Maide suresi 33. ayeti açıklar mısınız?

Tarih: 12.05.2011 - 00:00 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Ayette geçen, Allah ve Resulüne karşı savaşan'dan maksat kimlerdir?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Maide suresi, Ayet 33:

"Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama kesilmesi ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu, dünyada onlar için bir zillettir. Ahirette ise onlar için büyük bir azab vardır."

Bu âyetin nüzul sebebi hakkındaki rivayetler şunlardır:

1. Kitap ehlinden bir kavim hakkında inmiştir ki, Hz. Peygamber (asm) ile aralarında sözleşme yapmışlardı, sözleşmelerini bozdular ve yol kesip yeryüzünde bozgunculuk yapmaya kalkıştılar. (İbnü Abbas'dan bir rivayet).

2. Müşrikler hakkında inmiştir. (İkrime'den, Hasenü'l-Basri'den ve Alâ'dan rivayet)

3. Olayları meşhur olan Ureyneliler hakkında inmiştir ki, Ukûl, Ureyne ve Beciyle'den bir kısım halk yoksulluk ve hastalık içinde oldukları halde Medine'ye gelmişler, Müslüman olduklarını açıklamışlar, Resulullah kendilerini zekattan toplanan beytü'l-mâl develerinin otladıkları yere göndererek bunların sütlerinden içip geçinmelerini ve hastalıklarını da bu develerin sidikleriyle tedavi etmelerini emretmiş, varmışlar. Bir müddet sonra tamamen sıhhatlerini kazanıp iyileştikten sonra dinden dönmüşler, çobanları öldürüp develeri sürmüşler ve yolları kesip ırza da tecavüz ederek kaçmışlar, fakat takip edilerek yakalanmışlardı. (Enes b. Mâlik, Urve b. Zübeyr ve daha bazı zevattan rivayet)

4. Ebu Bürde de denilen Hilâl b. Uveymirî Eslemî'nin kavmi hakkında inmiştir ki, Peygamberimiz (asm) bu Hilâl ile "Ne iyiliğine, ne kötülüğüne yardım etmemek; ona gelen Müslümanlar emanlı olup heyecana düşürülmemek ve aynı şekilde her kim Resûlullah'a gitmek üzere Hilâl'e uğrarsa emanlı olup heyecana düşürülmemek." üzere "barış anlaşması" (akd-i muvâdea) yapmıştı. Bir gün Kinâne oğullarından bir kısım halk Müslüman olmak maksadıyla gelirken Hilâl'in kavmine uğramış, o gün de Hilâl orada yokmuş, kavmi tutmuşlar bunların yollarını kesmişler ve kendilerini öldürüp mallarını almışlardı.

Bu rivayetlerin toplamından anlaşıldığı üzere âyetin inişi, her halde yol kesme haydutluğu ile ilgilidir. Fakat bazıları bu hükmün kâfirlere mahsus olduğuna, bazıları da fâsık Müslümanları da içine aldığına kâni olmuşlardır ki, fakihlerin çoğunun görüşü budur.

Peygamber (asm) ile harb etmek akıl ve âdet bakımından mümkün olabilirse de, Allah ile savaşmak ne aklen ne de şer'an mümkün olmadığından her halde mecazdır. Halbuki bir lafzın hem hakikat, hem mecaz olması caiz olamaz. Şu halde burada savaş, hem Allah'a ve hem peygamberine ilgisi itibariyle mecaz olmak gerekir. Şu halde "muharebe" lafzı, ya Allah ve Resulünün emirlerine ve hükümlerine karşı gelmekten mecazdır. Veya o emirler ve hükümleri tatbik ve icra eden Allah'ın kullarına savaştan mecazdır. Sonra bu savaşın bilinen manasıyla açık savaş olmadığı da gerek siyak (söz gelişin)tan ve gerekse nüzul sebeplerinden anlaşılmaktadır. Zira görülüyor ki bunda esirlik ve cizye gibi hükümler yoktur.

Tefsircilerin çoğunluğu ve fakihler, harbin aslı, bir selb (zorla alma) manasını içine alması bakımından bu savaştan maksat, yol kesmek demek olduğunu beyan etmişler ve buna "büyük hırsızlık" adını vermişlerdir. Bazıları da gerek, şehir dışında ve gerek içinde olsun. Yani açıktan hırsızlığa kalkışmak demişlerdir. Bu manada ise müste'min (emân alarak İslâm ülkesinde bulunan gayri müslim), zımmî (gayri müslim vatandaş), harbî (müste'min ve zımmî olmayan gayri müslim), kâfirlerden vaki olabileceği gibi, fasık Müslümanlar tarafından da olabilir. Özetle bunlar, biri diğerini koruyarak toplanıp kuvvetli bir engel teşkil eden ve bu şekilde gerek Müslümanların ve gerek İslâm tabiyetinde veya himayesinde bulunanların canlarına veya mallarına veya ırzlarına kasteden ve asayişlerini bozan sosyal ve siyasi sapıklık erbabıdır. Ve bu âyette bunların cezası olan dinî ceza açıklanmıştır. Şöyle ki:

Allah ve Resulüne savaş açan, yani Allah'ın ve Resulünün emirlerine ve hükümlerine fiilen karşı çıkmakla Allah'a ve Resulullah (asm)'a harp vaziyeti alan ve yeryüzünde bozgunculuk için koşan, cana veya mala veya ırza saldırmaya veya tarla ve nesli yok etmeye girişmek ve ihmalcilik ile hak (doğru) nizamı ve halkın asayişini bozmak ve ifsat etmek için çalışan kimselerin suçlarının derecelerine göre cezaları şundan ibarettir:

Öldürülmeleri, yani adam öldürmüşler ise kısas yoluyla değil, affı caiz olmamak üzere cezayı tatbik ederek öldürülmeleri veya asılmaları, yani hem adam öldürmüşler, hem de mal almış veya ırza tecavüz etmişlerse diri olarak asılıp, süngü ile öldürülecek, yahut öldürüldükten sonra ölü olarak asılarak halka gösterilmeleri veya ellerinin ve ayaklarının çapraz kesilmesi, yani adam öldürmemişler de yalnız mal almışlar ise, biri sağdan, biri soldan olmak üzere birer elleriyle birer ayaklarının kesilmesi veya bulundukları yerden sürülmeleri, (yani bunların hiçbirisini yapmış olmayıp yalnız yolda tehdit etmişler ise yeryüzünden sürülmeleri), hapsedilmeleri veya bulundukları yerden diğer bir yere sürülmeleri.

İşte Allah'a ve peygamberine harp vaziyeti alarak silahlanıp bozgunculuk yapanların derecelerine göre tayin edilen cezaları, yani şer'î cezaları bu şekilde öldürmek veya asmak veya kesmek veya sürgüne göndermekten ibarettir. Bilinmektedir ki, herhangi bir savaşın mahiyeti bu dördün birinin dışında kalmaz ve bu cezalar bunların gerektirdikleri fiillerin mahiyeti gereği olarak hakkıyle karşılıklarıdır.

A'ta'dan, Katâde'den, Hasen'den buradaki tekrarların, yani "ev" atıf harfinin tahyir (iki şeyden birini seçmek) için olduğuna dair bazı rivayetler vardır. Buna göre âmir bunlara bu dört cezadan birisini tatbik etmeye mecbur, fakat işin gerektirdiği duruma göre bunlardan birini seçmekte serbesttir demek olur. Fakat cumhur (âlimlerin çoğunluğu) bunun gerek rivayet ve gerek dirayet bakımından doğru olmadığını ve tekrarın seçim yapmak değil, yukarda gösterildiği üzere suçun derecelerine göre dağıtım ve taksim etmek için olduğunu ve şu halde veliyyü'l-emr (âmir)in bu konuda seçme hakkı olmayıp, suçun derecesine göre cezayı yerine getirmekle yükümlü bulunduğunu, mesela hapis yatması gerekeni kesmek, kesmek gerekeni öldürmek ve yalnız öldürülmesi gerekeni asamayacağı gibi, bunun zıddını da yapamayacağını ve hiçbir şekilde affetme hakkı olmadığını açıklamışlardır. Hakikatte katili hapsetmekle yetinmek ve katil olmayanı asabilmek gibi rivayet ve dirayet bakımından akla uymayan bir "istediğini seçme" manasının batıl olduğu açıktır.

Fakat biz burada şunu söyleyebiliriz ki " = ev" edatı, hakikatte seçmeye ve bölmeye muhtemeldir. Gerçi burada taksim (bölmek) ve tevzi (dağıtmak) rivayet ve dirayet bakımından tercih edilmiş ve seçilmiştir. Fakat bununla tahyir (seçim yapma) ihtimalinin mutlak batıl ve hükümsüz olması da gerekmez. Çünkü sürgüne göndermeyi âzâ kesmeye, kesmeyi öldürmeye, öldürmeyi asmaya çıkarabilecek şekilde, cezayı şiddetlendirme şeklinde bir seçim yapma asla caiz olamamakla beraber, tersine asmayı öldürmeye, öldürmeyi uzuv kesmeye, uzuv kesmeyi hapse indirebilecek şekliyle cezayı hafifletme suretinde bir seçme ve bir selahiyet düşünülmesi akla yatkın ve mümkündür.

Seçim yapma ihtimali, aslında mevcud ve bazı rivayetler de nakledilmiş olduğu halde bu imkan büsbütün inkâr edilemez ve edilemeyince de zaten "cezalar, şüphelerle düşer" olduğu için hâl ve zamanın değişmesine göre cezayı hafifletici olmak üzere, gerektiği zaman bu ihtimali de düşünmek doğru olabilecektir. Bu mana, bir lafzı aynı zamanda hem seçim yapmaya, hem de tenviâ (çeşitlendirmeye) yorumlayarak iki manayı bir delalette toplamak değil, çeşitli durumlar ve farklı zamanlara göre iki manayı sırayla düşünerek bir çeşit seçime ihtimal veren taksim ile "iki ihtimalle amel olarak" her şüpheden uzak bir mana almaktır ki, hem cezanın manasına, hem de genel kâidelerden hafifletme hükümlerine çok uygundur.

Bilinmektedir ki salb (asma)nın manası kollarından bir yere germektir. Nitekim "salib" bundan alınmıştır. İmam Şâfiî hazretlerinin asmanın ölü olarak yapılmasını, yani önce öldürüp, Müslüman ise namazı da kılındıktan sonra asılıp, herkese gösterilmesini tercih etmiştir ki, faydalı olduğunda şüphe yoktur.

Bir yere sürgüne göndermeye gelince, esasen nefy, idam etmek, yok etmek demektir. Halbuki burada öldürme ve asmaya karşılık zikredilmiş olduğu için "asma" manasına olmadığı açıktır. O halde hayatta olan bir kimsenin bütün yeryüzünden sürülmesi ancak hapsetme demek olabilir ki, Arap dilinde nefy bu manaya da kullanılmış olmasında fikir ayrılığı yoktur. İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri ve pek çok dil bilgini bu manayı tercih etmişlerdir. Gerçi bulunduğu memleketten diğer bir beldeye çıkarmaya veya dâr-ı İslâm (Müslüman memleketin) den çıkarmaya da nefy (sürgün) denilebilirse de, bunun ikisi de sakıncadan uzak olmadığı için caiz görülmemiştir. Çünkü maksat, şerri defetmektir. Halbuki bir haydutu diğer bir memlekete sevketmek, orada bulunan Allah'ın kullarına zarar vermekten uzak değildir. Büsbütün İslâm memleketinden gayri müslimlerin memleketine çıkarmak ise gayri müslimlere bir şahsın katılmasını arzu etmek demek olduğundan hiç caiz olmaz demişlerdir. Bununla beraber şahısların ve yerlerin değişmesine göre anılan sakıncanın ortaya çıkmayacağı anlaşılırsa, diğer bir memlekete sürgün etmenin caiz olduğu söyleyenler de vardır. Bu cümleden olarak Ömer b. Abdülaziz Hazretlerinden bu mana rivayet edilmiştir. Daha önce Tihâme çölünün en uzağında "Dehlek", Habeş'te "Nâsı' " birer sürgün yeri idi denilmiştir.

Dilimizde de nefy, bu manada kullanılmaktadır. İmam Şâfiî de demiştir ki, burada nefy'in iki manaya gelme ihtimali vardır. Birisi, eğer bunlar adam öldürmüş, mal almış ve yakalanmış iseler, cezaları yerine getirilir. Eğer yakalanmamış iseler devamlı takip edilirler. İşte bu şekilde nefyden maksad, bunların hükümetten korkarak bir beldeden bir beldeye devamlı şekilde kaçıp gitmesidir.

İkincisi, yalnız korkutmak ile kalmış, adam öldürmemiş ve mal almamış olanlar da devamlı olarak takip edilir. Fakat tutuldukları zaman tazir edilir (şer'î haddin dışında hakimin uygun göreceği bir ceza ile cezalandırılır)ler ve hapsedilirler. Bunlar hakkında da nefyden maksat yalnız hapistir. İmâm Şâfiî'nin nefyi böyle iki hale göre manalandırması bizim tahyir (seçme) ve taksim etme meselelerindeki hatırlatmamıza benzer. Bir de Şâfiî'nin bu ifadesi hapsin had (şer'î ceza) değil, tazir mahiyetinde olduğunu göstermektedir. Hakikatte hapis miktarı tayin edilmemiş olduğuna göre böyle olması gerekir. Şu halde bunun şer'î ceza (had) olması, hapsin aslına göredir.

İşte Allah ve Resulüyle savaş eden ve yeryüzünde bozgunculuk etmek için, koşanların cezaları başka bir şey değil, ya öldürülmek, ya asılmak, ya elleri ayaklarının çapraz olarak kesilmesi veya yeryüzünden nefyolunmak (sürülmek)tır. Fakat bu cezanın kısaltılması (veya tahsisi) mutlak değil, izafidir. Zirâ bu ceza bunların sırf dünyadaki düşüklük ve rezaletleridir. Bundan başka bunlar için ahirette pek büyük bir azab daha vardır. Ki bunların hiçbiriyle kıyas edilmesi mümkün değildir.

(bk. Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun