HZ. PEYGAMBER VE GELECEKTEN HABERLER

Peygamberimiz geleceği bilir miydi?

Hz. Peygamber beşeriyet yönüyle bizim gibi bir insandır. O da yer, içer, sıcaktan soğuktan etkilenir. Yarın ne olacak, ilerde neler meydana gelecek, bilemez. Nitekim bir düğün esnasında cariyelerin “İçimizde yarın ne olacağını bilen bir peygamber var” şeklinde şiir okumalarına Hz. Peygamber müdahale etmiş, öyle demelerini menetmiştir. (Buharî, Meğazî, 12) Bu noktada, Hz. Peygamberin zevcesi Hz. Aişe’nin şu hatırlatması da mühimdir:

“Kim, ‘peygamber yarın ne olacağını insanlara haber verir’ derse, Allah’a iftira etmiş olur.” (Buharî, Tevhid, 4)

Nitekim Hz. Peygamberin: “Ben gaybı bilmem” şeklinde Kur’an’da yer alan ifadesi, bu hususu açık bir şekilde bildirmektedir. (En’am, 6/50) Keza, bunu te’kiden, onun lisanından şuna da dikkat çekilmiştir:

“Şayet gaybı bilseydim, çokça hayr işlerdim ve bana bir kötülük de dokunmazdı.” (Araf, 7/188)

Bi’r-i Maune ve Reci faciaları bunun bir delilidir. Bu iki olayda Hz. Peygamber, “Bize İslâmı anlatacak kişiler gönder.” diyen kabilelerin istediğini yerine getirirken, ashabından pek çok değerli insanın suikaste kurban gideceğini bilmemiştir. (Buharî, Meğazî, 28)

Bazıları, "De ki: Ben size ‘Allah'ın hazineleri benim yanımdadır.’ demiyorum. Gaybı da bilmem." (Enam, 6/50) ayetinden hareketle, "Hz. Peygamber gaybdan haber vermemiştir. 'İlerde şöyle olacak, böyle olacak...' tarzında O'na nisbet edilen şeyler, zamanla bazıları tarafından uydurulmuştur." iddiasındadırlar. Halbuki, Kur'an'ı dikkatle okusalar böyle bir iddiaya girişmeyeceklerdi. Zira Hz. Peygamber kendiliğinden gaybı bilmez. Fakat Allah O'na bildirir, O'da ümmetine haber verir.

Tefsiri asırlarca medreselerde ders kitabı olarak okutulan Kâdı Beydâvî, "ben gaybı da bilmem" ayetini "bana vahyedilmedikçe ve kendisine bir delil bırakılmayınca" kaydını söyleyerek tefsir eder. (Beydavî, I, 380)

Hz. Peygamberin birbirinden farklılık arzeden iki şahsiyetine dikkat çekmekte yarar görüyoruz.

1. Beşerî yönü,
2. Risalet yönü.

Hz. Peygamber, beşeri yönü itibariyle bizim gibi bir insandır. O'da yer, içer, sıcaktan soğuktan etkilenir. Yarın ne olacak, ilerde neler olacak bilemez. Risalet yönüyle ise, vahye mazhardır. Allah'dan gelen mesajlara bir alıcı durumundadır. Beşeriyet itibariyle "zelle" denilen bir yanılması olsa, vahiyle yönlendirilen bir konumdadır.

Mesela, Tebük savaşına katılmamak için kendisinden izin isteyen münafıklara izin vermiştir. Gelen ayetlerde kendisine şöyle hitap edilir: "Allah seni affetsin, niye onlara izin verdin..." (Tevbe, 9/43).

Abdullah B. Mektum, âmâ bir insandır. Bir gün peygamberimiz Mekke'nin önde gelen müşriklerine İslamı anlatırken, Rasulullah'ın sesini duyar, oraya gelip der "Ya Rasulallah Allah'ın sana öğrettiklerinden bana öğret" Peygamberimiz o esnada onunla meşgul olmak istemez. Yüzünü ekşitir, ondan yüz çevirir. Diğerlerine anlatmayı daha uygun bulur. Bu olay üzerine gelen "Abese" suresinin ilk ayetlerinde O'nun bu tavrının yanlış olduğu, bir daha böyle yapmaması hatırlatılır.

Peygamberin beşerî yönünün en belirgin örneklerinden birisi, şu olayda kendini göstermektedir:

Hz. Peygamber Medine'ye geldiğinde Medine ahalisinin hurmaları aşıladığını görür. "Sanırım yapmasanız daha iyi olur" der. Bunun üzerine aşılamayı bırakırlar; verim düşer. Durum Rasulullah'a söylenince "Ben ancak bir beşerim. Dininizden bir şey size söylediğimde onu yapın. Kendi re'yimle bir şey emredersem, bilin ki ben de bir insanım." "Siz, dünyanızın işini benden daha iyi bilirsiniz." der. (Müslim, Fedail, 140-141)

Yeri gelmişken şunu da belirtmek gerekir: Peygamberin bir beşer olması, O'nun için bir noksanlık değil, aksine bir kemâldir. Bir beşer değil de bir melek olsaydı, insanlara önder olamazdı, rehberlik edemezdi.

Mesela, peygamberimizin yanına gelen davacı-davalılara gayb bilgisiyle hüküm verseydi bizlere örnek olamazdı. Halbuki şöyle diyor:

"Siz bana davacı-davalı olarak gelirsiniz. Olur ki, bazınız davasını daha güzel anlatır. Bende onun lehine hüküm veririm. Kime bu şekilde kardeşinin hakkından verirsem bilsin ki, ona ateşten bir parça vermiş olurum.” (Buhari, Şehadat, 27)

Sahabiler, Hz. Peygamberin beşeriyet ve risalet yönlerini ayırt edebiliyorlardı. Mesela, Bedir savaşı öncesi Rasulullah orduyu bir yere yerleştirdiğinde sahabilerden Hubab B. Münzir "Ya Rasulallah, eğer buraya yerleşmemiz Allah'dan sana gelen bir vahiyle değilse, suları tutup, düşmana göre avantajlı bir durumda olmamız daha uygundur." der. Hz. Peygamber uygun görür. Hubab'ın görüşüne göre hareket edilir. (İbnu Hişam, Es-Sîre, II, 272)

Görüldüğü üzere, hem Rasulullah, hem de ashabı O'nun beşeri yönüyle risalet yönünü birbirinden ayırt etmektedir.

Hz. Peygamberin Risalet Yönü

Rasulullah risalet yönüyle bir takım gaybî sırlara mazhardır. Bunun en büyük delili başta Kur'an'dır. Kur'an'ı Kerim'de bunun çok örneklerine rastlamaktayız. Mesela: Hudeybiye barışı dönüşünde nazil olan Fetih Suresinde, sefere katılmayan münafıkların ne gibi mazeret uyduracakları peygambere haber verilmişti:

"Geride kalanlar sana ‘mallarımız ve çocuklarımız bizi alıkoydu. Bizim için istiğfar et’ diyecekler. Onlar dilleriyle kalblerinde olmayan şeyi söylüyorlar." (Fetih, 48/11).

Benzeri bir durum Tebük seferine katılmayanlarla ilgili: "(Seferden geri kalan münafıklar) onlara döndüğünüzde size özür beyan edecekler. De ki: Özür beyan etmeyin. Size inanmayacağız. Allah bize, durumlarınızı haber verdi." (Tevbe, 9/94).

Keza, Hz. Peygambere münafıkların bir takım halleri vahiyle bildirilmektedir:

"Onlar ‘başüstüne’ derler. Yanından ayrıldıktan sonra bir kısmı gece senin dediğinden başkasının kurar." (Nisa, 4/81).
"İnsanlardan bir kısmı vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri hoşuna gider. Kalbindekine Allah'ı şahit tutar. Hâlbuki o, hasımların en yamanıdır. Dönüp gitti mi (senden ayrılıp bir iş başına geçti mi) yeryüzünde fesat çıkarmaya, harsı ve nesli helak etmeye çalışır." (Bakara, 2/204-205).

Mescid-i Dırar adıyla bilinen şu olay da, Hz. Peygambere gelen gaybî bilgiyi teyid etmektedir:

Ebu Âmir, Hz. Peygamber Medine'ye gelmeden önce Hristiyanlığı din olarak seçen ve ruhban olarak yaşayan birisidir. Rasulullah Medineye geldiğinde kendisinin reislik ve saltanatı sona erdiğinden, peygambere düşman kesilir. Müşriklerle beraber hareket eder. Huneyn mağlubiyetinden sonra Şam'a kaçar. Oradan Medine münafıklarına "Elinizden geldiğince silahlanın. Benim için de bir ma'bed yapın. Ben Rum Kayserine gidiyorum. Oradan büyük bir ordu ile gelip Muhammed ve arkadaşlarını sürüp çıkaracağım" diye haber gönderir. Münafıklar da, böyle bir mescidi yapıp, açılışına Peygamberi davet ederler. Rasulullah gelmeye hazırlanırken, gelen ayetler durumu Rasulullah'a haber verir:

"Onlar o kimselerdir ki, zarar vermek, küfrü yaymak, mü'minler arasına ayrılık sokmak ve daha önceden Allah ve Rasulü aleyhinde savaşmış olana yataklık etmek için bir mescid edindiler. ‘İyilikten başka bir şey murad etmedik’ diye yemin de ederler. Fakat Allah şahittir ki, bunlar gerçekten yalancıdırlar. Orada asla namaz kılma!.." (Tevbe, 9/107-108)

Şu ayet, Hz. Peygamberin ilahî vahiyle bir kısım gaybî bilgiye mazhariyetinin en açık delillerindendir:

"Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir sır söylemişti. Fakat eşi, bunu başkasına haber verdi. Allah bunu, peygamberine bildirdi. Peygamber, bir kısmını söyleyip bir kısmından vaz geçmişti. Peygamber bunu haber verince eşi 'Bunu sana kim haber verdi.' dedi. Peygamber, 'Alim ve Habîr olan Allah haber verdi.' dedi." (Tahrîm, 66/3)

Buhari'de zikredilen rivayetten Rasulullah'ın bu ik zevcesinin Hz. Hafsa ve Hz.Aişe, olduklarını öğrenmekteyiz. (Buhârî, Tefsîr, 66/3)

Mümtehine suresinin iniş sebebi de Rasulullah'ın gaybdan talimat aldığının bir misalidir.

"Ey iman edenler! Benim ve sizin düşmanınızı dostlar edinmeyin" diye başlayan sure, Hâtıb B.Ebi Beltea dolayısıyla inmiştir. Şöyle ki:

Bedir gazilerinden olan Hâtıb, Medine'den Mekkeye gelen Sâre ismindeki kadına bir mektub verir. Mektubda, Hz. Peygamberin Mekke'yi fethe hazırlandığını haber vermektedir. Kadın Mekke'ye doğru yol alırken, Hz. Cebrail durumu Rasulullah'a bildirir. Rasulullah, bir kısım ashabını çağırır. "Filan yerde Mekke'ye giden bir kadın bulacaksınız. Üzerinde Hâtıb'ın bir mektubu var. Mektubu getirin kadını ise, bırakın yoluna devam etsin." der. Giderler, kadını bulurlar. Kadın önce inkâr ederse de, sonunda saçında sakladığı mektubu vermek zorunda kalır.

Rasulullah, Hâtıb'ı çağırtıp "niye böyle yaptığını" sorar. Hâtıb der: "Ya Rasulallah, İslama girdikten sonra küfre dönmüş değilim. Yalnız. Mekkeli muhacirlerin her birinin Mekke'de aşiretini koruyacak kimsesi var, benimse yok. Kimsesi olmayan birisiyim. Ailem de onların arasında. Onlara yardımcı olmak istedim. Bildim ki Allah Mekkelilerin cezasını verecek. Mektubum ise, onlardan bu cezayı gidermeyecek." (Buhârî, Tefsîr, 60/1)

Hz. Peygamberin Kendi Devrinde Olanlardan Haber Vermesi

Rasulullah, Kur'an vasıtasıyla "alemin yaratılışı, geçmiş ümmetlerin kıssaları, İslamın ve Müslümanların geleceği" gibi birtakım gaybî olayları haber vermiştir. Ayrıca, hem kendi devrinde olan ve hem de ilerde olacak olaylardan söz etmiştir.

- Bir savaş esnasında Müslüman saflarında yer alan Kuzman isimli biri, cesur bir şekilde savaşmaktadır. Rasulullah'a bu adamın cesaretinden bahsedildiğinde "bu adam cehennemliktir" der. Ashab bu sözü hayretle karşılar. Savaşın sonunda Kuzman ağır yaralıdır. Kendisine "Artık Allah'a kavuşma vaktidir" derler. Kuzman "ben Allah için savaşmadım ki" der. Aradan biraz geçince yaralarının acısına dayanamayıp intihar eder. Böylece Rasulullah'ın "o cehennemliktir" sözü anlaşılmış olur. (Buhârî, Megazi, 38)

- Huzeyfe'nin annesi, peygamberi davet etmediği için oğlunu azarlar. Oğlu özür diler, "Rasulullah'a gidip af dileyeceğini" söyler. Huzeyfe, akşamdan yatsıya kadar peygamberin yanında kalır. Namazdan sonra mescidden çıkan Hz. Peygamberi takib eder. Rasulullah onu görünce der: "Ey Huzeyfe, Allah seni de anneni de bağışlasın." (Tirmîzî, Menakıb, 31)

- Hz. Peygamber Bedir savaşından bir gün önce küfrün liderlerinden kimin nerde öldürüleceğini birer birer haber verir. (Müslim, Cennet, 76)

- Habeş kralı Necaşi'nin öldüğü gün Hz. Peygamber ashabına: "Bugün bir kardeşiniz vefat etti. Haydi namazını kılalım." der. Kalkarlar, onun cenaze namazını kılarlar. (Buhârî, Cenaiz, 55)

- Hz. Peygamber, ashabından 3.000 kişinin Mute denilen yerde Bizansın yüz bini aşan ordusuyla yaptığı savaşı, aynı anda Medine'de etrafındakilere haber verir. Gözyaşları içerisinde, sırasıyla Hz. Zeyd, Hz. Cafer, Hz. Abdullah B. Raveha'nın şehid olduklarını, sonra Hz. Halid b. Velid'in sancağı aldığı anlatır. (Buhârî, Cenaiz,4)

Günümüz imkânlarıyla, Hz. Peygamberin, başka bir yerde meydana gelmiş bir olayı haber vermesini anlamak çok daha kolaydır. Dünyanın öbür ucunda meydana gelen bir olay, radyo ve televizyonlarla anında naklen yayınlanmaktadır. En büyük bir insanın kalbinde, Allah'ın izniyle bu olayların yansıması, hiç de garip bir şey değildir.

Rasulullah, kendisinin bu farklılığına şu sözleriyle dikkat çeker:

"Ben sizin görmediğinizi görür, duymadığınızı duyarım." (İbnu Mace, Zühd, 19)

Hz. Peygamberin ilerde olacaklardan haber vermesi

Hz. Peygamberin gelecekle ilgili haber verdiği olaylar hayli fazladır. Biz bunlardan, özellikle günümüze bakanları bazı kısa yorumlarla nakledeceğiz:

- Hz. Huzeyfe anlatıyor: "Rasulullah bir gün kalktı; bize kıyamete kadar olacak şeyleri anlattı. Bunları hıfzeden hıfzetti, unutan unuttu. Bu arkadaşlarım bunu bilirler. Rasulullah'ın haber verip de benim zamanla unuttuğum şeyleri, o şey olduğunda hatırlıyorum. Tıpkı, kişi birisini yokluğunda hatırlamayıp onu gördüğünde tanıması gibi..." (Müslim, Fiten, 23)

- Yine Hz. Huzeyfe'den: Rasulullah şöyle buyurdu: "...emaneti eda edecek kişi nerdeyse kalmayacak. Hatta denilecek ki 'Falan kavimde emin birisi var.' Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunmayan kişi için, 'Ne kadar akıllı, ne kadar zarif birisi.' denilecek." (Buhârî, Fiten, 13)

Bu rivayeti nakleden Hz. Huzeyfe diyor: "Ben bir zamanlar kiminle alışveriş ettiğime dikkat etmezdim. Çünkü alışveriş ettiğim kimse eğer Müslümansa zaten güvenilirdi. Eğer bir Hristiyansa, onun idarecisi hakkımı bana verirdi. Ama bugün, falan falandan başkasıyla alışveriş yapamıyorum."

- Bir hadisinde Hz. Peygamber şu beş şeye dikkat çeker:

1. Bir toplulukta açıktan fuhuş işlenir hale geldiğinde onlar için için taun (salgın hastalık) ve daha öncekilerde görülmeyen hastalıklar ortaya çıkar.

2. Ölçü ve tartıda noksanlık yaptıklarında kıtlığa maruz kalırlar, geçim sıkıntısı çekerler ve zalim idareciler başlarına geçer.

3. Malllarının zekâtını vermediklerinde semadan gelen yağmurdan mahrum kalırlar. Eğer hayvanlar olmasa, kendilerine hiç yağmur gönderilmez.

4. Allah ve Rasulünün ahdini yerine getirmediklerinde, Allah onlara dışardan düşman musallat eder. O düşmanlar onların ellerindeki bir takım mallara sahip olurlar.

5. Onların idarecileri Allah'ın indirdiğiyle hükmetmediği ve Allah'ın indirdiğini seçmediklerinde, Allah onlara kendi içlerinde dahili fitne verir.” (İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 4259)

Bu beş maddeden birinci maddede, her türlü fuhşiyatın açıktan işlendiği batı toplumlarında görülen AİDS gibi hastalıkları görebileceğimiz gibi; beşinci maddeden de yıllardır dâhili fitnelerle çalkanan kendi toplumumuza bakabiliriz.

 "Kıyamet öncesi gecenin karanlığı gibi fitneler olacak. Kişi o fitnelerde mü'min sabahlayacak, kâfir akşamlayacak. Mü'min akşamlayacak, kâfir sabahlayacak." (Ebu Davud, Melahim, Hadis No:4297)

"ve dünyevi bir menfaat için dinini satacak." (Tirmizi, Fiten, 23)

- Bir gün Rasulullah etrafındakilere der: "Aç kimselerin yemek kaplarına üşüşmesi gibi, diğer milletlerin üzerinize gelmesi yakındır" Biri der "Ya Rasulallah, o gün az olacağımız için mi saldıracaklar?" Rasulullah cevap verir: Hayır, bilakis çok olacaksınız. Lakin selin geride bıraktığı artıklar gibi kıymetsiz hale geleceksiniz. Allah düşmanlarınızın göğsünden sizin heybetinizi giderecek. Sizin kalplerinize de 'vehen' bırakacak. Biri sorar: Ya Rasulallah, vehen nedir? Rasulullah der: 'Dünya sevgisi, ölüm korkusu.'" (Ebu Davud, Melahim, Hadis No: 4297)

Bugün bir milyarı aşan İslam âlemi, naklettiğimiz hadisdeki manzarayı yaşıyor. Dün, "Osmanlı geliyor" deyince ödü kopan Avrupalı, bugün bizi istediği gibi yönlendirebiliyor.

Şu hadis ise bu ümmet içinde gayr-i müslimlerin yoluna gidenlerin olacağını haber veriyor:

"Sizden öncekilerin yoluna adım adım, karış karış tabi olacaksınız. Hatta bir kertenkele deliğine girseler siz de gireceksiniz." Derler: "Ya Rasulallah, Yahudi ve Hristiyanlara mı uyacağız?" Hz. Peygamber der: Ya kime? (Tabii onlara uyacaksınız)” (İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 3994)

"Kıyamet alametlerinden ilki, insanları şarkdan garba sürükleyen bir ateştir." (Buhârî, Fiten, 24)

Bu hadis, batı taklitçiliğine işaret eder görünmektedir. Bugün nasıl ki BATI dediğimizde Avrupa, Amerika anlaşılıyorsa, onlarda da DOĞU denildiğinde İslam âlemi anlaşılmaktadır. Osmanlının son devrinde, Tanzimat fermanıyla başlayan bu batı hayranlığından milletimiz hala kurtulabilmiş değildir. Hatta içimizde "Kahrolsun Amerika" diyenlerden öyleleri var ki, sırtında Amerikan kotu, ayağında Amerikan ayakkabısı, ağzında Amerikan Marlboro'sıyla adeta "Yaşasın Amerika !" diye haykırmaktadırlar.

Bediüzzamanın 20. yüzyılın başlarında söylediği "Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor biz burada oynuyoruz" hükmü hala geçerliliğini koruyor. Yani, biz kendi başımıza hareket etmiyoruz, başkası bizi harekete geçiriyor. Avrupa, bizi istediği gibi yönlendiriyor.

15 Kötü Özellik

Hz. Peygamber, bir hadislerinde 15 kötü özelliğe dikkat çekip şöyle der:

"Ümmetim 15 özelliği kendinde gösterdiğinde belalar onları bulur:
1. Devlet malı ganimet sayılıp, belli bir zümrede olduğunda,
2. Emanete hıyanet edildiğinde,
3. Zekat vermek zor geldiğinde,
4-5. Kişi hanımına itaat edip, annesine karşı geldiğinde,
6-7. Arkadaşlarına ikram edip, babasına kaba davrandığında,
8. Mescitlerde sesler yükseltildiğinde,
9. Bir kavmim en rezili onlara önder olduğunda,
l0. Kişiye şerrinden dolayı ikram edildiğinde,
11. İçki içildiğinde,
12. İpek elbise giyildiğinde (erkekler için),
13. Şarkıcı ve şarkı aletleri yaygınlaştığında,
14. Bu ümmetin sonra gelenleri önce gelenlere lane,t ettiğinde,
15. Dinsiz eğitim yapıldığında,
İşte o zaman, bir kızıl rüzgar veya bir hasf veya bir meshi bekleyiniz.” (Tirmizi, Fiten, 38)

Bunlardan bazılarını kısaca açıklamakta fayda görüyoruz:

4 ve 6 da, "kişinin hanımına itat etmesi, arkadaşına ikramda bulunması" belli bir kayıtla anlaşılması gerekir. Yani, hanımının meşru olmayan veya tamamen heves ve kapris dolu isteklerini yerine getirmesi erkeğe hayır getirmez. Ayrıca kötü arkadaş çevresine ikramda bulunması, kendisini adım adım felakete götürür.

8. de, mescitlerde seslerin yükselmesinin kötü bir özellik olarak sayılması "her kafadan bir ses çıkması, mescitlerdeki cemaatin cemaat ruhundan uzaklaşıp, kuru bir kalabalık haline gelmesi" olabilir. Veya hoca efendilerin mikrofonların da desteğiyle bağıra bağıra anlattığı halde, cemaate tesiri olmaması, anlaşılabilir. (Doğrusunu Allah bilir.)

9. da rezil kişilerin önderliğinden bahsediliyor. Buradaki "önder" kavramı, köydeki muhtardan, Cumhurbaşkanlığına kadar şümulü olan bir kavramdır. "Bir milletin efendisi onlara hizmet edendir." hadisinden hareketle, bulunduğu makamın hakkını veren idarecilerimizi tenzih etmekle beraber, pekçok başsız başların iş başında olduğu; pek çok hain insanın, hamiyet süsüyle bu aziz millete hıyanet ettiği de bir vakıadır. (Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, Hadis No:1515)

14. de tarih düşmanlığı nazara veriliyor. Ülkemizde geçmiş namına ne varsa kötülendiği, batının her türlü rezaletinin medeniyet sayıldığı kara bir dönem yaşanmıştır. Köklerinden uzaklaştırılmış bir nesil, göklere yükselecek sanılmıştır. Hâlbuki köksüz bir ağaç kurumaya mahkûm olduğu gibi, tarihine sırt çevirmiş bir millet de çökmeye mahkûmdur. Nitekim bu hata son zamanlarda kısmen anlaşılmış, Osmanlıya "barbar", Abdülhamid'e "kızıl sultan", Vahdettin'e "vatan haini" denilmesi gibi tarih düşmanlığından bir derece vazgeçilmiştir.

Hz. Peygamberin bir başka hadisi, bu maddeyi biraz daha açmaktadır:

"İnsanlara aldatıcı seneler gelecek. O senelerde, yalancı doğru kabul edilecek, doğru yalancı sayılacak. Haine emin denilecek, emin kişiye hain damgası basılacak. O yıllarda memleket meselelerinde değersiz kişiler konuşacak." (İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 4036)

15. de nazara verilen "dinsiz eğitim"in acı tecrübesini de bu millet yaşamıştır. O sistemden geçen ve fakat her nasılsa "dindar " olarak yetişen sağduyulu profesörlerimizden biri, bir defasında şunları itiraf eder:

“Gençler, sizler bize göre daha iyi bir dönemde geldiniz. Az-çok dini öğrendiniz. Biz ise, öyle bir dönemde yaşadık ki, aslında benim "dinsiz" olmam lazımdı. Ben ve benim gibiler "imalât hatasıyız."

Hadis'te, bu on beş menfi özellik görüldüğünde üç neticesinden bahsediliyor:

1. Kızıl Bir rüzgâr

Evet, böyle bir rüzgâr 70 yıl boyunca kuzeyden dünyanın her tarafına esti. Avrupa'nın yarısını, ülkemiz halkının epey bir kısmını, koca Çini ve daha pek çok ülkeyi etkisi altına aldı.

2. Hasf, çöküntü demektir. Bu özellikleri gösteren bir toplulukta elbette bir çökme olacaktır. Ülkemizde de yaşanan maddi- manevi çöküntülere bir zaviyeden bakılabilir. Toplumun pek çok kesiminde aile mefhumu çökmüştür, Ahlaki değerler çökmüştür, namus mefhumu çökmüştür, millet için fedakarlık çökmüştür....

3. Mesh, insanın hayvana çevrilmesidir. Kur'an'ı Kerim'de bazı toplulukların maymun ve domuz haline çevrildiği anlatılır. Bu çevrilme, maddeten olması mümkün olduğu gibi, ma'nen olması da mümkündür.

Ma'lum maymun taklitçi bir hayvandır. Domuz ise, hayvanlar içinde eşini kıskanmayan tek hayvan... Bu açıdan bakıldığında dinsiz eğitimin te'siriyle bu mübarek vatanda maymun tabiatında nice batı taklitçileri, domuz tabiatında nice namus mefhumunu yitiren insanlar görülecektir. Kıblemiz güneyde Ka'bedir. Ama taklitçi ortamda yetişenlerin bir kısmının kıblesi Kuzeyde Moskova, bir kısmının Batı'da Paris veya Washington'dur.

Kanuni Sultan Süleyman, zamanın Fransa kralına yazdığı bir mektubla Fransa'da dansı yasaklatırken, şimdi bazı liselerimizin yılsonu eğlencelerine kadar bu İslam dışı âdetin girmesi cidden üzücü ve ehl-i hamiyeti düşündürücüdür.

Ahir Zaman Fitnesi

"Fitneler olacak. O fitnelerde oturan ayakta olandan, ayakta olan yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlı olacak. Ona yaklaşan kendini kurtaramayacak. Kim o fitnelerde bir melce, bir sığınak bulursa, onunla kendini kurtarsın.” (Tirmîzî, Fiten, 29)
"
"Zaman birbirine yaklaşacak. Amel azalacak. Cimrilik artacak. Fitneler zuhur edecek. Herc çoğalacak." Derler: "Herc nedir?" Rasulullah cevap verir: "Öldürmek, öldürmek." (Buhârî, Fiten, 5)

İbn-i Mace'de yer alan rivayette, bu herc'in biraz daha izah edildiğini görüyoruz:

"Müslümanlardan biri der: Ya Rasulallah, şimdi de biz müşriklerden bir yılda şu kadar öldürüyoruz. Rasulullah der: Benim bahsettiğim müşriklerin katli değil. Birbirinizi katledeceksiniz. Öyle ki, kişi komşusunu, amcaoğlunu, yakınını öldürecek.

Birisi der: Ya Rasulallah, o zaman aklımız başımızda olacak mı?

Rasulullah cevap verir: Hayır, o zamandakilerin çoğunun aklı başından alınacak. Kıt akıllı insanlar onların aklını çelecek." (İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 3959)

"İnsanlara öyle bir zaman gelecek ki, katil niye öldürdüğünü, maktul de niye öldürüldüğünü bilmeyecek." (Müslim, Fiten, 55)

Bu son hadislerde çizilen tabloyu 12 Eylül öncesinde sağ- sol davası şeklinde, şimdi de Güneydoğu olayları olarak yaşadık ve yaşıyoruz. Aklı çelinen, beyni yıkanan insanlar, gözünü kırpmadan kendi milletine kurşun sıkabiliyor.

Üç İlginç Haber

Hz. Peygamberin istikbale yönelik haberlerinden şu üçü hayli dikkat çekicidir:

1. "Fıratın suyu çekilecek, altından, altın dolu bir hazine çıkacak. Buna yetişen ondan bir şey almasın.” (Buhârî, Fiten, 24)

Müslim'de geçen rivayette ise "Onun yüzünden savaş çıkacağı, % 99 kişinin öleceği" anlatılır. (Müslim, Fiten, 29)

Bundan muradın "Fırat üzerinde yapılan barajlar sebebiyle suyun altın gibi kıymet kazanacağı, suyun çekildiği ülkelerin bu yüzden mesele çıkaracağı olabilir" diyenler vardır. (Doğrusunu Allah bilir). Fakat şurası bir gerçektir ki, Bugün Güneydoğu'da akan kanın bir ucu GAP projesine dayanmaktadır. Türkiye'nin bölgede lider ülke olmasını istemeyen bazı güçler bu olayları destekleyerek, hatta körükleyerek kardeş kanı akmasına sebebiyet vermektedirler.

2. "Irak halkına ölçeğin (gıdanın) ve dirhemin (paranın) yasaklanması yakındır. Sahabi sorar: Ya Rasulallah, bu nasıl olacak? Rasulullah cevap verir: Acemler bunu yapacak bunları, Irak ehlinden men edecekler." (Müslim, Fiten, 67)

Hadis-i şerif sanki 90’lı yıllarda Irak'a uygulanan ambargoyu tarif etmektedir. Acem, Arab olmayanlara verilen isimdir. Hadisin devamında "Suriye halkının da "Rumlar' tarafından böyle bir hale ma'ruz kalacağı" anlatılmaktadır.

3. "İnsana vahşi hayvanlar, kamçısının ucu ve ayakkabısının bağı konuşmadıkça, uyluğu ailesinde kendisinden sonra ne olup bittiğini söylemedikçe kıyamet kopmaz." (Tirmizi, Fiten, 19)

Kamçının ucunun konuşması, adeta telsizlerin bir tarifidir. Diğer konuşmalar da nazara alınırsa şu anda hayretle izlediğimiz iletişim imkânlarının, ilerde çok daha hayret verici boyutlara ulaşacağı söylenebilir.

Kıyamet Çeşitleri

Şu ana kadar zikrettiğimiz hadislerden öyle anlaşılıyor ki, şu anda bizler ahir zaman fitnesinin tam içindeyiz. Belki pek çoğumuz, yavru balığın anne balığa "anne, deniz nerde?" demesi gibi "ahir zaman nerde, ne güzel yaşıyoruz" diyebilirler. Fakat şunu söyleyelim ki, peygamberimizin gönderilmesi zaten bir ahir zaman alametidir. Hz. Peygamberin, işaret ve orta parmağını açarak "Ben ve kıyamet bu ikisi gibiyiz." buyurması bunun bir delilidir. (Müslim, Fiten, 132) Ayrıca, Kur'an-ı Kerim'in "Kıyamet yaklaştı" diye haber vermesi de, son derece anlamlıdır. (Kamer, 54/1)

Bir gün Hz. Peygamber ashabına olmuş- olacak şeylerden bahsederken ashap "acaba güneş battı mı? diye bakarlar. Rasulullah der:

“Dikkat edin, dünyanın geçen ömrüne nisbetle geriye kalan ömrü, ancak bugünümüze nisbetle geriye kalan zaman gibidir.” (Tirmizi, Fiten, 26)

Fakat şu da unutulmamalı, dünyanın milyonlarca, hatta milyarlarca senelik ömrü içinde peygamberimizin devrinden bugüne kadar geçen bindörtyüz küsür senelik zaman, az bir zamandır.

İnsan, kendi eceliyle alakadar olduğu gibi, dünyanın eceli demek olan kıyametle de alakadardır. Hz. Peygamber, civardan kendisini ziyarete gelip de, "Kıyamet ne zaman kopacak?" diye sorduklarında, onların en gencini gösterip şunu söylerdi: Eğer bu yaşarsa yaşlanmadan kıyametiniz kopar." (Müslim, Fiten, 136)

Hz. Peygamberin bu cevabı latif bir nükteyi ihtiva etmektedir. "Bu yaşarsa yaşlanmadan kıyamet kopar" demeyip "kıyametiniz kopar" demesi o neslin kıyametini ifade etmektedir. Çünkü ölenin kıyameti kopmuş demektir. Nesillerin de kıyameti vardır. İlerde dünyanın da kıyameti olacaktır. Küçük bir âlem olan insan, ölümden kurtulamadığı gibi, büyük bir insan olan âlem de kıyametten kurtulamayacaktır.

Toplum Gemisi

Kıyametin çeşitli alametlerini haber veren peygamberimiz, o fitneler hengâmında yapılması gerekenleri, gösterilmesi gereken tavırları da bildirmiştir. Bunlardan bir kısmı şöyledir:

"İnsanlara öyle bir zaman gelir ki, onlar içinde dinine sabretmek kor ateşi avuçta tutmak gibidir." (Tirmizi, Fiten, 73)

"Siz öyle bir zamandasınız ki, sizden her kim emrolunanın onda birini yapmazsa, helâk olur. Sonra, insanlara öyle bir zaman gelecek ki, emrolunanın onda birini yapanınız kurtulacak." (Tirmizi, Fiten, 79)

"Fitneler zamanında ibadet, bana hicret gibidir." (Müslim, Fiten, 130)

"Ümmetimin bozulduğu zamanda kim benim sünnetime sarılsa (yolumdan gitse), ona yüz şehid sevabı vardır.” (İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 3986 )

"O fitnelere yetişirseniz oklarınızı kırın, yaylarınızı parçalayın, kılıçlarınızı taşlara vurun. Âdem’in iki oğlundan hayırlı olan gibi olun.” (İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 3961)

Yani, Müslümanlar içinde meydana gelen dahili fitnelerde kan döken taraf olmayın.

"Said, fitnelerden kaçınan kimsedir. Said, fitnelerden kaçınan kimsedir. Said, fitnelerden kaçınan kimsedir. Belaya maruz kalıp sabredendir. Fakat böylesi ne kadar da azdır." (Ebu Davud, Fiten, Hadis No: 4263)

Zikredilen bu hadislerde, fitneler zamanında ferdi ibadete dikkat edilmesi, aktif olarak fitnelere girilmemesi nazara verilir. Şu hadislerde ise, şuurlu bir Müslümanın hareket tarzı çizilmiştir:

"Sizden her kim bir kötülük görürse, eğer gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Yetmezse diliyle düzeltsin. Onu da yapamazsa, hiç olmazsa kalbiyle buğzetsin. Fakat bu, imanın en zayıf mertebesidir." (Tirmizi, Fiten, 11)

Demek, seyirci kalınmayacak. Müslüman, imkânı nisbetinde çevresindeki günahlara engel olmaya çalışacak.

Bu meselede Hz. Peygamber, aynı gemide yol alan iki grub insanın hallerini nazara verir.

"Geminin alt kısmındaki yolcular üstekilerden su isterler. Üstekiler ise, ne su verirler, ne de onların su almak için yukarı çıkmasına müsaade ederler. Bunun üzerine alttakiler su niyetiyle gemiyi delmeye başlar. Üsttekiler eğer onlara engel olurlarsa hepsi kurtulur. Fakat onları kendi hallerine bırakırlarsa hep beraber boğulurlar." (Tirmizi, Fiten, 12)

Aynı toplumda yaşayan fertler olarak, bazılarının bu toplum gemisini batırmasına seyirci kalırsak, hepimiz beraber batarız. Rasulullah'ın ifadesiyle:

"Nefsim elimde olan Allah'a yemin ederim ki ya iyiliği emreder, kötülüğe engel olursunuz. Ya da Allah yakında umumi bir bela verir. O zaman, dua edersiniz, fakat duanız kabul olunmaz.” (Tirmizi, Fiten, 9)

Bu meselede, Hz. Peygamberin şu ikazı çok manidardır:

"Sizden birisi kendini küçük düşürmesin!"
Derler: "Ya Rasulallah bizden biri kendini nasıl küçük düşürür?"
Rasulullah der: "Kötü bir durum görür. Orada, Allah için bir söz söylemesi lazımdır. Fakat bir şey demez. Allah ona kıyamet günü 'Şöyle şöyle demene engel olan neydi?' der. O kimse 'İnsanlardan korktum.' deyince Cenab-ı Hak buyurur: Asıl benden korkman gerekirdi."
(İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 4008)

Aynı konuda Hz. Ebu Bekir'in şu hatırlatması da mühim bir noktadır:

"Ey İnsanlar! 'Ey İman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidayette olduktan sonra başkasının dalaleti size zarar vermez.' (Maide, 5/105) ayetini okuyor, ama yanlış yorumluyorsunuz. Biz Rasulullah'ın şöyle dediğini duyduk: 'İnsanlar kötülüğü görüp de onu değiştirmeye çalışmazlarsa, Allah'ın onlara umumi bir bela vermesi yakındır.'" (İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 4005)

Hz. Ebu Bekir'in bu ifadesi, ayetin "Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın. Gemisini kurtaran, kaptan..." gibi yanlış anlaşılma endişesinden kaynaklanmaktadır.

Bidiüzzaman, aynı ayetle ilgili şu noktaya dikkat çeker: "...Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmayasınız." Evet, nice insan vardır ki, menfi şeylerle zihnen meşguliyetten müsbet hareket edemez hale gelmiştir. Bir doktora düşen, hastanın içler acısı durumuna üzülmekle vakit geçirmek değil, ümidini kesmeden tedaviye devam etmektir.

Hz. Peygamberin şu ifadesi ise, imandan gelen cesaretin bir göstergesi gibidir:

"En efdal cihad, zalim sultanın yanında hak sözü söylemektir.” (Ebu Davud, Melahim, Hadis No: 4344)

Deccal - Mehdi Hadisleri

Hz. Peygamberin geleceğe yönelik hadislerinden bir kısmı deccal ve mehdi ile ilgilidir. Deccal, İslama zarar verecek dehşeti bir kişi, mehdi ise deccala karşı mücadele edecek büyük bir âlimdir.

Resulullah'ın deccalla ilgili haberlerinden bir kısmı şöyle:

"Sizi ondan sakındırırım. Hiçbir peygamber yoktur ki, kavmini ondan sakındırmış olmasın. Ben size, hiçbir peygamberin onun hakkında demediği bir şeyi söylüyorum: Onun bir gözü kördür.” (Müslim, Fiten, 95)

Yani, maddiyatı görür, maneviyatı görmez. Sistemi de sırf dünyaya yöneliktir.

"Alnının ortasında K-F-R 'kâfir' yazılıdır. Her ehl-i iman onu okur." (Müslim, Fiten, 103) İbn-i Mace'de geçen şekliyle "okuması olan ve olmayan herkes o yazıyı okur." (İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 4077)

Yani onun küfrü, iman nuruyla bilinir. Alnındaki "kâfir" yazısı bildiğimiz harflerle olmayıp, küfür alameti şeyleri taşımasından kinayedir.

"Onun çocuğu olmayacak, Mekke ve Medine'ye giremeyecek." (Müslim, Fiten, 91)

"Onun bir suyu ve ateşi olacak. İnsanların su olarak gördükleri yakıcı bir ateştir. Ateş olarak gördükleri ise, soğuk tatlı bir sudur. Sizden her kim ona yetişirse, ateş olarak gördüğüne talib olsun. Çünkü o, temiz- tatlı bir sudur." (Müslim, Fiten, 107)

Şu hadis-i şerif ise, deccal fitnesinin büyüklüğünü göstermektedir:

"Hz. Âdem’in yaratılışından kıyamet kopuncaya kadar deccaldan daha büyük bir fitne yoktur." (Müslim, Fiten, 126)

"Rasulullah, deccaldan bahseder. Sorarlar: Ya Rasulallah, yeryüzünde ne kadar kalacak? Der: Kırk gün. Bir günü bir sene gibidir. Bir günü bir ay gibidir. Bir günü bir hafta gibidir. Diğer günleri sizin günleriniz gibidir.

Derler: 'Ya Rasulallah. Bir sene gibi olan günde bir günlük namaz yeterli midir?' Rasulullah cevap verir: Hayır, takdir edersiniz." (Tirmizi, Fiten, 59)

Bediüzzaman, bu rivayetin iki te'vilini yapar:

1. Büyük deccal, Kuzey Kutbu tarafında çıkacaktır. Çünkü burada bütün sene bir gece, bir gündüzdür. Daha sonra bir ay, güneşin batmadığı, derken bir hafta batmadığı yerlere gelinir. Demek büyük deccal, kuzeyden çıkıp diğer yerlere yayılacağına bir işarettir.

2. Hem büyük deccalın, hem İslam deccalının üç istibdad dönemleri olacak. Bir dönemlerinde öyle büyük icraat yapacaklar ki, üç yüz senede yapılmaz. İkinci devrede bir senede, otuz yılda yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü devresi, bir senede yaptığı değişiklikler on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi ise, normal hale gelir, bir şey yapamaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır. (bk. Şualar, s. 586-587)

Şu hadis ise, deccalın münafıkane iş göreceğini bildirir:

"Kim deccalı duysa ondan yüz çevirsin. Vallahi, kişi onu mü'min zannederek ona tabi olur. Sevk ettiği şüpheli şeylerin ardına düşer." (Ebu Davud, Melahim, Hadis No: 4319)

Deccala karşı Mehdi mücadele edecektir. Mehdi Al-i Beyt'ten olacak, Allah onu bir gecede ıslah edecektir. (İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 4085) Zamanında ümmet bolluk içinde yaşayacaktır. (İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 4083)

Hz. Peygamberinin bu konuda talimatı şudur:

“Onu gördüğünüzde, buz üzerinde sürünerek de olsa, gidip ona biat edin. Çünkü o, Allah'ın halifesi olan Mehdidir.” (İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 4084)

Mehdiyle ilgili olarak Bediüzzaman'ın şöyle bir hatırası nakledilir:

Sürgünde iken saf gönüllü bir zat "Hocam, der. Merak etmeyin, mehdi gelecek, her şeyi düzeltecek." Bediüzzamanın cevabı anlamlıdır: "Mehdi geldiğinde seni vazife başında bulsun."

Yani, mehdiyet meselesi Müslümanları tembelliğe itmemelidir. Mehdi geldiğinde elinde sihirli değnekle bir anda ortalığı süt liman yapacak değildir. En büyük insan ve en büyük peygamber olan Hz. Muhammed'e (asm) verilmeyen bir imtiyaz, O'nun ümmetinden olan bir zata verilecek değildir. Fakat nasıl ki, Hz. Peygamber gelmiştir, ashabını yetiştirmiş, onlar vasıtasıyla İslamı dört bir tarafa yaymıştır. Öyle de mehdi dahi geldiğinde, yetiştirdiği cemaatle büyük İslami hizmetlere vesile olacaktır.

Hadislerde, deccal ve deccallardan bahsedilmesi, böyle münafık tiplerden ehl-i imanın sakınması için; mehdiden bahsedilmesi ise, ehl-i imanı ümitsizlikten kurtarmak içindir.

Hz. İsa Tekrar Gelecek mi?

Hz. İsa'nın ahir zamanda tekrar gelişi, hadislerde açık bir şekilde kıyamet alametlerinden biri olarak bildirilir. Ayetlerde ise böyle bir açıklık olmayıp, ancak bazı işaretler söz konusudur. Mesela şu ayetlere bakalım:

“O, kıyamet için bir ilimdir (alamettir)" (Zuhruf, 43/61)

Ayetteki “O” zamiri Hz. İsa olarak açıklanır. Fakat aynı ayetin yorumunda, "O" zamirini Kur'an'a raci kılanlar da olmuştur. Çünkü Kur'an kıyametin gelişinin yakınlığına delalet eder. Veya onunla kıyametin halleri ve dehşetli durumları bilinir. Kurtubi, zamiri Hz. Peygambere raci görür. Çünkü Hz. Peygamber, işaret ve orta parmaklarını gösterip "Ben ve kıyamet bu ikisi gibiyiz." demiştir.

“O, insanlarla hem beşikte hem de yetişkin iken konuşacak.” (Al-i İmran, 3/46)

Hz. İsa daha kundakta bebek iken harika bir şekilde konuşmuştur. Mealde “yetişkin” şeklinde ifade edilen kelimenin aslı “kehlen”dir ve bu ifade bazı yorumlara göre 35-40 yaşlarından sonrası için kullanılır. Hz. İsa ise 33 yaşında semaya yükseltilmiştir. Demek ki tekrar gelecek ve o dönemi yaşayacaktır. Ancak “kehlen” kelimesinde böyle bir yaş sınırı anlamı görmezsek aynı neticeye varmayız.

“Kitap ehlinden hiçbir fert yoktur ki, ölümünden önce O’na (İsa’ya) iman edecek olmasın…” (Nisa, 4/159)

Bazı yorumlara göre bu ayet Hz. İsa’nın tekrar geleceğine ve ehl- i kitap olan yahudi ve hristiyanların kendisine toptan iman edeceğine işaret eder. Kanaatimizce bu ayeti sekerat haliyle açıklamak daha uygun olsa gerek. Perdenin aralandığı o anda ehl- i kitaptan olan her fert O’nun gerçek şahsiyetini görecek ve o şekilde inanacaktır. Ama bu iman kendilerine bir fayda sağlamayacaktır. Zira imtihan bitmiş, iş işten geçmiştir.

“Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kaldırılacağım günde bana selam olsun.” (Meryem, 19/33)

Bazı yorumlara göre “öleceğim gün” ifadesi Hz. İsa’nın tekrar geleceğine bir işarettir. Zira O, ölmemiş, semaya yükseltilmiştir. Demek ki tekrar gelecek, ölümü tadacaktır.

Bu yorum ilk bakışta çok kuvvetli görülse de delil olmaktan uzaktır. Çünkü Maide suresinin son sayfasında anlatılan olayda Hz. İsa’nın vefat etmiş olduğu anlaşılmaktadır.

Konunun hayli ayrıntıları olmakla beraber, şu noktalara işaretle yetiniyoruz:

- Kur'an'ın bir kısım ayetleri muhkem, bir kısım ayetleri müteşabihtir. Muhkem, manaya delaleti açık olan; müteşabih, manaya delaleti kapalı olan ayetler için kullanılır. Muhkemin te'vili bilinir, mana ve tefsiri kolay anlaşılır. Müteşabihte ise, mananın çok vecihlere ihtimali söz konusudur. Muhkem ayetler, Kur'an ağacının kökü, müteşabih ayetler ise, o ağacın dalları durumundadır.

- Müteşabih ayetler, aklı işlettirmek, taklit zulmetinden kurtarmak içindir. Muhataplarına, köklü bir anlayışa ulaşmaları için, lugat, fıkıh gibi ilimlerin tahsiline lüzum hissettirir. Bu tür ayetler, insan aklının daha çok çalışmasını sağlamış, onu aklını kullanmaya zorlamıştır.

- Müteşabih ayetler ufuk açıcıdır. Ulaşılan her ufuktan ilerde bir başka ufuk kendini gösterir. Böylece, idrak bir ufuktan bir başka ufka açılır, düşünce monotonluktan kurtulur, Kur'ana yönelenler "ufuk-u âlâ"ya / en yüce ufka doğru yol alırlar.

- Müteşabih ayetler sadece iman edilmek için değil, aynı zamanda anlaşılmak için gelmiştir. İslâmi düşüncenin gelişmesi, müteşabih ayetlerin muhkem ayetler rehberliğinde yorumuyla gerçekleşecektir.

- Muhkem ayetler tefsir, müteşabih ayetler te'vil edilir. Te'vil, "bir delile dayanarak, lafzın muhtemel manalarından birini tercih etmektir.” Te'vilde bir katiyet olmayıp, "mümkün bir ihtimal" söz konusudur. Bu cihetten, müteşabih ayetlerle ilgili te'viller, kanaat verebilirse de kesinlik ifade etmezler. Bunlarla ilgili nihai hüküm ve söz, Cenab-ı Hakk'ındır.

- "Doğrusunu Allah bilir" kaydıyla "bu müteşabih ayetten murat bu olabilir" diye göstermek, "Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa bazı kalblerde kilitler mi var?" (Muhammed, 47/24) ayetinin mucibince amel etmektir. Müteşabihatı bütünüyle yorum dışı bırakmak ise, aynı surede beş defa tekrarlanan "Biz Kur'an'ı zikr (öğüt) için kolaylaştırdık. Yok mu düşünen?" (Kamer, 54/15, 17, 22, 32, 40) ayetine aykırıdır.

- Muhkem ayetler "ümmü'l kitab"tır. Yani, ana kitap veya kitabın anası, esasıdırlar. Mesela, Allah'a el, vecih, gelmek... isnat eden ayetler müteşabih; "hiçbir şey O'nun misli gibi değildir." ayeti ise muhkemdir. (Şura, 42/11)

Keza, "Meryem oğlu İsa ancak Allah'ın elçisi ve kelimesidir. O'nu Meryem'e ilka etmiştir ve O'ndan bir ruhtur." (Nisa, 4/171) ayeti müteşabih; "Allah'ın bir çocuk edinmesi olur şey değildir." (Meryem, 19/35) ayeti ise muhkemdir.

Hz. İsa'nın Allah'ın bir kelimesi, olması, babasız bir şekilde doğrudan "kün: ol" emriyle yaratılmış olduğu cihetledir.

O'ndan bir ruh olması ise, -haşa- Hristiyanların iddia ettikleri gibi, Hz. İsa'nın Allah'tan bir cüz, uluhiyetten bir rükün olması anlamında olmayıp "teşrif" içindir. Her ne kadar bütün ruhlar Allah'ın yaratmasıyla ise de, Hz. İsa'da özel bir durum olduğundan, Cenab-ı Hak, O'nu doğrudan zatına nispet etmiştir

Kur'an-ı Kerim'de "Allah gökleri ve yerde olanları size musahhar kıldı." (Casiye, 45/13) ayetinin devamında "hepsi O'ndandır." denilmesi konumuza açıklık getirmektedir. Gökler ve yerdekiler Allah'tan bir parça olmadığı gibi, Hz. İsa da O'ndan bir cüz değildir.

İşte, bu tür farklı yorumlara açık olması sebebiyle, bahsedilen ayetlerin Hz. İsa'nın nüzulüne delaleti katiyetten düşer, ancak bir kanaat bildirebilir. Bu konuda gelen hadisler esas alındığında ise, Hz. İsa’nın kıyamet öncesi geleceği anlaşılır.

Hz. İsa'nın nüzulüne inanmak, akideye dâhil değildir. İlgili ayetler ve hadisler te'vile açık olduğundan "Ben Hz. İsa'nın ahir zamanda bedenen tekrar nüzulüne inanmıyorum." diyen birisi, asla tekfir olunamaz. Zira bu tür bir ifade, ayet veya hadisi inkâr olmayıp, onların muhtemel bir tevilini reddetmektir. Aynı ayet ve hadislerin başka yorumları da vardır.

Müteşabih ayetlerde nihai söz Cenab-ı Hakk'ındır. "O gün sırlar ortaya çıkacak." (Tarık, 86/9) ayetinin hükmüyle, sırlar kıyamet günü bildirilecek, "Allah kıyamet günü, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size açıklayacak." (Hacc, 22/69) ayetinin manası görülecektir.

Dâbbetü'l-Arz Nedir?

Kıyamet alametlerinden biri "dâbbetü'l-arz"ın çıkışıdır. Peygamber Efendimiz şöyle bildirir:

"Onun alametlerinden biri, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine 'dâbbe'nin çıkmasıdır. Bu alametlerden hangisi önce belirirse, ötekisi onu kısa zamanda takip edecektir." (Müslim, Fiten, 118)

"Dâbbe, yanında Hz. Musa'nın asâsı ve Hz. Süleyman'ın mührü olduğu halde çıkar. Mü'minin yüzünü asa ile parlatacak, kâfirin burnunu da mühürle damgalayacak. O zamanda yaşayan insanlar bir araya geldiklerinde mü'min-kâfir belli olacaktır." (Ahmed b. Hanbel, "Müsned", II, 491)

Dâbbe kelimesi “canlı, hareket eden varlık” anlamında kullanılır. Kelime anlamından hareketle tren, otomobil gibi şeylere de “dâbbe” denebilir. Mesela, bin yıl önce yaşamış birisini hayalen günümüze getirsek, yüz vagonlu treni görse “işte bu dâbbetü'l-arz" diyebilir. Ama bu kelime daha çok hayvanlar için kullanılır.

Burada “Dâbbetü'l-arz acaba tek bir fert midir? Yoksa bir tür müdür?” sorusu hatıra gelebilir. Tek bir ferdin o kadar insana muhatap olması düşünülemez. Bu durumda onu bir tür olarak görmek daha uygun olacaktır.

Dâbbenin ne olduğu hususunda değişik yorumlar yapılmaktadır. Mesela Hz. Ali'nin şöyle dediği nakledilir: “Bundan murat kuyruklu değil sakallı dâbbedir.” Böyle bir bakışta onun bazı şerli insanlara işaret ettiği anlaşılabilir.

Dâbbeye “AİDS mikrobu” diyenler vardır. “Televizyon” şeklinde değerlendirenler vardır. Hatta “robotlar olabilir” görüşünü ileri sürenler vardır. Bu son görüşe, zaman gelecek insan eliyle yapılan ve yapay bir zekâ verilen robotlar, “efendilerinin” sözünü dinlemeyecekler, insan medeniyetini alt üst edeceklerdir.

Kur’anda Dâbbe

"Dâbbe" kelimesi Kur’anda ondört defa geçer. Bu kelimenin çoğulu olan “devâbb” ise dört defa kullanılır. Örnek olarak bunlardan bazılarına bakalım:

"Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah'a aittir." (Hûd, 11/6)

“Her canlının (dâbbenin) dizgini Allah'ın elindedir.” (Hud, 11/56)

"Allah her canlıyı (dâbbeyi) sudan yaratmıştır. Bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah, şüphesiz her şeye kadirdir." (Nûr, 24/45)

Neml suresi 82. ayette geçen "dâbbetü'l-arz" ise, müfessirlerce genelde kıyamet alameti olarak açıklanır:

"Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler."

Ayetin zahirine göre, arzdan çıkacak bu dâbbe insanlara konuşacak, onların İlahi ayetlere tam inanmadıklarını söyleyecektir. Buradan hareketle bu dâbbenin radyo, televizyon, hatta internet olabileceğini söyleyenler vardır. Çünkü bunlar yerden çıkan hammaddelerle yapılır ve insanlarla konuşurlar. Hatta bazı rivayetlerde “Dâbbenin başı bulutlara değecek” denilir. Bilindiği gibi, televizyonlar uydu bağlantılıdırlar ve uyduların da başı semadadır.

Dinin helal-haram ölçülerine uyan insanlar bu aletlerden yararlanırlar. Böyle ölçülerden mahrum olanlar ise, daha çok zarar görürler. Çünkü bu aletler şerde ve günahta da kullanılabilmektedir ve hatta bu tarz kullanımları daha yaygındır.

Kanaatimizce dâbbenin konuşmasını dil ile konuşmak şeklinde anlama zorunluluğu yoktur. Bu konuşma “lisan-ı hal” yani hal diliyle de olabilir. Mesela trafik lambaları ve işaretlerinin dili yoktur ama insanlara çok şeyler söylerler.

Dâbbe Neler Söylüyor?

Şu gördüğümüz âlem İlahi ayetlerle doludur. Ama insanların çoğu bu ayetleri anlamaz, günlük olayların akışına kapılır, gafletle günlerini geçirir. Cenab- Hak, insanları uyarmak için zaman zaman felaketler gönderir. Bu, bir deprem, bir kasırga, bir sel olabildiği gibi, bazen da bir hayvan olabilir.

Kur’ana baktığımızda bazı kavimlere bazı hayvanların ceza olarak gönderildiklerini görürüz. Mesela Firavun ve kavmine bit, çekirge ve kurbağa gönderilmiş, bunlar her tarafı istila ederek o inatçı insanları cezalandırmışlardır. Bunların benzerlerini günümüzde de görmek mümkündür. “Rüzgârın dişleri” denilen çekirgeler kara bir bulut halinde gelip ekin tarlasına inmekte ve tekrar havalandıklarında geride işe yarar bir şey bırakmamaktadırlar.

Keza, Kâbe'yi yıkmak için gelen Ebrehe ve ordusuna sürüler halinde kuşlar gönderilmiş, bunlar gaga ve ayaklarında taşıdıkları özel taşları bu zalimlere yağdırmışlar, onları darmadağın etmişlerdir. Bu olay Kur’anda müstakil bir sureyle anlatılır. Fil suresinde anlatılan bu olay, Peygamber Efendimizin dünyaya teşriflerinden kısa bir süre önce meydana gelmiştir. Surede geçen “ebabil” kelimesi kuşların sürüler halinde geldiklerini ifade eder. Tasvir edilen tablo, tam bir “semavi bombalama” olayıdır. Filolar halinde gelen bombardıman uçaklarının hedefe bomba yağdırmaları gibi, bu kuşlar grup grup gelerek o insanları “kendisinden çekirge sürüsünün geçtiği bir ekin tarlasına” çevirmişlerdir.

Kur’an, göklerin ve yerin askerlerinin Allahın emrinde olduklarını bildirir. (Müddessir, 74/31) Allah dilediği zaman bu askerlerini inatçı kimseleri cezalandırmada kullanır. Mesela su rahmettir. Ama Allah dilerse, Nuhun kavmini helak eden bir tufana dönüşür. Gökten bardaktan boşanırcasına yağmur indirilir, yerden sular fışkırtılır. Bunun sonunda, asi ve inatçı bir kavim sulara gark olur, tarih sahnesinden silinir.

Bazıları bu tür olayları tesadüfle açıklamaya çalışabilir. Ama âlemde tesadüfe asla yer yoktur. Einsteinin ifadesiyle “Allah zar atmaz.” Yani işini ihtimale bırakmaz. Hamdi Yazır'ın da dikkat çektiği gibi, “Bizim tesadüf olarak gördüğümüz şeyler, gerçekte İlâhî birer tasarruftur.” (Yazır, IV, 2802)

Kur'anın bildirdiğine göre, Cenab-ı Hak her an tasarruftadır. (Rahman, 55/29) Şu âlem yoktan var edilmesiyle Yüce Yaratıcıyı gösterdiği gibi, atomdan galaksilere varıncaya kadar her şeyde meydana gelen faaliyetlerle O'nun tasarruflarından haber verir. Cenab-ı Hak, kâinatı yaratıp, sonra onu kurulmuş saat gibi kendi halinde işlemeye terk etmiş değildir. Bir zerre bile Onun izni olmadan hareket etmez.

"Bir yaprak bile Onun ilmi dışında yere düşmez." (En'am, 6/59)

"Hiçbir dişi O'nun bilgisi dışında hamile kalmaz ve doğurmaz." (Fatır, 35/11)

Deli dolu esiyor görülen rüzgâr, rastgele değil, Onun emrettiği şekilde eser. Bazan meltem olur yüzümüzü okşar, bazan fırtına olur, bir "azap kamçısı" olarak görev yapar.

Dâbbe ile ilgili rivayetler incelendiğinde bu dâbbenin ahir zamanda insanların büsbütün yoldan çıkmalarıyla onlara ceza olarak çıkacağı anlaşılır. Mü’minler imanın bereketiyle ondan zarar görmezler, ama isyankâr kimseler bununla cezalandırılırlar.

AİDS Dâbbe mi?

Bu noktada hatıra AİDS mikrobu gelebilir. Çünkü bu mikrop daha çok gayr-i meşru beraberliklerin neticesinde bulaşmaktadır. Tarih boyunca gayr-i meşru beraberlikte bulunanlar daima olmuştur ama hiçbir zaman bu beraberlikler günümüzdeki çılgınlık boyutlarına varmamıştır. Bu açıdan AİDS mikrobunu İlahi bir ceza olarak değerlendirmek gayet makul görülmektedir.

Hatta Hz. Süleyman'la alakalı Kur’anda anlatılan şu olay, dâbbenin bu cihetine bir işaret olarak görülebilir:

Hz. Süleyman'ın, cinleri büyük binalar, heykeller vb. yapımında çalıştırması anlatıldıktan sonra, şöyle denilmektedir

"Eceli gelip de Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimizde, asasını kemirmekte olan bir ağaç kurdu (dâbbetü'l-arz) ölümünü onlara fark ettirdi. Süleyman yere düşünce, cinler anladılar ki, eğer kendileri gaybı bilselerdi, o meşakkatli işe devam edip durmazlardı." (Sebe, 34/14).

Rivayete göre Hz. Süleyman onları bu işte çalıştırırken bastonuna yaslanır, bu şekilde onları kontrol ederdi. Ama bu haldeyken Azrail (as) gelip ruhunu kabzetti. Cinler Onun vefat ettiğini anlamadılar, çalışmaya devam ettiler. Bir ağaç kurdu Onun bastonunu kemirince, bastonu kırıldı, Hz. Süleyman yere düştü. Cinler Onun vefatını ancak o zaman anladılar. Şayet gaybı bilselerdi bu şekilde bir azap içinde çalışmaya devam etmezlerdi.

(Not: Burada nazara verilen Hz. Süleymanın bastonu, Onun kurduğu devlet sistemine ve ağaç kurdunun bunu kemirmesi, içten içe bu sistemi yıkmaya çalışan komitelere bir işaret olarak da değerlendirilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.)

İşte bu dâbbe Hz. Süleyman'ın bastonunu kemirdiği gibi, dâbbetü'l-arz dahi AİDS mikrobu şeklinde veya başka bir şekilde haddini aşan bazı insanları kemirip onları mağlup etmesi mümkündür.

Ama “Dâbbe AİDS midir?” denilirse “evet” demek bir takım sıkıntıları beraberinde getirir. Çünkü AİDS dâbbe hakikatının bir parçası olabilir, ama onu tümüyle ifade etmeyebilir.

Meseleye şu açılardan bakmakta yarar görüyoruz:

- Ayette geçen "dabbe" kelimesinin elif lamsız, yani belirsiz bir şekilde kullanılmış olması, bunun bilinmeyen, tanınmayan bir varlık olduğunu ifade eder. (İngilizcede kullanılan “the” takısı gibi Arapçada “el” takısı vardır. Dâbbe kelimesinde bu takının kullanılmaması onun tam bilinmediğine, hatta tam bilinemeyeceğine bir işaret gibidir.)

- Delalet etmek ayrı, tazammun etmek ayrıdır. Dâbbe kelimesi AİDS veya kötüye kullanılan televizyonu içine alabilir, ama onlara kesin bir delaleti yoktur.

- Din bir imtihandır. İmtihanda ise “akla kapı açılır, irade elinden alınmaz.” Böyle olunca, kıyamet alametlerinin herkesin görüp anlayacağı şekilde çıkmalarını beklemek yanlış olur. Mesela alnında “bu kâfir” yazan bir deccal beklemek, elinde sihirli bir değnekle birden ortalığı düzeltecek bir mehdinin zuhurunu gözlemek, gibi rivayetleri tam anlamamak anlamına gelir. Ashab-ı Kehfin tekrar mağaralarından çıkmalarını beklemek de böyledir. Bazı kitaplarda “Mehdi zamanında mağaradaki Ashab-ı Kehf uykudan uyanırlar.” rivayeti geçer. Demek ki Mehdi, üç yüz yıldır uykuda olan gençliği uyandırır. Onun mühim bir kuvveti gençlerden meydana gelir. Çünkü Kehf suresinde Ashab-ı Kehfin bir takım gençler olduğu açıkça ifade edilmektedir.

Baştan buraya kadar yaptığımız nakiller ve değerlendirmelerde herkesin tam kanaat getireceği bir sonuca varmadığımız, konuyu bir derece askıda bıraktığımız görülür.

İnsanın ilmi sınırlıdır. Mesela “Zaman nedir? Ruh nedir?” gibi sorulara çok net cevap veremeyiz. Hatta bazı kevni gerçeklerde de bir derece bilinmezlik söz konusudur. Sözgelimi atomun ne olduğunu tam bilmiyoruz, hayatın muammasını tam çözmüş değiliz. Demek ki bazı meseleler gül goncası gibidir, bir yaprağı araladığımızda aralanmayı bekleyen başka yapraklar karşımıza çıkar. Bize düşen, bilinmezleri bilme yolunda uğraşı vermek, gayret göstermektir. İnsanın bu tür sırlı meseleleri araştırması sisli bir denizde yapılan seyahate benzer. İnsan böyle bir seyahatte önünü çok net göremez. Ama bu gizemlilik, bu seyahate ayrı bir güzellik katar.

Kanaatimizce meselenin bu tarzda ele alınması daha isabetlidir. “Bundan murat şudur.” diyenler yarın öyle olmadığını gördüklerinde mahcup olabilirler. Kesin hüküm vermek yerine “Bundan murat şu olabilir.” demek daha yerindedir ve ihtiyata daha uygundur. Çünkü,

“De ki: Gerçek ilim Allah'ın katındadır.” (Mülk, 67/26)

“Göklerde ve yerde Allah'tan başkası gaybı bilemez.” (Neml, 27/65)

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 50.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun