Her şeyin kıyam ettiği o günde Allah da (c.c.) açık saltanatıyla kıyam edecektir. Bu kıyamı ifade için de, Kur’an-ı Kerim, ‘Malik-i Yevmiddin’ der. Halbuki O (c.c.), dünyanın da maliki olduğu halde, neden sadece ahiretin maliki olduğunu buyurmaktadır? Çünkü herkes o gün Rabbi kim, Hâlikı kim, onu apaçık görecektir.(3)

Kur’an ölülerin diriltilişine kadar meydana gelecek olan iki nefhadan bahseder ki, bunlardan birincisi, “nefhatü’l- feza‘ ”dır. Sûra üflendiğinde göklerde ve yerde bulunan herkesin büyük bir korkuya kapılacağını haber veren bir ayette şöyle denmektedir:

“Sûra üflendiği gün, Allah’ın diledikleri müstesna, göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete / korkuya kapılır. Hepsi boyunları bükük olarak ona gelirler.” ( Neml, 27/87.)

Kainatın yıkılmasına ve bütün canlıların ölmesine yol açacak olan diğer nefhanın adı ise Kur’an’da “nefhatü’s-sa’k” şeklinde geçmektedir. Ölüm nefhasını ifade eden bu durum Zümer sûresinde şöyle dile getirilir:

“Sûra üflenince, Allah’ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde ne varsa hepsi ölecektir.”(4)  

Kıyamet günüyle alakalı sahneler daha çok adalet ve hesap verme mefhumlarıyla edilmiştir. Ayrıca insanların ruhlarına hissettirecek, duyularına işleyecek çeşitli isimlerle zikredilmiştir. Bu isimlerden her birisi o günde meydana gelecek büyük olaylara ve cereyan edecek çeşitli ahvale delalet eder. Diğer bir ifadeyle, bu isimlerden her biri, kıyamet saatinin ayrı bir yönünü tavsif eder.

Bu isimleri kelime anlamlarıyla kısaca zikredelim:

Yevmu’l-ba’s (Diriliş günü. Rum, 30/56), yevmu’l-kıyame (Kıyamet (kalkış) günü. Zümer, 39/60.), es-sâat (Kıyamet saati. Kamer, 54/1.), yevmu’d-dîn (Karşılıkların verileceği gün. Fatiha, 1/4.), yevmu’l-hisab (Hesap günü. Mü’min, 40/37.), yevmu’l-feth (Fetih günü. Secde, 32/29.), yevmu’t-talâk (Kavuşma günü. Mü’min, 40/15.), yevmu’l-cem’i ve’t-teğabun (Toplanma ve aldanmanın anlaşıldığı gün. Teğabun, 64/9.), yevmu’l-hulûd (Ebedilik günü. Kâf, 50/34.), yevmu’l-hurûc (Çıkış günü. Kâf, 50/42.), yevmu’l-hasret (Hasret günü. Meryem, 19/39.), yevmu’t-tenâd (Çağrışıp bağrışma günü. Mümin, 40/32.), yevmu’l-âzife (Yaklaşan gün. Necm, 53/57-57.), yevmu’t-tâmme (Dehşet günü. Naziat, 79/34-35.), es-sâhha (Korkunç ses. Abese, 80/33.), el-hâkka (Hak olan. Hâkka, 69/1-3.), el-ğâşiye (Her şeyi kaplayan gün. Ğaşiye, 88/1.), el-vâkıa. (Vukûu kesin olan. Vakıa, 56/1-3.)

Kur’an, getirdiği kıyamet saati anlayışıyla her şeyi maddeleştiren materyalist dünya görüşüne sahip insanların anlayışını yıkmış ve maddenin ötesindeki ahiret hayatına dikkatleri çekmiştir. Bu anlayışın islam toplumu açısından hedefi ise, kıyamet tasvirleriyle, kıyamet sonrası gelecek ahiret hayatını hatırlatarak, zihinlerde ahiret şuurunu canlı tutmaktır.

Bu alemin  son bulmasıyla alakalı Kur’an’ın bildirdiği haberlerde bilimin nazariyeleriyle çatışan hiçbir şey yoktur; günümüzün ilim adamları da bu mevzuda ittifak halindedir. Kainatta görülen  -insan, hayvan ve bitkilerin ölmeleri gibi- küçük kıyametler bize saati geldiğinde vukû bulacak olan büyük bir kıyametin varlığını haber vermektedir. Ayrıca gerek geçmişte ve gerekse günümüzdeki materyalist düşünce temsilcilerinin de en çok güvendikleri madde konusunda adeta yerleşik bir tasavvur haline gelen ‘maddenin yok edilemeyeceği’ düşüncesi de çürütülmüştür. Zira günümüzde maddenin enerjiye çevrilebileceği gerçeği, bilimsel olarak kabul edilmiştir. Kuvvetin de, madde şeklini alacağı artık bilinmektedir.

b. Ba’s

Kur'an-ı Kerim’in sıkça tekrar ettiği ba’s, lügatde genel olarak, diriltme ve gönderme manalarına gelmektedir. Ba’s bu manalara ilaveten ilhamda bulunma (Maide, 5/31.), uykudan uyandırma (En’am, 6/60.), bir şeyi bir şeye musallat kılma (İsra, 17/5.), peygamber gönderme (Cum’a, 62/2.), nasb ve tayinde bulunma (Nisa, 4/35.) gibi ihtiva ettiği anlamlarla da  Kur’an’da  kullanılmıştır.

Dinî bir terim olarak ise ba’s, “Allah’ın ahiret hayatını başlatmak üzere, ölüleri kabirlerinden çıkararak hayata iade etmesi” anlamını ifade eder.(5) Tafsilatını beyan bakımından şu tarif de yapılmıştır: Ba’s, aslî bedenleri, ruhlarıyla ve cesetlerin önceki şekillerini her şeyiyle -gerek bedenin dağılan parçalarının bir araya getirilmesi şeklinde olsun gerekse yok olan cüzlerin yeniden yaratılması şeklinde olsun- iâde manasına gelmektedir.(6)

Ba’s, hususiyle Kur’an’da Allah’ın kudretini ön plana çıkaran bir kavramdır. Bu kavram çerçevesinde Allah’ın mutlak yaratıcılığına dikkat çekilmiştir. Böylece bu mefhum bir yandan ahiret inancının bir parçası olarak ahiretle, diğer yandan, -ölmüş iken bir insana hayat verecek bir Yaratıcı’yı öngördüğünden- Kadîr-i Mutlak İlâh mefhumu ile doğrudan alakalıdır.(7)    

Yeniden diriliş olayı hem nassın haber verdiği hem de aklın mümkün gördüğü bir husustur. Mes’ele bu iki zaviyeden ele alınacak olursa, ba’s’ın imkan ve hikmet bakımından kalbi tatmin edici ve aklı ikna edici mahiyette olduğu kolayca anlaşılacaktır. Diğer bir ifadeyle aklen mümkün olan hakkında nass varid olunca ona inanmak gerekir.

Yeniden diriliş manasında Kur’an’da zikredilen başka bir kelime ise nüşûr (Fâtır, 35/9; Furkan, 25/3, 40.) ve bu fiilin ifa’l babından gelen inşar kelimesidir. (Enbiya, 21/21; Zufruf, 43/11; Abese, 80/22.)

Ba’s, kelam ilminde önemli bir yer işgal etmektedir. Zira ba’s, ahiret ve ahiret ahvaliyle ilgili hükümlerin izahı açısından bir alt basamak olarak ele alınmaktadır. Diğer bir deyişle,  ahiretle ilgili Kur’ânî ifade ve tasavvurlar, ancak dirilişin mümkün olmasıyla bir anlam kazanmaktadır. Bunun içindir ki, pekçok ayetle ifade edilen diriliş olayı, ahiret hayatının nirengi noktasını teşkil etmesi hasebiyle dirilişi inkar, ahiret manzumesini tümüyle inkar manasına gelmektedir.

c. Haşr

Lügatte, toplamak, bir araya getirmek ve sevketmek manalarına gelmekte olan haşr, dinî bir ıstılah olarak, "kıyamet gününde dirilişi müteakiben bütün yaratıkların toplanmasını ve toplanma yerine sevkedilmesini" ifade etmektedir.(8)

Kur’an haşrin, bütün insanların bir araya toplandığı (Hud, 11/103.) ve  gerçekte kimin kazanıp kimin aldandığının ortaya çıkacağı bir gün olduğunu bildirir.(Teğabun, 64/9.) Yine Kur’an’a göre, haşr yerinde (mahşerde) toplanacak olan insanların görecekleri muamele dünyadaki yaşayışlarına göre olacaktır. Nitekim Kur’an’da burada Allah’tan yüz çevirenlerin o gün kör olarak haşrolunacağı, kafirlerin yüzlerinin siyah ve kederli, mü’minlerinkinin ise, parlak ve sevinçli olacağı (Al-i İmran, 3/106-7; Abese, 80/38-43.) haber verilmektedir.

Eskatolojik (ahiret ilmine dair) kavramlar içinde haşr ile alakalı Kur’an’da gördüğümüz bir başka kelime de neşrdir. Sözlükte ‘yaymak, dağıtmak’ anlamına gelmekte olan bu  kavrama, lügat anlamından hareketle "Cesedin terkibinin bozulması ve her bir parçasının tabiata dönmesi." denmiştir. Haşr’e ise bu dağınık parçaların yeniden toplanması’ anlamı yüklenmiştir. Birbirleriyle irtibatlı olarak kullanılan bu iki kavramla alakalı diğer bir tarif ise şöyle: Neşr, mahlukatın ölümünden sonra diriltilmesi, haşr ise diriltilen mahlukatın hesap yerine sevk edilmesidir.

Ahiret Hayatının Keyfiyeti

Aklın, insanı ahiret hayatı konusunda ulaştırdığı son nokta, onun mümkün oluşu ve vukû bulmasının gerektiğidir. Fakat aklın ahiret hayatının keyfiyeti hakkında söyleyecek bir şeyi yoktur. Şöyle ki, oradaki nimet ve azap ruhani midir, cismani midir? Ve bunlar dünya nimetleri ve azabı cinsinden midir? Yine bunlar bir müddet sonra inkıtaya uğrayan sonlu bir şey midir, yoksa ebedi midir? Bunların hepsi ancak,

“Size vadedilen şey muhakkak gerçekleşecektir.” (Mürselât, 77/7.)

haberini bize veren vahiy vasıtasıyla bilenebilecek hususlardandır.

Kısaca ifade etmek gerekirse, ilmin kanunları ahiretin akla uymayan bir imkansızlık olmadığını ve nihayet bir gayb aleminin bulunduğunu ve bu günün herhalde bir yarınının olduğunu ve ona hazırlanmamızın gereğini ispat eder ve anlatır. Fakat o yarının nasıl olacağını Allah bilir ve gayptan haberdar edilen sadık peygamberler haber verebilir.

Bu cümleden olarak, biz bu başlık altında -ahiret ahvaliyle ilgili meseleleri, bu konuda geçmişte ve günümüzde mufassal bir şekilde ele alınmış kıymetli eserlere[95] havale edip- çoğu zaman münakaşa mevzusu olmuş ahiretin cismaniyet ve ebediyetine dair iki konuyu Kur’an’ın beyanları ışığında  ele almayı uygun bulduk. Ayetlerle meseleye açıklık getirirken de, bu hususta ileri sürülen yorum ve izahlara da yer vereceğiz.

1. Ahiret Hayatının Cismanî Oluşu

Kur’an-ı Kerim ahiret hayatını tasvir ederken devamlı olarak beş duyu ile algılanabilen tablolar çizmektedir. Gerek cennet, gerekse cennet hayatı hep maddi misallerle tablolaştırılmıştır. Kur’an’da pek çok misali bulunan  bu tablolardan Nebe’ sûresi’ndekini bir fikir vermesi bakımından arzedelim:

“Şüphesiz ki azgınların varacakları nihaî yer olan cehennem gözetleme yeri olmuştur. Azgınlar orada çağlar boyu kalırlar, orada ne bir serinlik ne de (susamalarını giderecek) bir içecek tatmazlar, ancak (dünyada yaptıklarına) uygun karşılık olarak kaynar su ve irin tadarlar. Çünkü onlar hesap gününün geleceğini ummazlardı. Bizim ayetlerimizi yalanladıkça yalanlamışlardı. Biz ise her şeyi bir kitapta sayıp yazmışızdır. (Onlara orada şöyle denecektir): Tadın! Artık size azap artırmaktan başka bir şey yapacak değiliz. Şüphesiz takva sahipleri için umulanı buldukları yer, bahçeler üzüm bağları, göğüsleri olgunlaşmış yaşıt kızlar ve dopdolu kadehler vardır. Orada ne bir boş laf ne de bir yalan işitmezler. Bütün bunlar Rabbinden kafi bir bağıştır.” (Nebe, 78/21-36.)

“İnsan, bizim onun kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı zanneder? Elbette kadîriz. (Doğrusu, değil onun kemiklerini bir araya toplamak) onun parmak uçlarını bile düzeltmeye kadiriz.” (Kıyame, 75/4-5.)

Hadislerde haşrin cismani olduğuna dair acbu’z-zeneb ifadesi bulmaktadır:

“Sonra Allah gökten bir (hayat) suyu indirir de bu sayede ölüler, bitkinin yerden bitişi gibi (kabirlerinden) çıkarlar; insan cesedi bütünüyle çürüyüp yok olur, ancak acbu’z-zeneb müstesna; insanlar bundan yaratılacaktır.”(9)

“Toprak insanoğlunun acb dışındaki bütün cesedini yiyip tüketir. İnsan acbden yaratılmıştır; tekrar ondan meydana getirilecektir.”(10)

Esasen konuyla ilgili hadislerde anlatılmak istenen husus, toprağa karışacak insan cesedinin tekrar yaratılmasına esas teşkil edecek maddî bir unsurun toprakta veya cesedin çürüyüp yok olduğu herhangi bir mekanda varlığını koruyabilmesidir. Acbü’z-zenebin gözle görülebilen küçük bir kemik parçası olarak anlaşılması uygun olmayabilir. Nitekim insanın tekrar yartılışına esas teşkil edecek maddeden bahseden hadislerde acbü’z-zeneb yerine kuyruk sokumu civarında nokta gibi pek küçük bir şey, nüve anlamını ifade eden  acmu’z-zeneb ifadesinin yer aldığı da nakledilmektedir.(11) Buna göre insanın acmu’z-zenebden, yani kendisinin fizyolojik özelliklerini taşıyan ve duyularla idrak edilemeyen noktaya benzer küçük bir parçadan yaratılacağı anlaşılmaktadır.

Bugün acbu’z-zeneble işaret edilenin, genler ve bu genleri teşkil eden DNA moleküllerinin olabileceği üzerinde önemle durulmaktadır. Modern ilme göre genlerde, kişinin ana ve babadan gelen ırsî özellikleri, göz, saç ve derinin renk ve biçimleri ve psikolojik duyarlılığı gibi özelliklerin bilgisi saklıdır. Bunun için de kromozomlara bilgi bankası denmiştir.

Konumuzla alakalı acbü’z-zenebe dair vermeğe çalıştığımız kısa bir bilgiden sonra haşrin cismanîliği hususunda netice olarak diyebiliriz ki, meâd cismanidir. Kur’an-ı Kerim'in bu mevzuda çizdiği tablo ve tasvirler bunu açıkça belirtici mahiyettedir. Diğer yandan bunu böyle kabul etmek hem akla hem de ilahî adalet ve hikmete daha uygundur. Ayrıca Allah’ın (c.c.) yarattığı nimetlerin tamamına yakın bölümünün, insanın duyularıyla algılayacağı bir şekilde ve Yaratıcı’sını takdir edip şükredebileceği bir mahiyette yaratılmış olduğunu biliyoruz. Dünyada bu nimetlerden yararlanan uzuvlarımız, Allah’a ibadette bulunmanın mükafatı olarak, ahirette de tekrar o nimetlerden aynı şekilde neden istifade etmesinler.    

2. Ahiret Hayatının Ebedî Oluşu

Ahiret hayatının sonsuzluğunu ifade sadedinde akla ilk planda el-hulûd kelimesi gelse de, Kur’an’da bu manayı asıl ifade eden kelime, bölünmez ve ınkıtaya uğramaz bir sonsuz zaman müddetinden ibaret olan ebed  olduğu anlaşılmaktadır. Şöyle ki, hulûd, bir şeyin fesad ve tağyire maruz kalmadan olduğu hal üzere devamını ifade eder ki,  bu da cennette olanların ‘herhangi bir bozulma ve tağyire maruz kalmadan bulunduğu hal üzere devam etmesi’ manasına gelir. Bu anlamı teyid için Rağıb el-İsfehanî, “Onların etrafında muhalled (özellikleri ve güzellikleri değişmeyecek olan) çocuklar hizmet ederler.”( Vakıa, 56/17.) ayetindeki muhalledûn kelimesini delil olarak getirir.

Ahiret hayatının sonsuzluğuna dair Kur’andaki kat’î deliller ise, “Onlar orada ebedî / sonsuz olarak kalacaklardır.” (bk., Nisa, 4/57, 122, 169; Maide, 5/119; Tevbe, 9/22, 100; Kehf, 18/3; Ahzab,33/65; Teğabun, 64/9; Talâk, 65/11; Cinn, 72/23; Beyyine, 98/8.) mealindeki  bir çok yerde sıkça vurgulanan ayetlerdir. Kur’an’a göre cennet ve cehennem ebedî olup fena bulmaları söz konusu değildir. Mesela Allah (c.c.), her iki ikâmet yurdu ve ehlinin durumunu birlikte Hud suresinde şöyle anlatır:

“...O gün, bütün insanların bir arada toplanmış olacakları ve hazır bulunacakları bir gündür. Biz onu (kıyamet gününü) sayılı bir müddet için geciktiririz. Gelecek olan o günde Allah’ın  izni olmadan hiçbir kimse konuşamaz. Onların kimi bahtiyar kimi ise bedbahttır. Bedbaht olanlar ateştedirler; orada onların (çok feci) bir nefes alıp vermeleri vardır. Rabbin dilediği hariç, onlar gökler ve yer durdukça  orada ebedî kalıcıdırlar. Rabbin ne dilerse onu hakkıyla yapandır. Bahtiyar olanlara gelince; onlar cennettedirler. Rabbin dilemesi dışında gökler ve yer durdukça ebedî olarak orada kalıcıdırlar. Bu, tükenip kesilmeyen bir lütuf ve ihsandır.” (Hud, 11/103-108.)

Ayetlerde gerek cennetin gerekse cehennemin ebediliği açık bir şekilde ifade edilmesine rağmen, cehennem hayatının bir müddet sonra son bulacağını iddia edenler olmuştur. Bunlar, ‘Gökler ve yer devam ettikçe’ ifadesine dayanarak ‘cehennemdekilerin cezalarının müddetinin gökler ve yerin devamının müddetine eşit olduğunu; gökler ve yerin de devamlılığı bir gün son bulacağına göre kafirlerin cezası son bulacaktır’ neticesine  varmışlardır.

Kur’an’a dayandırılmak istenen bu iddia doğru değildir. Zira Kur’an’ın muhtelif yerlerde “hâlidîne fîhâ” beyanından sonra “ebeden” kaydını düşmesi, esasında böyle bir iddianın tutarsızlığına kesin bir cevaptır. Şu halde söz konusu pasajın sonunda kesintisiz ihsan anlamındaki “Atâen ğayre meczûz” kaydının, cehennemle ilgili ayette değil de, cennetle ilgili olan ikinci ayette vurgulanmasından dolayı ‘Cennet sevabı ebedidir, fakat cehennem azabı bir yerde son bulacaktır’ iddiası doğru değildir.

Mese’leyi farklı bir yaklaşımla ele alan Elmalılı Hamdi Yazır ise, şöyle bir değerlendirmede bulunur:

"Kâfirin her küfrü, -ebedî olan bir gerçeği inkar demek olduğundan ötürü- ebedî bir yalan ve günahtır ki, yüce Allah’ın rahmetinden sonsuz bir şekilde mahrum kalmayı netice verir. Ebedî günahın cezası veya rahmetten ebediyyen mahrum kalmanın manası ise, elbette ebedî bir azaptır. Şu halde insanın sınırlı bir müddet zarfında ebedî bir nimet ve rahmete kavuşmak için kendisine bahşedilen bir fırsatı, bir vesileyi külliyen redetmesinin, o rahmetten temelli mahrumiyet demek olduğu gayet  açıktır."(12)

Dipnotlar:

1. bk., Leyl, 92/13; Duha, 93/4.
2.  es-Sehavî, Muhammed b. Abdurrahman, el-Makasıdu’l-Hasene, Daru’l-Hicre, 1986, s.428; el-Aclunî,  Keşfu’l-Hafâ, II, 279.
3.  Işık, Hikmet, Fatiha Üzerine Mülahazalar, Çağlayan yay., İzm., ts., s.162.
4. Zümer, 39/68. Daha geniş bilgi için bk., Bağçeci, Muhiddin, “Meâd” md., Şamil İA. IV, 83.
5. et-Teftezanî, Saduddin Mes’ud b. Ömer, Şerhu’l-Akaid  (Kestelli haşiyesiyle birlikte), Salah Bilici Kit., İst., ts., ys., s.134.
6. Giridî, Sırrı, Nakdu’l-Kelâm fî Akâidi’l-İslâm, Dersaadet yay., İst., 1324, s.431; el-Harputî, Tenkîhu’l-Kelâm, s.329.
7. Mehmet Paçacı, Kur’an’da ve Kitab-ı Mukaddes’te Ahiret İnancı, Nûn yay., İst., 1994, s.100.
8. İbn Hümam, Kemal, el-Müsâyere, Çağrı yay., İst., 1979, s.213; el-Pezdevî, Ebu’l-Yüsr, Ehl-i Sünnet Akaidi  (Çev.: Şerafeddin Gölcük), Kayıhan yay., İst., 1994, s.228; el-Beycûrî, Şerhu Cevhereti’t-Tevhid, s.170.
9. Buharî, Tefsir (39), 3; Müslim, Fiten 141; İbn Mâce, Zühd 32.
10. Müslim, Fiten 142; Ebû Davud, Sünnet 24; Müsned, II, 32.
11. ez-Zemahşerî, el-Fâik, “acb” md.
12. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, III, 2112.

(bk. Yener ÖZTÜRK, Kur’ân-ı Kerim’in Ahiretin Varlığını İspat ve İkna Metodu)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun