ARABİSTAN`IN DURUMU

Dünya haritası üzerinde siyasî, coğrafî ve ticarî açıdan mühim bir yer işgal eden Arabistan'ın da, diğer dünya ülkelerinden farklı bir tarafı kalmamıştı. Orada da - lisan ve edebiyat istisna edilirse - her şey çığırından çıkmış, bütün müesseseler bozulmuştu.

Dinî Durum

İnanç yönünden Arabistan, kelimenin tam mânâsıyla anarşi içinde kıvranıyordu. Garip itikatlar burada da kol geziyordu.

Bir kısmı tamamen inkârcı idiler. Dünya hayatından başka hiçbir şeyi kabul etmiyorlar,

"Bizim için dünya hayatından başka bir hayat yoktur yaşarız ve ölürüz. Bizi öldüren zamandan başka birşey değildir"1 diyerek, güyâ keyiflerince hayat sürüyorlardı.

Resûl-i Ekrem Efendimize vahiy gelmeye başlayınca, Kur'ân-ı Kerim'inde Cenâb-ı Hak, bu inancı taşıyanlara şöyle hitap edecektir:

"De ki: Size hayat veren Allah'tır. Sonra O sizi öldürür, sonra da geleceğinde şüphe olmayan kıyâmet gününde hepinizi toplar. Lâkin insanların çoğu bunu bilmez."2

Yine o zaman Arapların bir kısmı Allah'a ve âhiret gününe inanıyor, ancak insandan bir peygamberin olacağını kabul etmiyorlardı.

Kur'ân, şu âyetiyle bu inaç sahiplerinin hallerini anlatıyor:

"Kendilerine hidâyet geldiği zaman insanları îmân etmekten alıkoyan, 'Allah, göndere göndere bir beşeri mi peygamber olarak gönderdi?' demelerinden başka bir şey olmamıştır."3

Peygamberin insan nev'inden gelmiş olmasını akıllarına sığdıramayıp, bir meleğin bu vazife ile gönderilimesini arzu eden bu gürüha, yine Kur'ân şu âyetiyle cevap vererek isteklerinin ne kadar mantıksız olduğunu ilân ediyordu:

"De ki: Eğer yeryüzünün sâkinleri olarak orada melekler dolaşsaydı, elbette onlara peygamber olarak gökten bir melek gönderirdik."4

Diğer bir kısmı ise, Allah'ın varlığını kabul edip inanıyor, ancak, âhiret hayatını, öldükten sonra dirilme gerçeğini, oradaki ceza ve mükâfatı kabul etmiyordu. Kur'ân-ı Kerim, bu gruba da şu âyetiyle işâret ediyor:

"Kendi yaratılışını unutup, Bize misal getirmeye kalktı: 'Çürümüş kemikleri kim diriltecek?' diye."5

Ve bu haddini bilmezlere şöyle cevap veriyordu:

"De ki: Onu ilk önce kim yaratmışsa, tekrar o diriltecek. O her şeyin yaratılışını hakkıyla bilendir."6

Bir kısmı ise puta tapıyordu. Bunlar çoğunluğu teşkil etmekteydi. Hem taştan, tahtadan, hattâ zaman zaman helvadan yaptıkları putlara tapıyor, hem de şöyle diyorlardı:

"Bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye onlara tapıyoruz..."7

Evet, Arapların ekserisi taştan, tahtadan, zaman zaman sefere çıkarken de helvadan yaptıkları putlara tapıyor, onlardan meded ve yardım umacak kadar zavallı bir vaziyete düşmüş bulunuyorlardı. Yeryüzünün ilk Tevhid evi Beytullahı, bu inançlarının eseri olarak, 360 adet putla doldurmuşlardı.

İslâm şerefiyle şereflendikten sonra dünyaya adaletiyle ün salan Hz. Ömer (r.a.), Cahiliyye Devrinde putlara tapma hususunda başından geçmiş bir hâdiseyi şöyle anlatır:

"Cahiliyye Devrinde yaptığımız iki iş vardı ki, onları hatırladıkça birine ağlar, diğerine ise gülerim. Beni ağlatan hâdise şu idi:

"Kız evlatlarımızı diri diri toprağa gömerdik. O masum ve şefkata muhtaç çaresizlere bu hareketi nasıl reva görürdük, bilmem. Bunu hatırladıkça kalbim parçalanır ve ağlamaktan kendimi alamam."

"Beni güldüren hadiseye gelince:

"Cahiliyye Devrinde evlerimizde putlar vardı. Bir yolculuğa çıktığımız zaman, o putların bir suretini undan veya helvadan yapar, yolculuk esnasında onlara tapar ve hürmet gösterirdik. Yol uzayıp acıktığımızda ise, az evvel hürmet ettiğimiz, taptığımız helvadan putumuzu alır yerdik. Bundan daha gülünç bir hadise var mı? Bunu hatırladıkça da Cahiliyye zamanında ne kadar akıl dışı işler yaptığımızı anlar ve gülerim."

Bütün bunlar yanında, Arabistan'da Hz. İbrahim'in Tevhid dininin izlerine de rastlanıyordu. Gaflete ve aradan uzun zaman geçmesine rağmen silinmeyen bu dini izlerle amel edenlere, Hz. İbrahim'e nisbetle "Hanifler" denilirdi. Zira, Kur'ân-ı Kerim'de "Hanif" tabiri Hz. İbrahim için kullanılır:

"İbrahim ne Yahudi idi, ne de Hristiyan. O, Hanif Müslüman idi."8

Hanifler diye anılan bu insanlar, putlara nefret besler ve Allah'ın varlık ve birliğine inanırlardı. Nitekim putlardan birinin şerefine kurulan bir panayırda Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd bin Amr adındaki şahıslar, haddi zatında cansız, dilsiz, sağır, zarar veya menfaat vermekten mahrum bir takım putlara secde edip hürmet göstermeyi zillet saymışlar ve bunu açıkça ilan etmişlerdi.9

Yine akıl ve fikirlerini çalıştırarak bir takım cansız putlara tapmanın manasızlığını idrak edip bu batıl îtikada karşı mücadele verenler de vardı. Taif halkının reisi ve Arabın meşhur şairlerinden Ümeyye bin Ebi Salt, bunlardan biri idi. Bu zat, Cahiliyye Devrinde mukaddes kitapları okumuş, putperestliği terk ederek Hz. İbrahim'in dinine girmişti.

"Bismike Allahümme" tabirini ilk defa bu şair bulmuştu. Sonra bu tabir Arapların hoşuna gitmiş ve kitaplarının evveline de yazmaya başlamışlardır.

Şiirlerinde bir peygamberin lüzumundan bahseder, insanlık için nübüvvetin kati bir ihtiyaç olduğunu beyan ederdi. Araplardan bir peygamberin zuhur edeceğini geçmiş mukaddes kitaplardan öğrendiği için, o makamı kendisi arzu ediyordu. Buna binaendir ki, Efendimize risalet vazifesi verilince, hased ve kıskançlığının esiri oldu ve onu tasdik etmedi. Hatta Bedir Muharebesinde öldürülen müşrikler için mersiyeler söyledi.10

Hicretin ikinci senesinde îmân etmeden ölen Ümeyye hakkında Hazret-i Resul-ü Ekremden birkaç hadis de rivâyet olunmuştur. Efendimiz bir gün terkisinde Şerid bin Süveyd ile gidiyordu. Sahabîye,

"Ümeyye'nin şiirlerinden bir şey biliyor musun?" diye sordu.

"Evet, biliyorum" cevabında bulunan sahabî, arkasından da Ümeyye'nin şiirinden beyitler okudu. Okunanları çok beğenen Efendimiz, Şerid'den (r.a.) biraz daha okumasını istedi. Sahabî kasideyi okuyup bitirdi. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem şöyle buyurdular:

"Ümeyye Müslüman olmaya yaklaşmıştır."11

Bir diğer rivayete göre ise, "Ümeyye'nin şiiri îmân etmiş, fakat kendisi dalalette kalmıştır."12 buyurdular.

Bu meyanda adından bahsedeceğimiz bir başkası da şüphesiz meşhur Arap hatiplerinden Kuss bin Saide'dir. Efendimizin peygamberliğinden haber veren bu zatın hutbesinden ilerde bahsedeceğiz.

Putlar

Mekke'ye ilk defa put getirmenin de bir hikayesi var: Amr bin Luhay şehire ilk defa putu getirip, halkı putlara tapmaya teşvik eden adamdır.

Amr, Şam'a gittiği bir sırada, Maab denilen yere de uğrar ve burada Hz. Nuh'un sülalesinden bir kabilenin putlara taptığını görür. Bunların ne işe yaradığını, niçin kendilerine taptıklarını sorunca da:

"Bunlardan yardım isteriz, yardım ediliriz, yağmur isteriz, yağmura kavuşuruz." cevabını alır.

Bunun üzerine Amr, Mekke'ye götürmek için bir put ister. İsteğini kabul ederler ve kendisine Hübel adını taşıyan putu verirler.

Amr, Hübel'i Mekke'ye getirir ve diker. Halkı bu puta tapmaya teşvik eder. Cahil halk bu teşvike kapılarak Hübel'e tapmaya başlar.

İşte Mekke'ye ilk defa put getirme ve burada puta tapma hikayesi böylece başlamış oldu.

Her Kabilenin Ayrı Putu Vardı

Bundan sonra putperestlik Mekke'de yayılmaya başladı. Her kabilenin de kendisine ait putları vardı.

Kureyş, en büyük put olarak Uzza'yı kabul eder ve ona hürmet ederdi.

Evs ve Hazreç kabilelerinin taptığı put, Menat adını taşıyordu. Bu put Mekke ile Medine arasında Müşellel denilen yerde bulunuyordu. Sonraları bu iki kabile Menat'tan başka, Lat ve Uzza putlarına da tapmaya başlamışlardı.

Kelb kabilesinin putu Ved idi ve Dumetü'1-Cendel denilen mevkide bulunuyordu.

Huzeyl kabilesi, Suva' putuna tapardı. Bu put Gatafan mevkiinde idi.

Hemdan kabilesinin bir kolu olan Hayvan boyu Yauk putuna ta'zim ederdi. Bu put, Hemdan civarında bulunuyordu.

Tayy ve Mezhiç kabilelerinin putu Yağus idi.

Himyerilerinki ise Nesr idi.

Bekroğulları ve Kinane kabilelerinin putu ise, Sa'd idi.

İşte, yukarıda saydığımız kabileler, adlarını verdiğimiz bu putlara tapar, onlardan yardım diler, yağmur ister, zafer taleb ederlerdi. İtikadlarınca cansız, ruhsuz, taştan veya ağaçtan olan bu cisimler, isteklerini yerine getirme güç ve kuvvetinin sahibi bulunuyorlardı.

Halbuki, her aklı başında insan bilir ve kabul eder ki, cansız, ruhsuz cisimlerden insana ne zarar gelir ne de fayda... Onlarda insana yardım edecek ne güç vardır ne de kuvvet... Ne var ki, o zamanın Arapları bu gerçeği düşünemeyecek kadar muhakemeden mahrum bulunuyorlardı.

İşte, Allah Resûlü Hazret-i Muhammed (a.s.m.), inanç yönünden böylesine cehalet ve dalalet içinde kıvranan bu insanları ilim ve hidayet nuru ile kurtarmaya geliyordu. Onlara nur ve huzur vermek vazifesini yüklenecekti.

Ahlakî Durum

Cahiliyye Devrinde Arabistan ahlakî cihetten de tam bir sefalet içinde idi. Cemiyete hakim olan, süfli arzu ve emellerdi... İçki, kumar, zina, yalan, hırsızlık, zulüm, hülasa ahlaksızlık namına ne varsa yarımadanın dört bir yanında hüküm sürüyordu.

Zulüm, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız bir kırbaçtı. Kuvvetli olan, aynı zamanda haklıydı. Kuvvetli olan, zaif ve güçsüzlere istediğini zorla yaptırabiliyordu. İnsana ve onun hayatına bir sinek kadar bile önem verilmiyordu. Yapılan baskınlarla yakalanan insanlar işkenceler altında inim inim inletilerek öldürülüyorlar veya pazarlarda basit bir mal gibi köle olarak satışa çıkarılıyorlardı.

Kadın, elde basit bir meta, alınır satılır adi bir mal telakki ediliyordu. Genç cariyeler, fuhşa teşvik edilerek, hatta zorlanarak, sırtlarından para kazanma yoluna gidiliyordu. Kur'an, insan haysiyetine yakışmayan bu hareketten bahsediyor ve onları insan hayatına hürmeti katleden bu çirkin adetten nehyediyordu:

"Evlenmeye imkân bulamayanlar da Allah onları lûtfuyla zenginleştirinceye kadar iffetlerini korusunlar. Kölelerinizden bir bedel karşılığında hürriyetlerine kavuşmak isteyenlerle, eğer onlarda bir hayır görüyorsanız, anlaşma yapın. Allah'ın size ihsan ettiği maldan onlara da verin. İffetli kalmak isteyen câriyelerinizi de, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek fuhşa zorlamayın. Kim onları fuhşa zorlarsa vebâli kendisinedir; zorlananlar için ise, muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."13

Bir kadın, birkaç erkekle birden müşterek hayat yaşayabiliyordu. Böyle bir kadın, evinin damına diktiği bir işaretle, kendisini halka ilan ediyordu.

Üvey anne, babanın terekesi arasında ev eşyasıymış gibi oğula miras olarak intikal ediyordu.

Kız Çocuğunu Diri Diri Gömme Âdeti

Çöl araplarının bir kısmı kız çocuklarının dünyaya gelmesini bir felaket, bir yüz karası sayarlardı. Bu sebeple doğan çocuk kız olunca, bazen kimsenin görmesine bile fırsat verilmeden gaddar babaları tarafından diri diri toprağa gömülüyor veya kuyulara atılıyorlardı.

Bu gaddarca hareketlerine sebep olarak bazı hayali gerekçeleri gösteriyorlardı. Diyorlardı ki:

"Bunlar bir gün gelip şerefimizi lekeleyecekler veya sefalete düşeceklerdir. Ayrıca maişet cihetiyle de bize yük olacaklar ve rızıklarını temin edemeyeceğiz."

Bâzan da anneler, doğum yaklaşınca çukur kazdırırlardı. Dünyaya gözlerini açan yavru kız ise, hemen çukura atılır, üzeri topraklarla örtülürdü.

Babalar öldürmeyi kararlaştırdıkları kızlarını, altı yaşına gelince güzel elbiseler giydirerek, sanki akraba ziyaretine gidiyorlarmış gibi çöle götürürlerdi. Zavallı çocuk, orada daha önce kendisi için hazırlanmış mezara bırakılır, üzerine de toprak atılarak diri diri gömülürdü.

Gömmek istemedikleri kız çocuklarına ise, kalın yün kumaştan bir cübbe giydirir, onlara deve veya koyun çobanlığı yaptırarak cemiyetten tecrid etme yoluna giderlerdi.

Kur'ân-ı Kerim, çöl Araplarının bu çirkin ve vahşet saçan adetlerini şu ayetiyle bize haber verir:

"Halbuki, onlardan biri kız çocukla müjdelendiği zaman, öfkeden yüzü simsiyah kesiliverir. Müjdelendiği şeyin utancıyla kavminden gizlenir. Onu sağ bırakıp zilletine mi katlansın, yoksa toprağa mı gömsün? Bakın, ne kötü bir şeydir o hükmettikleri!"14

Cahiliyye zamanında bu çirkin adete tevessül etmiş biri, bilahere İslâmiyetle müşerref olduktan sonra gözyaşları arasında Resulüllaha bu durumunu şöyle anlatmıştı:

"Ya Resulallah, biz, Cahiliyye Devrini de yaşamış insanlarız. Putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim de bir kızım vardı. Çağırdığım zaman yanıma sevinçli sevinçli gelirdi.
Bir gün yine onu çağırmıştım. Koşarak geldi, arkama düştü. Kendisini evimizden pek uzak olmayan bir kuyumuza götürdüm. Elinden tutup kuyuya atıverdim. Onun, bana son sözleri şu oldu:

"Babacığım! Babacığım!"

Kainatın Efendisi tasvir edilen vahşetengiz manzara karşısında kendisini tutamamış ve ağlamıştı. Öyle ki, mübarek gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Sonra da şöyle buyurdular:

"Şüphesiz Allah yeniden yapmadıkça cahiliyye icabı olarak yaptıklarınızı orada bırakır, İslâmiyet devrine geçirmez."15

İşte, o zamanlar, şefkat ve merhamet denilen yüce hasletler, ruh, kalb ve vicdanlardan böylesine sökülüp atılmıştı. Zaten, Kainat Sultanına gerçek îmânın bulunmadığı bir kalbde, Sultandan korkunun bulunmadığı bir vicdanda, şefkat, merhamet ve faziletin yeri olamaz ki!

Siyasî Nizam

Cahiliyye Devrinde Arabistan, siyasi bir nizam ve içtimai bir düzenden de mahrum bulunuyordu. Ahalinin ekserisi göçebe hayatı yaşıyordu. Kabilelere bölünmüşlerdi. Kabile, içtimai düzenlerini kendi aralarında temin eden bir toplumdur. Bu göçebeler, devamlı surette birbirleriyle çekişme halinde idiler. Her an başkasına saldırmaya, gayrın malını talan etmeye, namusunu lekelemeye hazır bir hayat tarzı içinde bulunuyorlardı. Baskın ve yağmacılığı, adeta kendileri için bir geçim vasıtası kabul etmişlerdi. Kendilerine düşman olan kabileye baskınlar düzenler, develerini sürüp götürürler, kadın ve çocuklarını esir alırlardı.

Aralarında düşmanlık eksik olmazdı. Bir kabilenin diğerine yaptığı kötülükleri, karşı kabile de aynıyla yapmaya uğraşırdı.

Harb, baskın, çarpışma ruh ve hayatlarına öylesine işlemişti ki, başka kabileler arasında üzerlerine saldıracak kabileler bulamazlarsa, birbirleriyle savaşırlardı. Şair Kutami bu hususu, "Kardeşlerimizden olan Bekrlerden başkasını bulamazsak, onlara saldırırız." beyitiyle anlatmak ister.16

Öteden beri kabileler ve aşiretler halinde yaşıyorlardı. Merkezi bir hükümet etrafında toplanmayı düşünmemişlerdi. Bu sebeple Yarımada, medeni ve sosyal kanunlardan mahrum bulunuyordu. Bu yüzden de karşılıklı zulümler eksik olmuyor, çarpışmalar, vuruşmalar devam edip gidiyordu. İsteyen istediğini gücü yettiği takdirde yapabiliyordu. Güçlü ve itibarlının yaptıkları daima yanına kar kalırdı.17

Edebî Durum

Bütün bunlar yanında, inkarı mümkün olmayan bir gerçektir ki, İslâmiyetin zuhuru sırasında Araplar; edebiyat, belagat ve fesahat konularında tekamülün zirvesinde bulunuyorlardı. Bu hususta kendileriyle boy ölçüşecek yeryüzünde hiçbir millet mevcut değildi.

Şair ve şiir onlar için her şeydi. Çünkü şiir, atalarının cemiyet hayatını, adet ve inançlarını aksettiren tek güvenilir ayna idi.

Cemiyette şairler, büyük değer sahibi idiler ve büyük hürmet görürlerdi. Öyle ki, kabilelerinden güçlü bir kahraman yerine, bir şairin çıkmasını her zaman tercih ederlerdi. Zira, yegane gayeleri olan şöhreti, en güzel şekilde yayabilecek olan ancak şairdi. Yılandan korkar gibi, şairlerin hicivlerinden çekinir ve korkarlardı.

Şairler, onlarca birer kahraman kabul ediliyordu. Öyle ki, bir şairin, bir tek sözü üzerine kabileler birbirleriyle kıyasıya çarpışıyorlardı. Yine bir şairin bir tek sözü ile de yıllardan beri birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bir anda barışabiliyorlardı.

Eski zamanda şiire; "Arab'ın Defteri" deniliyordu. Zira, Arabın ahlak ve adetleri, diyanet ve akideleri ancak şiirle biliniyor ve onunla nesilden nesile intikal edip geliyordu.

Bu devirde, şiiri besleyen ve teşvik eden bir çok unsurlar vardı. Güçlü bir şair, hem kendisi hem de kabilesi için itibar sağlıyordu.

Yine muayyen zamanlarda kurulan panayırlar şiirin gelişmesinde büyük rol oynuyordu. Kurulan bu panayırlar bir nevi edebiyat şöleni idi. Panayırlarda, jüri huzurunda şiir ve hitabet müsabakaları düzenlenirdi. Çeşitli yerlerden gelen şairler ve hatipler, burada şiirler okur, hitabelerde bulunurlar, birbirlerine üstün gelmek için bütün güçlerini ortaya koyarlardı.

Üstünlük sağlamakla da son derece iftihar ederlerdi. Sonunda, jüri tarafından birinci seçilen şiir, keten bez üzerine altın yaldızla yazılarak Kabe duvarına asılırdı.

Taif'le Nahle arasında bulunan Suk-ı Ukaz, panayırların en büyüğü idi. Çoğunlukla şiir yarışmaları burada tertip edilirdi...

Panayırlar aynı zamanda bir çeşit fuar mahiyetini de taşıyordu. Bütün kabilelerin bir araya geldiği ticari, içtimai ve siyasi faaliyet sahalarıydı. Zilhicce ayında açılan panayırlar 20 gün devam ederdi. Esirini fidye ile kurtarmak, davasını halletmek, düşmanını bulmak, şiir okumak, konuşma yapmak isteyen herkes bu panayırlara koşardı. "Şiire bu derce önem verilmiş olması, dilin en ince şekilde incelenmesi sonucunu hazırlamıştır." Böylece, İslâmın zuhuru sırasında Arabistan'da edebiyat, fesahat ve belâğat zirveye ulaşmıştı. Adeta görünmez bir el, zihinleri ve ruhları, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın insan üstü üslubuna hazırlıyordu.

Arapların bu mümtaz hususiyeti haiz bulunmaları sebebiyledir ki, Kur'ân-ı Azimüşşan, edebiyat, belegat ve fesahatın zirvesinde nazil oluyordu. Bu fesahat ve belâgatı, i'caz (mucizeliği) ve îcazıyla (vecizliği) Arap edip, şair ve hatiplerini muarazaya davet ediyor ve onlara meydan okuyordu. Fakat onlar, çok geçmeden bu eşsiz kelama benzer getirmenin mümkün olmadığını anladılar ve susmak mecburiyetinde kaldılar.

Kur'ân'ın üslubu öylesine veciz, öylesine tatlı, öylesine fesih ve beliğ idi ki, bu işi iyi bilen Araplar, hayretlerini gizleyemiyorlardı. Birgün bedevi Arap ediplerinden biri, "Artık emrolunduğun şeyi açıkla ve müşriklerden de yüz çevir," 18 âyetini duyunca, kendisinden geçercesine secdeye kapanmıştı.

Hadise, müşrikleri çıldırtacak nitelikteydi. Nefret saçan bakışlarla adamın üzerine vardılar ve öfkeyle bağırdılar:

"Sen de mi Müslüman oldun?"
"Hayır," diye cevap verdi, bedevi edip.
"Ben sadece bu ayetin belâgatına secde ettim."19

İmr'ül-Kays, Muallaka şairlerinden biriydi. Bir gün kız kardeşi,

"Ve denildi ki: 'Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut.' Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve 'Zâlimler gürûhu Allah'ın rahmetinden uzak olsun' denildi."20

âyetini işitince, doğruca Kâbe'ye vardı ve

"Artık kimsenin söyleyecek birşeyi kalmadı. Bu belâgat karşısında kardeşimin şiiri de duramaz."

diyerek kardeşinin en üstte asılı bulunan kasidesini duvardan indirdi. En meşhur kasidenin kaldırıldığı görülünce, diğer Muallakat da birer birer indirildi.21

Cahiliyye Devrinin en meşhur ve en eski şiir örnekleri şüphesiz "Muallakat-ı Seb'a" (Yedi askı) şiirleridir. Bu şiirler, dilden dile dolaşmış, asırlar sonrasına kadar varmıştır. Kuvvetli bir görüşe göre bu şiirler, Hammadü'r-Raviye tarafından toplanmıştır.

Şiirleri Kabe duvarına asılan şairler şunlardır:

İmrü'l-Kays, Tarafa, Lebid, Zuheyr, Amr b. Gülsüm, Antara (veya Nabiğa), Haris bin Hiliza (veya A'şa).

İşte, Efendiler Efendisi Hazret-i Muhammed'e, peygamberlik vazifesi verileceği sırada Arabistan'ın dinî, ahlakî, siyasî, içtimaî ve edebi manzarası böyleydi...

Bu dehşet ve vahşet saçan manzarayı değiştirecek bir zata elbette ihtiyaç vardı. O zat da ezeli Kaderin hükmüyle tesbit edilmişti: Hazret-i Muhammed (a.s.m.).

O, beraberinde getirdiği Nur ile dünyanın maddi, manevi şeklini değiştirecekti... İnsanların yüzlerini dünyadan ahirete, fani sevgililerden Mahbub-u Baki'ye çevirecek ve bununla insanı maddi, manevi saadate erdirecekti.

Allah tarafından peygamber olarak vazifelendirilecek olan bu zât, insanların başı boş olmadığını, kainatta atomdan güneş sistemlerine, yıldızlardan galaksilere kadar her şeyin kudsi bir gaye için dönüp dolaştıklarını, kainatın umum heyetiyle ulvi bir maksada hizmet ettiğini bildirip, ilan edecek olan zâttı.

Bu zât, ahlaksızlık çamurunda boğulmaya yüz tutmuş insanlığı, en güzel ahlakı ders vererek kurtaracak zâttı.

Bu zât, kainat niçin var edilmiş? İnsanlar nereden gelmişti? Niçin gelmiş ve nereye gidecekler, gibi suallere en güzel cevapları verecek zâttı.

Bu zât, insanın sahibi Allah'ın, insanlardan neleri istediğini, razı olduğu ve olmadığı şeylerin neler olduğunu gayet açık bir şekilde beyan edecek zâttı.

Bu zât, yalnız bir kavme, bir millete değil, bütün insanlığa Allah'tan aldığı emirleri bildirecek, ilan edecekti.

İşte, bütün dünya gibi, Arabistan Yarımadası da böylesine büyük vazifeleri yerine getirecek zâtın ortaya çıkmasını dört gözle bekliyordu.

Dipnotlar:

1. Câsiye Sûresi, 24
2. Câsiye Sûresi, 26
3. İsrâ Sûresi, 94
4. İsrâ Sûresi, 95
5. Yâsin Sûresi, 78
6. Yâsin Sûresi, 79
7. Zümer Sûresi, 3
8. Âl-i İmrân Sûresi, 67
9. İbn-i Hişâm, Sîre, 1/237-238
10. Bağdadî Muhammed Fehmi, Tarih-i Edebiyyat-ı Arabiyye: 1/19
11. Zebidî, Tecrid Tercemesi: 10/38-39.
12. Bağdadî Muhammed Fehmi, Tarih-i Edebiyyat-ı Arabiyye: 1/43
13. Nûr Sûresi, 33
14. Nahl Sûresi, 58-59
15. Darimî, Sünen, 1/34
16. Ahmed Emin, Fecrü'l-İslâm, Terc: Ahmed Serdaroğlu, s.37.
17. Ahmed Emin, Fecrü'l-İslâm, Terc: Ahmed Serdaroğlu, s.37-38
18. Hicr Sûresi, 94
19. Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, 1/78; Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 350
20. Hûd Sûresi, 44
21. Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, 1/79; Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 416.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun