Hud suresi 107. ve 108. ayette cennet ve cehennem ehlinden bahsederken "Rabbinin dilemesi başka." ifadesiyle ne anlatılmak istenilmiştir?

Tarih: 09.02.2012 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Buradaki gökler ve yerden murad, bu dünya ve bu gökler değil.

"O gün yeryüzü, başka yeryüzüne çevrilir, gökler de başkalaşır." (İbrahim, 14/48)

âyetiyle haber verilen yer ve göklerdir. Ahiret hayatının da kendine göre gökleri ve yeri olacağı açıkça bellidir.

Hud suresi 100-108. ayetler:

100. İşte bu helâk olmuş memleketlerin önemli haberlerindendir. Sana onu kıssa olarak anlatıyoruz. Onlardan yerinde duranlar da var, biçilenler (yok olup gidenler) de.

101. Biz onlara zulmetmedik, onlar kendi kendilerine zulmettiler. Allah'ı bırakıp da taptıkları tanrılar, Rabbinin emri gelince kendilerine hiçbir fayda sağlayamadılar. Hasarlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadılar.

102. İşte Rabbin, zalim memleketleri cezalandırdığı zaman böyle cezalandırır. Çünkü O'nun cezası çok acı, çok çetindir.

103. Ahiret azabından korkanlar için bunda muhakkak ki, bir ibret vardır. O, öyle bir gündür ki, bütün insanlar onun için toplanacaktır ve o, öyle bir gündür ki, mutlaka görülecektir.

104. Biz onu sadece belli bir süreye kadar geciktiriyoruz.

105. O gün gelince Allah'ın izni olmadan hiç kimse konuşamaz. Onların kimi bedbaht, kimi de mutludur.

106. Bedbaht olanlar ateştedirler. Onlar orada başka türlü soluyacak, başka türlü haykıracaklar.

107. Onlar orada gökler ve yer durdukça duracaklar. Ancak Rabb'inin diledikleri başka. Çünkü Rabbin dilediğini yapandır.

108. Mutlu olanlar ise cennettedirler. Orada gökler ve yer durdukça duracaklar, ancak Rabbinin diledikleri başka. (Bu) ardı arası kesilmeyen bir ihsan olacak.

109. O halde sakın şunların ibadet edişlerinden şüpheye düşme. Daha önce ataları nasıl ibadet ediyor idiyseler bunlar da öyle ibadet ediyorlar. Biz de kendilerine nasiplerini elbette eksiksiz olarak öderiz.

AÇIKLAMA:

100-101- İşte bunlar, yani ta baştan beri anlatılanlar, O sitelerin haberlerinden önemli kısımlardır ki, onu sana kıssa (öykü) olarak anlatıyoruz. Yani ayrıntılara girmeden, sözü uzatmadan, yalnızca ibret noktalarını özetleyerek dillere destan olacak şekilde açıklıyor ve hikaye ediyoruz. Onlardan, (yani o şehir medeniyetlerinden) bir kısmı ayaktadır, kalıntıları durmaktadır, bir kısmı da hasad edilmiş ekin gibidir. Silinip gitmiş, yıkılıp, yok olup gitmiştir. Ve Biz onlara, (o helak olan kavimlere) zulmetmedik. Lâkin onlar kendi kendilerine zulmettiler. Allah'ı bırakıp, yalvara geldikleri o sürü sürü tanrıları, Rabbinin emri geldiği vakit onlara hiçbir fayda vermedi. Allah'ın emrinden zerrece bir şeyi önleyemedi. Üstelik onların helak ve hüsranlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadı.

102-103- Ve Rabbinin yakalaması işte böyledir. O memleketleri zulme dalmış gitmiş bir halde yakaladığı vakit gerçekten O'nun yakalaması acı ve çetin bir yakalama olur. Muhakkak ki onda, yani o yakalamada veya anlatılan her kıssada ahiret azabından korkan herkes için elbette birer âyet vardır. Yani ibret alacak, ders alacak açık seçik noktalar vardır. Adam sen de, ben bugünümü geçireyim de sonra ne olursa olsun diye, ilerisini düşünmeyen, ahireti hatırına getirmeyen saygısızlar, bu gibi olayları kulların işlediği günahlarla ilişkili görmezler, tesadüflere ve tabiata yükleyip geçerlerse de cidden aklı ve izanı olan ve ahiret korkusu bulunan kimseler, bunda ahirete bir delil bulacaklar ve bu dünyada yapılan zulüm ve haksızlıkların oradaki sonucunun korkunç olduğunu anlayacaklar. İşte bu düşüncelerle Allah Teâlâ'nın azgınlara hazırladığı ahiret azabının ne kadar çetin, ne kadar korkunç olabileceğini tahmin edeceklerdir.

Ayrıca peygamberlerin, dünya azabına ve helakine ilişkin olarak verdikleri haberlerin gerçekleşmesinden, peygamberliğin Allah'ın emriyle olmuş bir iş olduğunu daha iyi anlayacak ve onların ahiretle ilgili haberlerine de akıl ve mantık yorup yakîn hasıl edecektir. Gerçekten de dünyaya ait cezalardan anlaşılır ki, bunları önceden haber veren peygamberler doğru, peygamberlik ise emri vakidir. Ve bundan dolayı peygamberlere haksızlık edip bildirdiklerine inanmamanın ve ahiret azabından korkmamanın akıbeti, Nuh kavminin, Ad ve Semud kavimlerinin, Lut kavminin, Medyen halkının, Firavun ile adamlarının akıbetleri gibi çok acı, çok korkunç bir akıbettir.

İşte o, ahiret azabının olacağı kıyamet günü, Öyle bir gün ki, bütün insanlar onda toplanacak, haşr olacak. Ve o toplanış günü, öyle bir gün ki, muhakkak görülecek. Yani olmamak ihtimali yoktur, mutlaka olacak ve herkes toplanıp onu gözüyle görecek, müşahede edecektir. Yahud o günde her şeye şehadet edilerek, çok şahit bulunacak. Çünkü bütün canlılar, bütün varlıklar, yerde ve göklerde bulunanlar orada şahit olacak. Bütün diller, eller ve ayaklar kendi yaptıklarına şahitlik edecektir. Bu ikinci mânâya göre "meşhud" meşhudun fihin muhaffefidir ki, birçok müfessir, bunu tercih etmişlerdir.

104- Ve biz onu ancak sayılı ve belli bir süreye kadar tehir ediyoruz. Yani sonsuza dek tahir edip geciktirmiyoruz. Ancak sayısı belli olan bir süreye kadar erteleyip geciktiriyoruz. Dünyanın ömrü sonsuz ve sınırsız olarak devam edip gitmeyecektir. O, haddi zatında sayılı, sınırlı az bir süreden ibarettir. Bir gün olup son bulacak ve o vakit ahiret gelip çatacaktır. Onun için o kıyamet günü az bir süre sonra mutlaka görülecek, yani meşhud olacaktır, sonsuza kadar gecikmeyecektir.

105- O gün gelir ki, kimse söz söyleyemez. Ancak O'nun izni olursa, (yani Allah'ın izniyle) konuşacaklar müstesnadır. "Rahman'ın izin verdiklerinden başka hiç kimse konuşmayacak." (Nebe', 78/38). Bununla beraber bu izin de herkese ve her yere ait bir izin değildir. "Bugün, konuşamayacakları ve özür dilemek üzere kendilerine izin de verilmeyeceği bir gündür." (Mürselat, 77/35, 36) buyurulduğu üzere, bu günün öyle yerleri de vardır ki, bütün insanların nutku tutulur, bir özür dilemek için izin verilmez. İşte o gün kimi bedbaht, kimi mutludur. Bir kısmı şakî, bir kısmı saiddir. Hiç konuşturulmayanlar bedbaht, sefil ve perişandırlar; konuşmasına izin verilenler de mutlu ve bahtiyardırlar.

106- O şakî olanlara gelince, işte onlar ateştedirler. Orada onlara düşen şey zefir ve şahiktir. Tıp dilinde "zefir" nefes almak, "şehik" de nefes vermektir. Fakat asıl lügatta zefir, soluğu uzun uzadıya içeri çektikten sonra dışarı vermektir. Dertli ve sıkıntılı olanın halidir ki, iç çekmek, göğüs geçirmek deyimleri ile ifade edilen haldir. Şehik de ağlarken hıçkırmaktır ki, bu da fazla acıdan kaynaklanır. Ve çocukların ağlaması hıçkıra hıçkıra olur. Bundan başka bir de eşeğin anırmasının evveline zefir, sonuna şehik denilir ki, biri içeri doğru çekilerek, diğeri dışarı doğru verilerek ses çıkarmaktır. Hasılı lügat açısından zefir ve şehik normal nefes alıp verme değildir, ıstıraplı, acılı bir nefes alıp vermedir.

Ayrıca zefir ve şehikteki tenvinler tenkir ve tehvil içindir ki, o zaman mânâ şu demek olur: Bambaşka ve feci bir soluk alıp vermeleri, solurken göğüs geçirip hıçkırmaları vardır. Görülmemiş şekilde nefes alıp vereceklerdir.

Hasen'den nakledilen bir mânâya göre, zefir cehennem alevinin yükselmesidir. Cehennem alevleri kabarıp yükselecek ve içindekiler, fırlatılıp atılacak gibi tam cehennemin en yüksek tabakasına varıp çıkmak ümidine düştükleri vakit, melekler öyle bir çarpacaklar ki, derhal gerisin geri en derinlere ve diplere doğru yutuluverilecekler ve bu mânâ "Ondan her çıkmak istedikleri zaman geriye döndürülürler." (Secde, 32/20) âyetinde bildirilen bir husustur. Şu halde cehennem alevlerinin köpürüp kabarması zefir, geriye bükülüp dibe doğru kıvrılması şehikdir.

107- Ateş içinde işte böyle bir yukarı, bir aşağı inip çıkacaklar, hepsi orada muhalled olarak kalacaklar. gökler ve yer daim olup durdukça, onlar da orda duracaklar. "Bu ifadede bir vakit tayini yok mudur, şu halde bu söz diğer âyetlerdeki ebedî kaydına aykırı değil midir?" gibisinden bazı münakaşalar vardır. Ancak bu "gökler ve yer durdukça" deyiminin Arapçada "yıldız ışıdıkça", "gece gündüz karşılıklı sürüp gittikçe", "denizde su oldukça" ve bizim dilimizde "dünya durdukça" gibi deyimler ebediyetten kinaye olarak kullanılır, şeklinde cevaplar da verilmiştir. Lâkin bu suretle ebediyyet anlamına olduğu, ve dil geleneğinde bunun ebediyyet demek olduğu yolundaki cevaplar, ifadenin lügat anlamına da alınabileceği ihtimalini tamamen ortadan kaldırmadığı için, bunun bu yoldaki münakaşayı sona erdireceği hayli su götürür bir meseledir. Halbuki bu âyetlerde söz konusu "ecel-i ma'dud"un, yani belli sonun gelmesinden sonra gelecek olan kıyamet gününden ve bunu takip edecek olan ahiret hallerinden söz edilmektedir. Bundan dolayı buradaki gökler ve yerden murad bu dünya ve bu gökler değil. "O gün yeryüzü, başka yeryüzüne çevrilir, gökler de başkalaşır." (İbrahim, 14/48) âyetiyle haber verilen yer ve göklerdir. Ahiret hayatının da kendine göre gökleri ve yeri olacağı açıkça bellidir. Onun ise bu dünyadaki gibi sayılı bir eceli olmayıp, devamı da ahiret hayatının devamı gibi sonsuz olduğundan, binaenaleyh bu kaydın örfi ve mecazi anlamda bir ebediyyet değil, gerçek anlamda bir ebediyyet ifade ettiğinde şüphe yoktur. Nitekim bundan sonraki âyette kesintisiz ihsan olarak "Öyle bir ihsan ki kesilmesiz" buyurulduğuna göre, bu sürekliliğin kesintisiz olacağı da açıkça ortaya konulmuştur. Bir de Abdullah b. Abbas hazretlerinden nakledilmiştir ki, "Gökler ve yer ahirette kaynakları olan nura dönüşeceklerdir." Binaenaleyh arşın nurunda ebedî olacaklar demektir.

Fakat bu sonsuza dek sürecek olan devam ve huludun, Allah'ın zatına mahsus olan ebediliğe benzer bir ebediyyet şeklinde düşünülmemesi ve öyle vehmedilmemesi için buyuruluyor ki:

Ancak Rabbin dilediği vakit müstesnadır. Yahut Rabbinin dilediğinden başka. Şayet dilerse devam etmeyenler, muhalled olmayanlar, ateşte kalmayanlar veya daha başka şekilde azaplara çarptırılacak olanlar bulunabilir. Muhakkak ki, Rabb'in dilediğini yapandır. Ne dilerse onu yapar. O dilerse huludun devamını engeller veya zefir ve şehiki keser, dilerse cehennemin aynı tabakasında tutmaz da başka başka tabakalarına veya ateşten alıp zemherire nakleder ve daha başka yollarla azap eder veya dilediğini cehennemden çıkarır cennete koyar, bedbahtlıktan kurtarıp mutluluğa erdirir. Diler mi, dilemez mi? İşin o tarafı başka. Onu yalnızca kendisi bilir, ancak dilediği takdirde O'na engel olabilecek bir güç yoktur. Ancak genellikle bildiriyor ki, ahiret âleminin ebedî olarak devamını ve o devam süresince de azgınların ateşte ebedî kalmalarını dilemiştir. Ve bu arada bazıları hakkında istisnai olarak birtakım meşiyyetleri ve özel muameleleri de olabilecektir ki, bu da kiminin lehine, kiminin aleyhine olabilir. Yine bir hadisi şerifte varid olduğuna göre, cehennemin günahkar müminlere mahsus olan bir tabakası bir zaman gelip boşalacaktır.

108- Mesud olanlara gelince işte onlar da cennettedirler. Öyle ki, gökler ve yer daim oldukça, (yani, yerinde durdukça, yani sonsuza kadar,) hepsi orada muhalled olarak kalacaklar. Ancak Rabb'inin dilediği başka. Yani cennetin devamı ve ebediliği, Allah'ın vücub-i zatisi gibi kendinden değildir, Allah'ın dilemesine bağlıdır. Allah dilerse böyle olmayabilir. Nitekim cehenneme giren herkes orada ebedî kalmayacaktır, günahkar müminler bir müddet cehennemde kaldıktan sonra cennete girecekler ve saadete erecekler. Veya Allah katında burada sözü edilen cennet saadetinden daha büyük saadetler de olabilecektir. Nitekim bir kısım bahtiyarlar cennetten daha ileri mertebelere yükselecek, "Allah'dan gelen Rıdvan en büyüktür." (Tevbe, 9/72) ve "Ve nice yüzler de o gün ışıl ışıl ışıldar ve Rabbine bakakalır." (Kıyamet, 75/ 22, 23) âyetlerinin sırrına mazhar olacaklardır. Fakat bu gibi istisnalarla cennetin genel gidişinde bir son veya bir kesinti olacakmış vehmine düşülmesin. "Öyle bir ata ve ihsan olacak ki, kesilmesiz." Dünyadaki gibi belli bir süre ile sınırlı ve sonlu değil, kesintisiz sürüp giden bir ata ve ihsan, sonsuz bir Allah vergisidir.

Bu kayıt, ya "VE FİL CENNETİ HALİDİNE FİHE" cümlesinden hâl veya "MAŞAE RABBUKE" cümlesinden temyizdir. Cennetin hâli olduğu takdirde, cennet nimetlerinin kesintisiz olduğunu açıkça belli eder: Nitekim "Yiyecekleri de gölgesi de süreklidir." (Ra'd, 13/35) âyeti de bunu destekler. Temyiz olduğu takdirde cennetin üstünde ve müstesna bir surette ilâhî meşiyetle ilgili olan rıdvan nimetinin kesintisiz olduğunu açıklar, aynı zamanda cennetin sonsuz olduğuna da işaret eder. Zira bundan anlaşılır ki, ahiret hayatında böyle sürekli ve kesintisiz bir ihsan vardır. O halde buna karşılık bazı kesintili kişiler olsa bile, kesintisiz bir ihsanın gerçekleşebilmesi için dahi, ahiretin sonsuz ve ebedî olması gerekir. Bu ise cenneti kaplayan ahiret göklerinin ve yerinin sonsuza dek devamlı olmasını gerektirir. Şu halde "kesintisiz ihsan" işaretiyle "gökler ve yer durdukça" ifadesindeki ebediliği de tefsir etmiş, açıklamış olur. O halde âyetteki "gökler ve yer durdukça" kaydının da sonsuza dek demek olduğu kendiliğinden anlaşılır ki, genellikle âyetlerde "ebeden" kayıtları da bunda açıktır. Şu halde "kesintisizlik" kaydının cehennemle ilgili âyette değil de cennetle ilgili olan ikinci âyette vurgulanmasından dolayı, bazı kimselerin "cennet sevabı ebedidir, fakat cehennem azabı genellikle bir yerden sonra bitecektir, kesilecektir" şeklinde zannetmeleri doğru değildir.

Velhasıl yukarıdan beri anlatılagelen kıssalar iyice düşünülünce anlaşılır ki, sûrenin baş tarafında geçtiği üzere, "Bu dünya hayatını ve nimetlerini isteyenler." (Hud, 11/15) sayılı ve belli bir eceli bulunan bu dünya hayatında nasipleri ne ise onu tamamiyle alırlar. Sonra da "Ahirette kendilerine ateşten başka bir şey kalmaz." (Hud, 11/16). Böyle ebedî bedbahtlardan olurlar. Bunlara karşılık "İman edip salih ameller işleyenler ve Rablerine karşı terbiyeli" kimselerden olanlar da "Cennet ehlidirler, orada ebedî kalırlar." (Hud, 11/23). Böylece ebedî mutluluğa ererler. İşte iki grup arasındaki fark bu kadar büyüktür.

Bir de şakî olan bedbahtlar grubunun Firavunları ve elebaşıları gibi, said olan bahtiyarlar grubunun da peygamberleri, sıddıkları ve önde gelenleri vardır. Her iki grubun ileri gelenleri vardır ki, bunların azap ve sevapları da belli ölçüde öbürlerinden farklıdır. Azgınların elebaşılarına cehennem ehli içinde ötekilerden farklı olarak Allah Teâlâ'nın dilediği öyle müthiş bir azap vardır ki, bunun ne kadar korkunç olduğu hayal dahi edilemez. Şu halde bunlar sıradan bedbahtlardan daha bedbaht bir durumdadırlar. Mesutların önde gelenlerine de Allah Teâlâ'nın, cennet ehli içinde özel olarak hazırlamış olduğu öyle saadetler vardır ki, "Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, beşer cinsinden hiçbir kalbin hissetmediği." nimetlerdir ki, bunları tarif etmek için cennet tabiri bile az gelir. Bu artık bütün nimetlerin ve istihkak edilmiş bütün mükafatların üstünde sırf Allah'ın fazlı ve keremi ile olan rabbani ihsanlar, kesintisiz ihsanlardır. Şu halde buna nail olacak olanlar da bahtiyarlar bahtiyarıdırlar.

(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR, KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun