Allah'ın ezeliyeti nasıl oluyor; akla tefhim ve takrib edecek bir misali var mıdır?

EZEL: “Evveli olmamak. Kıdem”
EZELÎ: “Evveli olmayan. Kadim.”
İLM-İ EZELÎ: “Allah’ın ezelî olan ilmiyle olmuş ve olacak her şeyi birlikte bilmesi.”

Önce bir soruya cevap vermeyi daha uygun görüyoruz. Sonra "ezel, ezeli" konusuna açıklık getirmeye çalışacağız.

Kaderi yanlış anlayan ve cüz’i iradeyi de yine yanlış değerlendiren bazı kesimlerin sıkça sordukları bir soru var:   

“Madem Cenâb-ı Hak ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim ne kabahatim var?”

Her insan vicdanen bilir ki, kendisinde iki ayrı hareket, iki ayrı fiil söz konusu. Bir kısmı ihtiyarî, yani kendi isteğiyle, iradesiyle ortaya çıkıyor. Diğer kısmı ise ızdırarî; yani tamamen onun arzusu, iradesi dışında cereyan ediyor.

Meselâ; konuşması, susması, oturması, kalkması birinci gruba; kalbinin çarpması, boyunun uzaması, saçının ağarması da ikinci gruba giren fiillerden.

O birinci grup işlerde, istemek bizden, yaratmak ise Allah’tan. Yâni, biz cüz’i irademizle neyi tercih ediyor, neye karar veriyorsak Cenâb-ı Hak mutlak iradesiyle onu yaratıyor. İkinci tip fiillerde ise bizim irademizin söz hakkı yok. Dileyen de yaratan da Cenâb-ı Hak. Biz bu ikinci gruba giren işlerden sorumlu değiliz. Yâni, âhirette boyumuzdan, rengimizden, ırkımızdan, cinsiyetimizden yahut dünyaya geldiğimiz asırdan sorguya çekilmeyeceğiz.

Soru sahibi bu iki fiili bir sayma gafleti içinde... Ama, işin önemli yanı, bu iddiasına kendisi de inanmıyor... İşlediği günahlarda kaderin onu zorladığını iddia ederken samimi değil!.. "Bunu nereden bileceğiz?" diye sorulabilir. Yaşayışından!  Bir örnek verelim:

Bir adam düşününüz. Kaderin kendisini zorladığına, bağladığına ve iradesini elinden aldığına gerçekten inanmış olsun. Bu adam, sabahleyin uyandığında yatağında öylece kalakalır; kalkamaz. Kaderini bekler. “Bakayım” der, “eğer kaderimde kalkmak varsa yataktan kalkarım. Yoksa ben buna nasıl karar verebilirim?!.. Hangi mahkûm, içerisine tıkıldığı hapishane arabasını dilediği yöne sürebiliyor?!..”

Gelelim asıl samimiyetsizlik örneğine: Buna samimiyetsizlik demek de az kalır... Bu, doğrudan doğruya, İlâhî rahmete iftira.

Adam, yaptığı bütün müspet işlere sahip çıkıyor, “Ben yaptım, ben kazandım” diye göğsünü gere gere anlatıyor bunları... Ama, sıra işlediği günahlara, yaptığı hatalara, ettiği zulümlere gelince kadere yapışıyor: "Kaderimde bu varmış." diye işin içinden çıkmaya çalışıyor.

Evine giren hırsızı mahkemeye verirken kaderi unutuyor. “Bu adam” diyor, “benim evime girdi, şuyumu çaldı, buyumu gasp etti.” Hırsızın: “Ben masumum. Benim kaderimde soymak, bu zatın kaderinde de soyulmak varmış” şeklindeki müdafaasına kızıyor, köpürüyor, çıldıracak hale geliyor!.. Ama, sıra kendi işlediği günahlara gelince, utanmadan ve sıkılmadan o hırsızın müdafaasına sarılabiliyor!..

Böyle birisiyle, kader konusunu ciddî mânâda konuşmak mümkün mü?

Gerçek şu: Biz her türlü işimizde, fiilimizde kaderin mahkûmu değiliz. İhtiyarî fiillerde, yani kendi irademizle yaptığımız işlerde serbest bırakılmışız. Bunu vicdanen biliyoruz. Bu fiillerde, daha önce de belirttiğim gibi, isteyen biziz, yaratan ise Cenâb-ı Hak...

Zaten dünyaya imtihan için gönderilmiş olmamız da bunu gerektirmiyor mu?

İmtihana giren bir aday dilediği salonda imtihan olamaz. İmtihanı istediği saatte başlatamaz ve sona erdiremez. Soruların puanlamasını kendi tayin edemez. Bütün bunlar, onu imtihan eden kimsenin tayini ve tespiti iledir. Fakat, imtihan başladıktan sonra, cevapları dilediği gibi verir... İmtihan süresince kendisine müdahale edilmez. Aksi halde buna imtihan denmez.

Şimdi, şu sorunun cevabını arayalım:

- İnsanlar bu dünyada kendi amel defterlerini diledikleri gibi doldurmuyorlar mı?
- İlâhî emir ve yasaklara uyup uymama konusunda serbest değiller mi?

O halde, bu adamlar neyin davasını görüyorlar?!.. Bir yandan, işledikleri günahların sorumluluğundan kurtulmak için iradelerini inkâra kalkışıyor; diğer yandan, meselâ, pencerelerini taşlayan ve  Allah’ın sorumlu bile tutmadığı, küçük bir çocuğu dövmekten de geri durmuyorlar. Bu sahne onları sorumlu kılmaya ve utandırmaya yetmiyor mu?

Soru sahibinin Türkçe bilmediğinden söz etmiştik. Bunun ispatı gayet kolay. Geliniz bu soruyu dilbilgisi yönünden inceleyelim:

“Mâdem Cenâb-ı Hak, ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim kabahatim ne?”

Bu cümlede iki tane fiil geçiyor: Biri, “yapmak”, diğeri “bilmek”. Yapmak fiilinin öznesi: Ben. Bilmek fiilinin öznesi: Cenâb-ı Hak.

Yâni soru sahibi, “Ben yapıyorum, Allah da biliyor” diyor. Ve sonra bize soruyor: Benim kabahatim ne?
Ona nazikane şu cevabı veriyoruz: Senin kabahatin o işi yapmak.

Bu konuda Nur Risalelerinden Sözler adlı eserde şu tespit yapılır:

“Kader, ilim nev’indendir. İlim, malûma tâbidir. Yani nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil.”

İlim, “bilmek” ya da “bilgi” mânâsına geliyor. Malûm, “bilinen”, âlim ise “bilen” yahut “bilgin”. Bu kaideyi bir misâl ile açıklamaya çalışalım.

Meselâ, ben bir gencin Fen Fakültesi'nde okuduğunu bilmiş olayım. Bu bilgim ilimdir. Malûm ise, o gencin o fakültede öğrenci olduğu. İşte, benim ilmim bu malûma tâbidir. Yani o genç Fen Fakültesinde okuduğu için, ben de onu öylece bilirim. Malûm ilme tâbi olsaydı, ben onu tıpta okuyor bilirdim, o da tıp öğrencisi olurdu... Misâller çoğaltılabilir.

“Madem Cenâb-ı Hak benim ne yapacağımı biliyor,..”denilmekle, Allah’ın âlim olduğu, soru sahibinin ise, o fiili yapacağı peşinen kabul edilmiştir. İşte o adamın, söz konusu fiili işlemesi malûm, Allah’ın, bunu ezelî ilmiyle bilmesi ise ilimdir. Ve bu ilim, malûma tâbidir. Eğer malûm ilme tâbi olsaydı, sorunun şöyle sorulması gerekirdi:

“Madem ben Cenâb-ı Hakk’ın bildiğini yapıyorum, öyleyse ne kabahatim var?!.”

Böyle söylenmiyor, söylenemez de. Allah’ın ilmi hakkında kim ne konuşabilir?!.

Yukarıda, Sözler’den naklettiğimiz cümlelerin devamında da şöyle buyurulur:

“Yani ilim desâtiri; malûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünki malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder.”

Bilindiği gibi, bir şeyi, bir hâdiseyi yahut bir fiili bilmek, onun fâili olmak için yeterli değildir.

Bir misâl: Konuşmayı herkes bilir. Ama, bir insan bu işe teşebbüs etmedikçe ve konuşma fiilini işlemedikçe onun konuştuğundan söz edebilir miyiz?

Bir başka misâl: Allah Resulü (a.s.m.) İstanbul’un fethini müjdelemiştir. Ama, “fetih” fiilini Sultan Mehmet işlediği için “fatih” ünvanını o padişaha veririz. İstanbul’u, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) fethettiği gibi bir iddiada bulunmayız.

Demek ki, fâil olmak için fiili bilmek yetmiyor... Onu irade etmek, bizzat teşebbüs etmek ve işlemek gerekiyor... İşte Allah, insanın bütün amellerini, bütün fiillerini bilir. Ama, iradesini ve kuvvetini sarf ederek o işi yapan insandır ve her türlü sorumluluk da ona aittir.

Daha önce de belirttiğim gibi; kul, kendi cüz’i iradesini, -hayır olsun, şer olsun- hangi işe sarf ederse, Cenâb-ı Hak onu yaratır. İstemek kuldan, yaratmak Allah’tandır. Fakat, bütün fiilleri Allah’ın  yaratması, insanı sorumluluktan kurtarmaz... İnsana kuvvet ihsan eden, her türlü imkânı bağışlayan Allah’tır. Kul bu imkânı, bu kuvveti Onun rızasına aykırı olarak kullanırsa elbette sorumlu olur, suçlu olur.

Şöyle bir düşünelim: Bir emniyet mensubu, yetkisini ve silâhını kötüye kullanarak birisini haksız yere vursa, devlete mi katil denilecektir, yoksa o görevliye mi?

Şüphesiz, katil o görevlidir!.. Şimdi bu görevli, “Ben o suçu devletin imkânlarıyla işledim. Ne kendi silâhımı kullandım, ne de kendi mermimi.” şeklinde bir özür beyan edebilir mi?.. Eğer etse, devlete hakaret ve iftiradan dolayı ayrıca cezalandırılması gerekmez mi?..

Maalesef, Allah’ın mutlak saltanatına, sonsuz kudretine ve sınırsız merhametine karşı bu küstahça ve nankörce iftirayı yapanlar çıkabiliyor!..

Konuyla yakın ilgisi olduğu için, ezel meselesine de kısaca değinmek isterim:

Kader Risalesinde şöyle bir ifade yer alır:

“Hem ezel; mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel; mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir.” (Sözler, Yirmi Altıncı Söz)

Allah’ın zatı gibi sıfatları da ezelî. Bu sıfatlardan birisi olan ilmi de ezelî. Allah, ezelî ilmiyle olmuş ve olacak her şeyi birlikte bilir. Birini önce, diğerini sonra bilmesi söz konusu değildir.

İnsan, zamanla kayıtlı oluğu için, olayları ancak vuku bulduktan sonra bilebilir ve öğrenebilir. Bu sınırlı ilmiyle, “zamandan münezzeh olmayı” ve “ezelî ilmi” kavraması elbette mümkün olmaz. Ama, yukarıdaki harika misâl, bu hakikati insan aklına bir derece yakınlaştırır:

Bir aynayı şuurlu farz ediyor ve onu yüksek bir yerden tutarak aşağıları temaşa ettiriyoruz. Bu ayna, tam karşısına düşen dar bir sahayı gördüğü gibi, o sahanın sağına ve soluna düşen çok geniş bir sahayı da görebilir. Bu misâlde, sol taraf geçmiş zamanı, sağ ise gelecek zamanı temsil etmektedir.

Ayna, gördüğü mekânın içinde bulunmadığı, ondan çok yükseklerde durduğu için, mekân onu kayıtlayamaz. Bu güzel misali zamana da tatbik etmek mümkün. Demek ki, zamandan münezzeh olanı da zaman kayıtlayamıyor.

Çoğu insanımızın aldandığı önemli bir nokta var: Zaman mefhumunu yanlış yorumlamak!..

Olay gelecek zamanda ortaya çıkacaktır, ama Allah onu ezelî ilmiyle bilmektedir... İşte bu ilim, insanı zorlayıcı bir unsur olarak gösterilmeye çalışılıyor.

Şu anda soru sahibiyle “ezel” konusunu konuştuğumuzu kabul edelim ve kendisine şu soruyu soralım:
- Cenâb-ı Hak şu anda neler konuştuğumuzu biliyor mu?
- Elbette!
- Onun bu ilmi bizi şöyle veya böyle konuşmaya zorluyor mu?
- Hayır.
- Biz bu sohbeti on gün sonra yapsak durum değişir mi?
- Değişmez.
O halde, bu noktada, bugün ile on gün sonrasının farkı yok demektir.

Şimdi aynı soruyu, geçmiş zaman için soralım:
- Biz bu sohbeti on gün önce yapsaydık, Allah’ın bunu bilmesi irademizi hükümsüz kılacak mıydı? Yâni, biz kendi irademizle konuşamayacak mıydık?
- Elbette konuşacaktık.

Demek ki mâzi, hâl ve istikbâl, yâni, geçmiş zaman, şu an ve gelecek zaman Allah’ın ezelî ilmi için fark etmiyor. Ve her üç halde de ilim malûma tâbi... Biz ne konuştuysak, ne konuşuyorsak yahut ne konuşacaksak Allah, ezelî ilmiyle onu biliyor. Malûm ilme tâbi olmadığı içindir ki, Allah’ın bilmesi bizi zorlamıyor, irademizi bağlamıyor...

Bunu vicdanen bildiğimiz halde aksini nasıl iddia edebiliriz? Nasıl olur da on gün sonra işleyeceğimiz günahlar için böyle bir özre yapışabiliriz?!..

Bu tip iddialarda bulunan insanlar, Allah’ın zamandan münezzeh olduğunu unutuyor; bu hakikatten gaflet ediyorlar.

Allah’ın hem zâtı ezelî, hem de sıfatları... Bizim ise zâtımız ve sıfatlarımız sonradan yaratılmış... Elbette biz Onun ne zâtını, ne de sıfatlarını lâyıkıyla bilemeyiz, ezelî ve zamandan münezzeh oluşunu hakkıyla kavrayamayız... Nasıl kavrayabiliriz ki, henüz zamanın ne olduğunu bile anlamış değiliz!..

Zaman nedir? Nasıl bir şeydir? Aynı anda o nehir içinde her şey akıyor, ama niçin her birine farklı tesirleri oluyor?.. Çocukları gençliğe tırmandırırken, olgunları ihtiyarlığa, ihtiyarları da ölüme sürüklüyor. Bu nehir aşağı doğru mu akıyor, yukarı doğru mu?

Şair, haklı olarak soruyor:

"Nedir zaman nedir?
Bir su mu, bir kuş mu?
Nedir zaman, nedir?
İniş mi yokuş mu?"

Biz zamanla kayıtlıyız. Dünümüz var, yarınımız var. Bunlar, ömür denilen hayat süresinin safhaları... Lâkin, bu safhalar hep nisbî, yâni birbirine göre bu isimleri alıyorlar... Bu günümüz, yirmi-otuz saat kadar önce, “yarın” diye yâd ediliyordu. Sabaha çıktığımızda ondan söz ederken, “dün” diyeceğiz. Geçmiş ve gelecek zaman da dün ve yarından farklı değil.

Her gün, her saat, hatta her an ayrı bir âlem... Belli bir anda kâinatta cereyan eden bütün hâdiseler, bir an öncesine ve bir an sonrasına göre farklı tablolar meydana getiriyorlar. Öyleyse, her an bu âlemde ayrı bir levha sergileniyor...

İşte zaman, sıra sıra dizilen bu tablolarda okunuyor, yahut, bu tablolar zamanın içinde dokunuyor...
Zaman hakkında çok şeyler söylenmiş. Mâhiyeti ne olursa olsun, gerçek şu ki, varlıkların hareketleriyle, seyirleriyle, konup göçmeleriyle ilgili bir mefhum olan zaman, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâlıkı için söz konusu olamaz... Yaratılmış ve yaratılacak bütün eşyayı, ezelî ilmiyle bilir.

Âyet-i Kerime’de ne güzel buyurulur:

“Yaratan bilmez olur mu? O Lâtiftir, her şeyden haberdardır.” (Mülk, 67/14)

Geçenlerde harika bir yazı okudum. Özet olarak şöyle:

“Bir kitaba bakan insan düşünmeli ki, bu kitaptaki her kelime, her satır, her harf yazılmış. O halde bunları yazan zât, yazı cinsinden olmayan, kelimeye, harfe benzemekten münezzeh birisi olmalı!..”

Şimdi bu ifadeleri konumuza tatbik edelim. Şu dünyamız, şu bütün insanlar, hayvanlar, bitkiler zaman nehrinde durmadan akıyorlar... Ölüme, kıyamete doğru yol alıyorlar... Bu nehri akıtan zât, elbette zamandan münezzehtir. Yâni, onunla bağlı ve kayıtlı değildir... Ve bu nehirde akanların hiçbiri, zamandan münezzeh olmayı lâyıkıyla bilemez.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun