İnanmak veya İnanmamak Üzerine Bir Sohbet

1970’Lİ YILLARDA liselerde din dersi “seçmeli ders” idi. İsteyen seçer okur, isteyen seçmezdi. Din dersini seçmemiştim. Abdest nasıl alınır, namaz nasıl kılınır bilmezdim, kılmazdım. Camiye yaklaşmaktan çekinir, içine girmekten utanırdım. Ramazanda ailem oruç tuttuğu için ben de tutardım. Teravihe gitmezdim. Rahmetli annem, ramazan boyunca teravihe gitmem için yalvarırdı. İftardan sonra dışarıya çıkıp eve döndüğümde anamın ilk sözü, “Teravihe gittin mi?” olurdu. Yalan söylemezdim. “Gitmedim.” derdim. Üzülürdü... Bir akşam anamın gönlü olsun diye teravihe gittim. Teravih bana çok uzun geldi. Sıkılmış, bunalmıştım. Teravih bitince camiden dışarıya çıktığımda bir “ooh” çekmiştim.

Liseden mezun olduğumda dinî portrem böyle idi...

Üniversite yıllarında Risale-i Nur’la tanıştım. Risale-i Nur’u okudukça dinî hayatımdaki eksikliklerimi hissetmeye başladım. Abdest almayı, namaz kılmayı öğrendim. Günlük yaşantımda yapageldiğim kötü alışkanlıklarımı birer birer terk etmeye başladım. Ailem, arkadaşlarım ve akrabam, bendeki değişikliği fark etmeye başlamışlardı. Bazıları da kafasına göre benimle dalga geçiyor, “Aman dikkat et, uçmayasın!” diyorlardı.

Oysa ben yürümeyi daha yeni öğreniyordum...

O yıllarda bir yaz mevsiminde köyümüze tatile gitmiştim. Köyde, üniversitede okuyan eski bir arkadaşımla karşılaştım. Üniversite öğrencisi olan bu arkadaşım, bendeki değişikliği fark edince nedenini öğrenmek istedi. Bu arkadaşım, insan beyniyle tasarlanmış bir ideolojinin fanatik bir taraftarı olmuştu. Beni inançlarımız hakkında sohbete davet etti. “’Kâinat-insan-hayat’ üçlüsünün ne anlam ifade ettiği” üzerinde konuşacaktık. Arkadaşıma, hedefi olmayan kuru bir tartışma yapmak istemediğimi söyledim. Sohbetimiz esnasında taraftarı olduğunuz ideolojinin insanlığı tatmin edemeyeceğini sezer ve gittiğiniz yolun “çıkmaz sokak” olduğunu fark ederseniz yanlışta ısrar etmeyeceksiniz. Arkadaşım “Aynı şey senin için de geçerli değil mi?” dedi. “Elbette, şüphen olmasın; ben de inandığım ilkelerde şüpheye düşersem körü körüne bir saplantı içinde kalmayacağım.” diyerek sohbete başladık:

- Ayrıntıya girmeden ideolojinizin temeldeki iddiasını, savını öğrenmek istiyorum. Sizin beğendiğiniz fikirler düşünülmemiş olsaydı insanlığın durumu ne olacaktı? Biraz açar mısınız? Siz bana bir şeyler satmak istiyorsunuz. İdeolojinizi aklen, kalben benimseyebilmem için ufkunuzu tam görmem lâzım. Ufkunuz beni her yönüyle doyurabilecek mi? Sizin iddianızın eni boyu ne kadardır, hayatın ne kadarını kapsıyor? Bana açıkça şunu diyebilir misin: “Bizim fikirlerimiz güneş gibidir. Eğer insanlık bizim fikirlerimizle tanışmazsa karanlıkta kalır, karanlıkta yaşar, karanlıkta ölür.” Evet, böyle bir iddiada bulunabilir misin?

- Bunu neden istiyorsun?

- Çürük mal almak istemiyorum. Ömür bir kere; iki kere değil. Yanlış seçim yapmak istemiyorum. Fikirleriniz güneş gibi olmalı. Eğer fikirleriniz bu düzeyde ve bu önemde değilse beni serbest bırakın. Bu durumda konuşmamıza da gerek yok...

- Tamam, iddia ediyorum: Fikirlerimiz güneş gibidir, her karanlığı kovar.

- Güzel... Şimdi ayrıntılara geçebiliriz. İlk sorum şu: Fikirlerinizle insanlık ne zamandan beri tanışıyor?

- Böyle bir tarihin ne önemi var?

- Ben fikirlerinizin piyasaya çıkış tarihini önemli görüyorum. Altı ay sonra çöpe atacağım bir ayakkabı satın almıyorum. Fikirlerinizle beynimi, kalbimi donatacağım; ömrümün tamamını bu yolda harcayacağım. Bu nedenle, gerçek bir satıcı iseniz, beni memnun etmeye çalışın ve öğrenmek istediklerime cevap verin.

- Sizin bu tarih meselesini neden öğrenmek istediğinizi tahmin ediyorum. Tarih verince siz de bana “Sizin fikirleriniz bilinmeden de yüzlerce yıl yaşanmış. Demek ki sizin fikirleriniz olmadan da yaşanıyormuş.” diyeceksiniz.

- Tebrik ederim, aynen dediğiniz gibi düşünmekteyim!

- İdeolojimizin ilk tasarımı 1789 Fransız İhtilâliyle başlar. Bu tarihi “başlangıç” olarak kabul edebiliriz.

- Tarih konusunu neden sorduğumu tahmin ettiniz. Yine de biraz açmak isterim. Mademki fikirleriniz güneş gibiydi, neden geç doğdu? Oysa bizim doğru olduğuna inandığımız fikirler insanlığı hiç yalnız bırakmadı, hiç karanlıkta bırakmadı. İlk insan Âdem (a.s.) ve ilk peygamber de Adem (a.s.). Bunun anlamı şu: Allah, insanı yarattı; yaşamı için gerekli fiziksel ortamı hazırladı. Ve insanın bu maddî âlemde ne mana ifade ettiğini, ilk insanı “peygamber” yaparak öğretmiş oldu. İnsan şaşkınlık yaşamadı, “Ben neyim, bu âlem neyin nesi?” demedi. Olayların dış yüzüne bakıp korkmadı, ürkmedi. Her şeyi kontrolünde tutan “sonsuz güç sahibi bir varlığın,” yeryüzünde bir misafiri olduğunu öğrendi. Aklı her türlü evhamdan, kalbi endişe ve korkulardan kurtuldu. İnancımız bütün insanlığı aydınlatmaya devam ediyor...

Burada arkadaşım itiraz etti:

- Nerede devam ediyor? Senin dünyadan haberin yok galiba... Şu an dünyada sizin inançlarınıza sahip devletlerin hâlini görüyoruz. Uygulamada örnek bir devlet gösterebilir misin?

- Nüfuz cüzdanınız yanınızda mı?

- Ne yapacaksın nüfus cüzdanımı?

- Gerçekten yanınızda mı?

- Nüfus cüzdanımı neden soktun araya?

- Yanınızda ise lütfen rica ediyorum, çıkarın bakın. Nüfus cüzdanınızda dininizin “İslâm” olduğu yazıyor. Oysa siz İslâmiyeti kabul etmiyorsunuz, ona inanmıyorsunuz. İnanmadığınız için de Müslümanca yaşamıyorsunuz. İşte, sizin bu hâliniz en güzel cevap değil mi? Kullanmadığınız ilâcın size ne faydası dokunur? Tohumu ekmeden tarladan bir şey bekleyebilir misin? Tohum evde duracak, ekmeyeceksiniz, sonra da “Ekmek yok.” diyeceksiniz... Olmaz böyle şey! Evet, onlarca İslâm ülkesi var ve hepsinin hâli içler acısı; ama hepsinin tohumu kilerde. Ekmeden biçme olmaz. Küçük bir örnek vereyim: Müslümanlıkta “sabah namazı” diye bir ibadet var. Bunun anlamı: Sabahleyin erken kalk. Kalkıyor muyuz? Allah’ın ilk emri: “Oku!” Okuyor muyuz? İşte Almanya... İki dünya harbi geçirdi, yerle bir oldu... Sabah namazını bilmezler, ama sabah namazı vaktinde kalkarlar. Son Peygamber’e inanmazlar, ama Son Peygamber’e gelen ilk emre, yani “Oku!” emrine uyarlar... Bunun manası: Tohumu kilerde saklamazlar, toprağa ekerler. Sonuç orta yerde... Bir başka örnek: Yerçekimi... Havaya taş atınca yere düşer. Havaya taşı atan ister Müslüman olsun, ister ateist olsun, isterse başka bir din mensubu olsun, yerçekimi kendine verilen emri yapar, havaya atılan taşı yere çeker. Yerçekimi kanununu Allah koydu. Bu kurala uygun kim bir iş yaparsa sonuca o gider. İlâcı kim içerse şifayı o bulur. Tohumu kim ekerse hasadı o toplar. Bu, çok açık bir şey...

- Bu söylediklerinizi Müslümanlar neden yapmıyor?

- Sizin de nüfus cüzdanınızda “Dini: İslâm” yazıyor, ama siz başka fikirleri savunuyorsunuz. Dininizin neresini beğenmediniz? Dininizi ne kadar öğrendiniz?... Neyse, başka bir konuya geçelim. Şu anda köyümüzde kaç tane ev var?

- Köydeki evleri karıştırmadan sorunu sor...

- Pekâlâ... Sizin fikirlerinize göre, evren yaratılmış değil; yani evrenin bir başlangıcı yok... Kıyamete de inanmıyorsunuz. Yani size göre, evrenin sonu da yok. Kısacası “Madde ezelî ve ebedîdir.” diyorsunuz. Yani “Maddenin başlangıcı da sonu da yok.” diyorsunuz. Sizin kabulünüz böyle, değil mi?

- Evet, maddenin başlangıcı da sonu da yok. Bu konunun köydeki evlerin sayısıyla ne ilgisi var?

- Elli sene önce köyümüzdeki ev sayısı 15-20 iken bugün 150-200 civarında; doğru mu?

- Doğru...

- Demek ki son 50 senede köyümüzdeki ev sayısı yaklaşık 10 kat artmış... Aynı oranda artmaya devam etse 50 sene sonra 15 bin ev, 150 sene sonra 150 bin ev, 200 sene sonra köyümüzde 1 milyon 500 bin ev olacak. Ya 200 milyon sene sonra, ya 200 milyar sene sonra, ya 200 trilyon sene sonra, ya 200 kentrilyon sene sonra, ya 200x200 kentrilyon sene sonra ev sayısı ne kadar olur? Bu evler sadece bizim köyümüzde. Ya diğer köylerdeki, ilçelerdeki evlerin sayısı ne olacak? Dünyada insan yaşayan tüm ülkelerde aynı şekilde evler çoğalacak. “Madde sonsuz” demek, “kıyamet olmayacak” demek oluyor. Dünya hayatı sonsuza dek devam ederse yeryüzü evlerle, iş yerleriyle, fabrikalarla, okullarla, hastahanelerle dolacak. Dünya binalarla dolarsa yiyeceklerimizi yetiştireceğimiz toprağımız olmayacak... Dünyanın sonu yoksa bu problemi nasıl çözeceksiniz?

- Bu konuda araştırmalar yapılıyor. Duymuş olmanız lâzım: Mars’ta hayat arıyorlar. Oraya göç ederek dünya nüfusunu rahatlatabiliriz...

- Peki Mars’ta hayat var mı?

- Araştırıyorlar...

- Ay’da da araştırdılar, ama hayat bulamadılar.

- Mars’ta bulunabilir...

- Ya Mars’ta hayat bulunmazsa çözüm ne olacak?

- ...

- Demek ki sizin fikirleriniz güneş gibi değil... İnsanlık sizin fikirlerinizle problemlerini çözemeyecek. Böyle havada kalan fikirler benim makbulüm değil. Fikirleriniz Mars’a gitti, orada kaldı. Hâlbuki Hz. Kur’an, dünyanın da tıpkı bir insan gibi ölümü tadacağını söylüyor. Sonsuzluk, Dünya’nın ölümüyle başlayacak. Hz. Kur’an’da maddenin ezelî olmadığını, yaratıldığını öğreniyoruz. Siz maddenin ezelî olduğunu, yani maddenin başlangıçsız olduğunu kabul ediyorsunuz da, maddeyi yaratan “sonsuz güç sahibi bir varlığın” başlangıçsız olacağını neden kabul etmiyorsunuz? Anlaşılır gibi değil! Maddede akıl, irade, ilim, fikir, merhamet olmadığı çok açık. Yine evlere dönecek olursak, evlerimizin inşasında kullandığımız demir, çimento, tuğla, kum, çakıl, hepsi madde. Bu maddeleri bir irade, bir ilim, bir ölçü, bir plân ile bir araya getirmediğimiz müddetçe ev olamıyorlar ve bizler evlerimizin oluşumunu maddelerden beklemiyoruz; ilim sahibi, akıl sahibi ustalardan, mühendislerden bekliyoruz...

- Bir hayli vakit geçirdik. Bir önerim olacak...

- Nedir?

- Sizin değişmenize sebep olan kitaplardan bana verin, ben de bizim kitaplardan sana vereyim. Daha rahat araştırma yaparız.

- Güzel bir teklif... O zaman biriki dakika bekleyin, hemen getireyim.

Sohbeti evimizin bahçesinde yapıyorduk. Gittim ve Risale-i Nur’un küçük boylarından birkaç tane aldım, getirdim ve arkadaşıma verdim. Bir gün sonra o da bana “Materyalist Felsefenin Temel İlkeleri”ni gönderdi.

Allah’ım! Günahlarımızdan ötürü bizi rahmetinden mahrum bırakma. Nefsimize söz geçirmede bize yardımcı ol. Kabirde ve huzur-u İlâhî’de pişman olacağımız söz ve davranışlarda bulunmaktan bizleri koru. Abdesti, namazı bize sevdir, kolaylaştır. Günahlara karşı direnme gücü ver. Bizi senin rızana ulaştıracak ilim ve amelle nimetlendir. (Âmin, âmin, âmin...)

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 5.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun