Bir tanrı varmış gibi davranmak çılgınlık mı?

Tarih: 27.05.2016 - 00:39 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Bilimsel gerçekler Tanrının var olmadığına (daha doğrusu var olması gerekmediğine) dair binlerce bilimsel kanıt mevcut. Günümüzde, kuantum dalgalanması ile maddenin nasıl yoktan var olabildiğini ve evrendeki bunca maddenin nasıl oluştuğunu açıklayabiliyoruz.
- Abiyogenez sürecini yaptığımız deneyler ile kanıtlayarak canlılık oluşumunun nasıl gerçekleştiğini açıklayabiliyoruz.
- Canlı çeşitliliğini sağlayan doğal seçilim ve evrim süreci karşı çıkılamaz bilimsel gerçekler.
- Mucizevi görünen organlarımızın ve yaşam döngüsünün nasıl bugünkü haline geldiği hakkında bilimsel kanıtlara ulaşmamız da artık teknoloji ve internet sayesinde çok kolay.
- Bunca bilgiye rağmen, tüm bilimsel külliyatı reddederek, bir tanrı varmış gibi davranmak da çılgınlık olmalı.

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Fen Bilimi, Felsefe ve İnanç İlişkisi

a) Fen bilimleri ile inanç arasındaki fark nedir?

Fen bilimleri fizik âleminde gözlemlere (observations), felsefe fizik-dışı fikir âleminde muhakemelere (reasoned arguments), inanç ise kişisel âlemlerde benimseme, içselleştirme ve müşteri olmaya (subscription and conviction) dayanır. 

Bu yüzden fen bilimleri ve felsefe evrensel, inanç ise bireyseldir. Fen ve felsefe kişinin dışında, inanç ise içindedir. Fen ve felsefe dış âlemde olay ve varlıklar arkasında hükmeden ve akılda yansıyan manevi şablon ve makinelerle, inanç ise iç âlemde kişilerin düşünce âlemini şekillendiren ve onlara hükmeden bakış açısı, değerler ve mekanizmalarla ilişkilidir.

İngilizce ve Fransızca’da "science" olarak ifade edilen "fen bilimleri", evrensel anlamda, bilimin gözlemlere dayalı olan kısmıdır. Yani fen bilimi (veya kısaca fen, çoğulu fünun), bilimin gözlemlerle ilişkili olan bir alt sınıfıdır. O yüzden kaynağı gözlem olmayan bir bilgi fen bilgisi değildir, ama yine bilgidir – dil, edebiyat, felsefe, hukuk, din ve tarih gibi.

Pozitif veya müspet bilimler olarak da bilinen ve görünen evrenin nasıl çalıştığını anlamaya çalışan fen bilimleri, canlı ve cansız alemlerde gözlenen fenomenlerle ilgilenen bilim dallarından ibarettir. ‘Fen bilimi’ (science) terimi bugünkü modern anlamını, 19 uncu yüzyılda deneye dayalı bilimsel metodun gelişimiyle kazanmıştır.

Bu evrensel tanıma göre matematik bir bilim dalı olmasına rağmen fen bilimi değildir. Aynı şey hukuk ve felsefe için de söylenebilir. Bir bilim dalının ‘fen bilimi’ kapsamına girmesi için temel kriter, bir şekilde gözlemlere ve mümkün olduğunca deneylere dayalı olmasıdır.

b) Bilimsel metot hangi unsurları ierir?

Fen bilgileri test edilebilir ve dolayısıyla yanlışlanabilir teori ve kanunlara indirgenir. Bilimsel metot şu unsurları kapsar: (1) Deney ve gözlem yoluysa veri ve delil toplamak, (2) veri ve delilleri indirgeyerek bir hipotez formüle etmek, (3) hipotezi test etmek, (4) muhakeme ile tüm tutarsızlıkları gidermek ve (5) ilave deney ve muhakeme ile hipotezi doğrulamak. Bilimsel metodu kullanarak elde edilen bilgi birikimine de ‘fen bilgisi’ veya kısaca ‘bilim’ denir. Sistematik olarak çalışılan sahalara da fen bilimi denmesi yaygındır.

Fen bilimlerinin amacı doğal fenomeni daha iyi anlamak ve izah etmek için bilgi edinmektir. Bu da varlıklara özelliklerini veren iç mekanizmalarının inceliklerini açığa çıkararak ve dolayısıyla perde arkasında doğal fenomeni idare eden görünmez makineleri dışa vurarak yapılır.

c) Fen bilimleri hangi kategorilere ayrılabilir?

Fen bilimleri, doğa fenomenlerini araştıran ‘doğa bilimleri’ (natural sciences; eskiden ‘doğal felsefe’) ile insan davranışları ve toplumları araştıran ‘sosyal bilimler’(social sciences; eskiden ‘moral felsefe’) olarak iki geniş kategoriye ayrılabilir.

Doğa bilimleri de fizik bilimleri (fizik, kimya, astronomi, vs), yer bilimleri (fiziki coğrafya, jeoloji, hidroloji, meteoroloji, vs) ve hayat bilimleri (biyoloji, zooloji, botanik, genetik, tıp, vs)’den ibarettir.

Sosyal bilimler psikoloji, sosyoloji, antropoloji ve ekonomiyi kapsar. Sosyal bilimler ve biyoloji gibi ağırlıklı olarak istatistiğe dayalı bilim dallarına ‘yumuşak bilimler’ denir. Bilimsel çalışma, evren hakkında sürekli olarak sistematik bir tarzda bilgi edinme ve biriken bilgi kitlesini başkalarının deney veya muhakemeyle teyit veya tekzibine açık genel prensiplere indirgeme faaliyetidir.

d) Fen bilimlerinin çalışma alanları nedir?

Fen bilimlerinin çalışma alanı, görünen evren yani madde (ve enerji) alemidir. Çalışma metodu ‘bilimsel metot’ olarak bilinen dikkatli gözlem ve deneyler, çıktısı da evrendeki olayların öngörülebilir ve tekrarlanabilir olmasını mümkün kılan ve tabiat kanunları olarak bilinen arka plandaki genel kanun ve prensipleri keşif, ifade ve formüle etmekten ibarettir.

Fen bilimlerinin çalışma alanı yani mutfağı, görünen evrendir; ama çıktıları, görünmeyen kanun ve prensiplerdir. Alfred Montapert’in ifadesiyle, “Tabiat kanunları, dünyanın görünmeyen hükümetidir.” Aslında “Tabiat kanunları, dünyanın görünmeyen anayasasıdır.” sözü daha doğrudur. Aristotle kanun ile düzen arasındaki birebir ilişkiyi kurar: “Kanun düzendir; iyi kanun iyi düzendir.” ‘Genel kaideler manzumesi’ olarak tarif edilen fen bilimi dallarının varlığı düzenin varlığına delildir. Düzenin varlığının perde arkasında bir düzenleyenin varlığına delil olup olmadığı ise ‘fen bilimsel’ değil ‘felsefik’ bir tartışmadır.

e) Fen bilimleri neden evrenseldir?

Fen bilimleri, doğaları itibarıyla evrenseldir çünkü herkes aynı evreni gözlemekte ve gördüğünü başkalarına da gösterebilmektedir. Hepimiz aynı evreni paylaştığımız ve algıladığımız için evrensel işbirliği ile imece usulü geliştirilen fen bilimleri tüm insanların ortak malıdır. Her türlü sorgulanmaya, test edilmeye ve varsa yanlışlarının düzeltilmesine ve gelişmeye açık olduğu için de fen bilimlerinde evrensel bir mutabakat vardır.

Ancak fen bilimleri felsefe ve inançlarla ambalajlanıp tek bir paket halinde ‘fen bilimi’ olarak sunulursa, burada kavram kargaşası doğar ve fen bilimleri kendileri tartışmalı hale gelir.

Örneğin bitkilerin bez parçasını andıran basit görünümlü nazenin yaprakları aslında su ile havadaki karbondioksit gazını hammadde olarak kullanarak güneş enerjisini arabalarda sıvı yakıt olarak bile kullanılabilecek olan kimyasal enerjiye dönüştüren sessiz ve atıksız birer kimya fabrikasıdır. Fotosentez denen bu mekanizmanın tüm inceliklerinin ve değişen şartlardan fotosentezin nasıl etkilendiğinin ortaya konması, fen bilimlerinin çalışma konusudur.

Keza, bir tavuk yumurtasının hangi şartlarda ve hangi sürede bir civcive dönüştüğünün veya karanlık bir toprağa gömülen bir karpuz çekirdeğinin hangi şartlarda ve hangi aşamalardan geçerek bir bitkiye dönüşüp hijyenik koca karpuz meyveleri oluşmasının incelenip irdelenmesi ve arka planda hükmeden kanun ve prensiplerin belirlenip ortaya konması yine fen bilimcilerin işidir.

Hatta tavuk yumurtası ve karpuz çekirdeğindeki genlerde değişiklikler yaparak farklı özelliklerde tavuk ve karpuz elde etmeye çalışmak yine fen bilimlerinin çalışma alanı kapsamındadır.

Ancak fen bilimcilerin faaliyet alanı, fizik âleminde gözlenebilen kısımla ve varlıklar ve olaylar için ‘nedir’ ve ‘nasıl olmaktadır’ gibi sorulara cevap aramakla sınırlıdır. Fotosentez, civciv ve karpuzların oluşumunun perde arkasında, beş duyu veya ölçüm aletleri ile gözlenmesi mümkün olmayan fizik-ötesi bir elin varlığından veya yokluğundan söz etmek, fen bilimcilerin ne işidir, ne görevidir, ne de onların yetki alanındadır. Aksi davranış haddini aşmaktır ve hiçbir fen bilimsel değeri yoktur.

Nobel ödüllü fizikçi Einstein’in ateizmi reddedip penteist anlamda da olsa tüm varlıkları tasarlayan ve yaratan bir Allah’ın varlığına inandığını defaatle söylediği gibi, bir fen bilimci de bir kimya fabrikası nasıl tesadüfler zinciri sonucu kendi kendine olamayacaksa, mucizevî bir kimya fabrikasını andıran yaprakların arkasında kasıt, ilim, irade ve kudret sahibi bir tasarlayıcının olduğunu söyleyebilir ve ‘akıllı tasarım’ görüşünü benimseyebilir. Ancak bu makul ifade fen bilimi değil felsefedir.

Böyle bir mantık yürütme felsefe alanındaki bilimsel makale ve felsefe kitaplarında yer alabilir, ancak fen bilimi kitap ve makalelerinde yer alamaz. Aksi takdirde gözlemlere dayalı evrensel doğrular ile kişiden kişiye değişen görüş ve kanaatler birbirine karışır.

Benzer şekilde, basında da kargaşaya meydan vermemek için gözlem ve araştırmalara dayalı haberler ile kişiden kişiye değişen yorumlar net hatlarla birbirinden ayrılır. Bir haber yazısından beklenen, objektif ve dengeli olması ve olayları ses, görüntü ve tanıkların ifadelerine dayalı olarak tam, doğru ve önyargısız bir şekilde yorum yapmadan aktarmasıdır. O yüzden aynı olayı tüm ‘saygın’ haber ajansları aynı şekilde verir – aynen fen bilimsel makalelerde olduğu gibi.

Köşe yazıları ise yorum içerir ve farklı köşe yazarları aynı olayı farklı bakış açılarıyla irdeleyen farklı yorumlar yazabilir. En etkili yorumlar, sağlam bir mantığa dayalı, kendi içinde tutarlı ve zamanın gereklerine ve gerçeklerine en uyumlu yorumlardır – yani felsefeyi en etkin şekilde kullanan yorumlar. Bu ayrıma uymayan ve haberleri belli bir bakış açısıyla yorumlayarak taraftarlıkla veren ajans, gazete, televizyon ve haber siteleri hiçbir zaman evrensel bir nitelik ve etkinlik kazanamaz; hoş görünmeye çalıştığı kitlede bile saygı görmez.

f) Fen bilimlerinin nihai çıktısı nedir?

Fen bilimlerinin nihai çıktısı, varlığı gözlenen ve doğruluğu deneylerle bağımsız olarak teyit edilen genel kanun, prensip ve prosedürlerden oluşan bir şablondur. O yüzden dünyadaki tüm fen bilimciler dünya görüşleri ve dini inançları ne olursa olsun aynı araştırma projesinde uyumlu bir ekip olarak birlikte tam bir işbirliği içinde çalışabilirler ve kendi iç âlemlerinde hiçbir çelişki yaşamadan aynı sonuç raporuna imza atabilirler. Herkes aynı sonuçları kendi iç aleminde kendi inançları doğrultusunda farklı değerlendirebilir.

Fen bilimleri fizik alemi denen bu görünen âlem veya evren ile ilgilidir ve fen bilimi kapsamında kullanılan her cümlede zımnî olarak ‘evrende’ ibaresi yer alır.

Mesela madde-enerji dönüşümü olan özel durumlar dışında, maddenin korunumu kanununu ifade etmek için kullanılan ‘madde yoktan var olmaz, varken yok olmaz’ ibaresi aslında ‘evrende madde yoktan var olmaz, varken yok olmaz’ anlamındadır ve evrendeki tüm dikkatli deney ve gözlemler bu tabiat veya yaratılış kanununun doğruluğunu teyit etmektedir.

Bu cümlede Allah’ın yoktan var etmesi veya var olan bir şeyi yok etmesine bir reddiye yoktur, çünkü Allah fizikî bir varlık olmayıp fizik aleminin dışındadır.

Aynı sebeple fizik bilimi, ‘Allah isterse yoktan var edebilir’ de diyemez. O yüzden fizik bilimi, Allah’ın zatı veya ne yapıp yapmadığı ile ilgili olumlu veya olumsuz bir şey söylemek konumunda değildir. Bazı fizikçilerin bu tür sözleri, kendi inançlarının bir ifadesidir ve fizik bilimi ile bir ilgisi yoktur. Fizik bilimi ‘2 gram hidrojen ile 16 gram oksijen birleşince 18 gram su oluşur’ der. Bundan kasıt, oluşan su miktarının maddenin korunumu kanununun bir gereği olarak 17.9 veya 18.1 gram olamayacağıdır. İnanç açısından bakılınca, Allah fizik kanunlarına tabi değildir ve mucizeler yoluyla istediği kanunu istediği zaman istediği şekilde ihlal edebilir.

g) Fen bilimlerinin evrensel dili nedir?

Fen bilimlerinin kullandığı evrensel dil, öznesizdir. Araştırmacılar bulgu, ölçüm ve gözlemlenen şeyleri ve fiilleri perde arkasındaki görünmeyen özne veya faili hiç referans vermeden ‘gözlemleyen’ açısından nötr bir dille ifade ederler – ‘38ºC sıcaklıkta 21 gün tutulan bir yumurtanın içinde civciv meydana gelir ve oluşan civciv gagasıyla yumurtanın kabuğunu kırarak dışarı çıkar’ gibi.

Araştırmacılar, inançları doğrultusunda civcivi tabiatın yaptığına veya ilmi, iradesi ve kudretiyle her yerde var olan bir ilahın yarattığına inanabilir; veya ‘üzümünü ye, bağını sorma’ yaklaşımıyla umursamaz bir tavır sergileyebilir. Ama görüş veya inançlarını ‘fen bilimsel’ bir makale, rapor veya kitapta ifade etmezler. Yani fen ile inancı karıştırmazlar.

h) Varoluş’ (ontoloji) ile ilgili tartışmalar neyin konusudur?

‘Varoluş’ (ontoloji) ile alakalı tartışmalar, felsefenin konusudur. Nötr bir dil ile yazılan bilimsel bir makale, yazarın inancı hakkında hiçbir şey ifade etmez. Ancak bir fen bilimci, Einstein’in yaptığı gibi, felsefe kulüplerine üye olabilir, felsefeyle (veya teolojiyle) ilgili tartışmalara girebilir, felsefe alanına giren konularda tebliğler sunabilir ve hatta kitaplar yazabilir. Zamanı varsa mesleğini icra ederken bir felsefe veya teoloji bölümü bile bitirebilir. Yani ‘fen bilimi’ ile ‘fen bilimci’ aynı kurallara tabi değildir ve roller karıştırılmamalıdır.

Biyologlar, yumurta akı ve sarısının el değmeden sanki sihirli bir el değmiş gibi göz, kulak, ayak, kalp, damar, beyin, ses telleri ve rengarenk tüylere dönmesi ve bir civcivin cikcik sesleriyle varlık alemine gelivermesini tüm aşamalarıyla takdir, hayret ve hayranlık içinde gözlerler.

İnançsız bir biyolog bu varoluşu sebep-sonuç ilişkileri ve cari fizik kanunlarının doğal bir sonucu olarak görürken, imanlı bir biyolog civcivin yaratılışında adeta perde arkasında sanat ve hikmetle iş yapan bir yaratıcının sonsuz ilim ve kudretini ve sanatının mükemmelliğini temaşa eder ve o sanat harikası civcivin sanatkarını takdis eder. Civcive, civciv namına mânâ-yı ismî ile değil, civcivin sanatkarı namına ifade ettiği anlam yani mânâ-yı harfî ile bakar. Yani civciv, kendinden ziyade sanatkarını gösterir ve onu tavsif eder.

Her iki biyolog dikkatli gözlemlere ve titiz çalışmalara dayanarak sebep-sonuç ilişkilerini ve arka planda hükmeden doğa veya yaratılış kanunlarını ortaya çıkarmaya çalışıp bulgularını nötr bir dil ile yazılmış ikisinin de isminin yer aldığı bir makalede yayınlayabilirler. Böylece inançlı-inançsız ayrımı yapmadan tüm fen bilimciler ve mühendisler, global ölçekte işbirliği ile, bilim ve teknolojiyi geliştirmeye çalışılar. Özel sohbetlerinde de pekala gözlemlerinden çıkarılabilecek anlamlar konusunda felsefî tartışmalar yapabilirler.

Fen bilimciler dahil her insanın bir hayat felsefesi, değerler sepeti ve inançları vardır. Yani bir bireyde fen, felsefe ve inançlar iç içedir ve bir bütün oluşturur. Ancak ‘fen bilimci’ kimliğiyle araştırma yapan, konuşan ve yazan bir kişi, felsefî görüş ve inançlarını bir kenara bırakır. Doğaları gereği fen bilimleri varlık ve olaylara mânâ-yı ismî, felsefe ise mânâ-yı harfî ile bakar. Yani fen bilimleri görülen maddî kısımla, felsefe ise madde üzerinde yansıyan ama gözle görünmeyen mânâ ile ilgilenir.

ı) Fen bilimleri ile felsefenin alanı nedir?

Fen bilimleri evrene belli sayıda temel karakter veya yapı taşlarının bir kağıt üzerinde farklı tarzlarda ancak bir düzen içinde bir araya gelmesiyle oluşmuş anlamsız şekiller veya harfler yığını olarak bakar ve kağıdın yapısı, özellikleri, boyutları, vs ile harflerin şekilleri, malzemeleri, boyutları, birbirlerine kıyasla konumları, konumlarına bağlı olarak özellikleri arasındaki ilişkileri vs inceleyip düzen ile ilgili genel kanun ve kaideleri ortaya çıkarmaya çalışır.

Felsefe ise kağıt üzerindeki harfler yığınının bir yazı olup olmadığını, eğer yazı ise hangi dilde yazıldığını, dilin kurallarının ne olduğunu ve yazının ne anlama geldiğini bulmaya çalışır. Evren bir kitap olsaydı, felsefe o kitabın yazıldığı dili çözüp kitabı anlamaya çalışırken fen bilimleri kitaptaki her bir harf ve kelimenin özelliklerini ve birbirleriyle ilişkilerini belirlemeye çalışırdı. Evrene bir kitap olarak bakanlar arasında Einstein da vardır:

“Biz içinde farklı dillerden bir sürü kitabın bulunduğu büyük bir kütüphaneye giren küçük bir çocuk pozisyonundayız.  Çocuk bu kitapları birinin yazmış olması gerektiğini biliyor. Ama nasıl olduğunu bilmiyor. Kitapların yazıldığı dilleri anlamıyor. Çocuk belli belirsizce kitapların organizasyonunda esrarengiz bir düzenin olduğundan şüphe eder, ama bu düzenin ne olduğunu bilmez. Bu bana göre en zeki insanların bile Allaha yaklaşımı. Biz evreni mükemmel bir şekilde organize edilmiş görürüz ve evrenin belli kurallara uyduğunu anlarız ama bunları kabaca, belli belirsizce anlarız.” (Isaacson, W., Einstein – His Life and Universe, s. 386, Simon and Schuster, New York, 2007)

j) Bilimde esas olan nedir?

Her şey gibi bilimde de birlik esastır, ancak insan aklı bu ‘büyük bir’i bütünüyle kavramaktan acizdir. O yüzden bu büyük bütün, çocukların bir araya koymaya çalıştığı puzzle oyununun parçaları gibi, parçalara ayrılmıştır. Bilim insanları ilgi alanlarına göre bu parçaların bir-ikisini anlamaya ve bütünün diğer parçalarıyla ilişkisini ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Burada yönlendirici ve anlam kazandırıcı olan, zihinlerdeki bütünün o alana yansımasıdır. Bu da o alanın ‘Bilim Felsefesi’ (daha doğrusu felsefî görüşü) olarak bilinir – ‘Fiziğin Felsefesi’ gibi.

Ancak kişilerin zihinlerinde var olan ve boşlukları dolduran bu felsefe, fen bilimlerinin parçası değildir. Bu değişim ve gelişim sürecinden bilim felsefeleri de nasibini alacaktır. Gözlenen gerçeklikle uyumlu bir bilim felsefesi, bilimsel çalışmaları doğru yönlendireceği için etkinlik ve verimliliği arttıracaktır.

Örneğin birçok fen bilimi gibi modern tıp biliminin de arka plandaki felsefesinin özü, her şeyin kör tesadüfler zinciri ve rastlantılar sonunu oluştuğunu öngören materyalist felsefedir – ki bilim değil sistematik bir felsefî görüştür. Böyle olunca, insan dâhil her şeye cahilce oluşmuş eksik ve kusurlu tesadüfî varlıklar olarak bakılır ve insan aklı ve araştırmalarının meyvesi olan bilim ile daha iyisi yapılmaya çalışılır – anne sütünden daha iyi bir bebek maması yapmaya çalışmak ve menopoz dönemine giren bayanlara estrojen hormonu vererek yaratılıştaki güya tasarım hatasını gidermeye kalkmak gibi.

Zihinlerin arka planında insan dahil her şeyin ilim ve hikmet sahibi tek bir elden çıktığını ve yaratılışta hayır, adalet, yardımlaşma, güzellik ve mükemmelliğin esas olduğunu öngören tevhidî bir bilim felsefesi hükmediyor olsaydı, araştırmalar bu mükemmel mekanizmanın sırlarını ve inceliklerini keşfetme ve mükemmelliği bozan unsurları tespit edip gidermeye odaklanırdı. Tabi ki adaletin bir gereği olarak

“Derman hadden geçerse dert getirir, öldürür.” (Nursi, B. S. (1998). Sözler, Lemeat, İstanbul: Envar Neşriyat, s. 718)

prensibi hiçbir zaman göz ardı edilmez.

Böyle ‘varoluşta mükemmellik’ merkezli bir bilim felsefesi formüle etmenin önünde hiçbir engel yoktur ve son zamanlarda sıkça olduğu gibi gözlemlerle teyit edildikçe ‘varoluşta tesadüflük’ felsefî görüşüne ciddi bir alternatif oluşturabilir.

"Fiziğin Evrimi" (The Evolution of Physics) adlı kitabında Albert Einstein görünen ve görünmeyen hakkında hiçbir zaman kesin bilgi elde edemeyeceğimizden ve dolayısıyla bilinen gerçeklerden hareketle mutlak gerçekliğe erişilemeyeceğini ifade eder:

“Fiziksel kavramlar insan aklının eseridir ve pek öyle gibi görülmüyor olsa da dış dünyaca kesin hatlarla belirlenmiş değildir. Bizim gerçeği anlama gayretlerimiz, kapalı bir saatin mekanizmasını anlamaya çalışan bir adamın uğraşısı gibidir. Adam saatin yüzünü ve hareket eden akrep ve yelkovanını görüyor ve hatta saatin tik taklarını işitiyor; ama saatin kapağını hiç bir şekilde açamıyor. Kişi eğer zeki ve hayal gücü kuvvetli biriyse, gözlemlediği her şeyin sebebi olan mekanizmanın bir resmini oluşturabilir. Ancak bu kişi, zihninde oluşturduğu resmin gözlemlerini açıklayacak tek resim olduğu konusunda asla kesin emin olamaz. Resmettiği mekanizma ile gerçek mekanizmayı hiç bir zaman karşılaştıramaz ve böyle bir karşılaştırmanın imkânını veya anlamını hayal edemez.” (Einstein, A. ve Infield, L. (1938). The Evolution of Physics, Edited by C.P. Snow, Cambridge University Press. (Reprint: 1967, Touchstone. ISBN 0-6712-0156-5)

Gözlemlenen şeyde (saatin yüzü ve hareket eden parçaları) gözlemlerin kesinliği ölçüsünde kesinlik ve görüş birliği vardır. Fakat gözlemlenemeyen kısımda (arka planda saati çalıştıran kapalı mekanizma) belirsizlik ve görüş ayrılıkları vardır. O yüzden, gözleme dayalı doğa bilimlerinde, görülmeyen kısımlarla ilgili görüşler görünen kısımla ilgili gerçeklerle kolayca karıştırılabilir. Ve genellikle görüşler gerçeklerle birlikte paketlendikleri için gerçek olarak algılanabilir. Bu saat örneğinde olduğu gibi, fen bilimleri gözlemlenen kısımla, felsefe gözlemlenemeyen kısımla ilgilidir. İnanç ise gözlemlenemeyen kısım hakkındaki görüşler arasından yapılan tercih ve kabul ile ilgilidir.

k) İyi ve kötü davranış neyin sonucudur?

Fen bilimleri gıda ve su gibidir, felsefe ise sindirim mekanizması. Sonuçta iyi veya kötü davranış, karakterin sonucudur.

“Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir döker.” (Nursi, B. S. (1998). Sünuhat, İstanbul: Envar Neşriyat, s. 73)

Zehir ne sudaki kirliliğin, ne de sindirim sistemindeki olası arızaların neticesidir. Zehirin müsebbibi, yılanın kendine özgü fizyolojik yapısı ve karakteridir. İlginçtir ki ilaç da zehir de aynı atomlardan yapılmışlardır. Öyle görülüyor ki iyileştirme veya öldürme etkisi atomlardan kaynaklanmamaktadır.

Ahmak bir kişiye dahi bir mağaza raflarındaki taş, tahta veya metalden yapılmış horoz heykellerinin kendi kendine olduğuna ve bir sanatkârı veya atölyesi olmadığına inandıramazsınız. Çünkü kişi böyle bir şeye hayatı boyunda şahit olmamış. Tüm tecrübeleri, bir kasıt ile yapılmış bilgi ve beceri gerektiren her suni eserin arkasında insan gibi bilgi, beceri ve irade sahibi bir varlığın elinin olduğunu gösteriyor.

Ama bir ilim ve sanat harikası canlı bir horozun arkasında sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi bir Zat’ın eli olduğuna en akıllı bir ilim adamına dahi inandırmakta zorlanırsınız. Çünkü kişi, hiçbir yerde olmadığı halde her yerde ve her varlığın yanında var olan böyle bir Zat’ı benzerini hayatı boyunca ne görmüş ne de bir şekilde tecrübe etmiştir. Dolayısı ile akıl, kabulde zorlanmaktadır:

İnsanlar horozun büyümesi arkasında yem yemesini, yürümesi arkasında kaslardaki fizyolojik olayları, dünyaya gelmesi arkasında tavuğun karnında yumurtanın oluşmasını ve döllenmeyi görmüş. El değmeden ve kabuğu delmeden yumurta içindeki ak ve sarının horoza dönüşmesini ise belli bir süre sıcak bir ortamda beklemeye ve çekirdekteki atomlarla yazılmış genler kitabına vermiş. Delil olarak da doğru sıcaklık derecesinde tutulmayan yumurtada horoz oluşmadığı gözlemini yeterli bulmuş.

Evrende hayranlıkla seyrettiğimiz akılları hayrette bırakan güzellik ve mükemmellikteki sanat eserleri ile gözle görünmeyen Sanatkâr arasındaki bu kalın ve karanlık sebep duvarlarını aşmanın hiç de kolay olmadığı tecrübeler ile sabittir. ‘Bu, böyledir’ demek de ikna edici sağlam delil isteyen aklı tatmin etmemektedir.

Mutfaktaki bir masa üstünde dizilmiş yemekleri gören bir kişi, bu yemeklerin masadaki yemek tarifi kitabının yapması olduğu fikrini ‘akıl dışılık’ ve ‘delilik’ olarak anında reddeder ve kendisini hiç görmemiş olsa bile bu yemeklerin arkasında maharetli bir aşçının olduğundan hiç şüphe etmez. Çünkü zihnindeki hayat boyu gözlem ve tecrübelere dayalı veri tabanına göre, ilim, irade ve kudretten yoksun ve kendini okuma ve anlamadan aciz cansız bir mürekkepli kâğıt tomarının ilim, irade ve kudret gerektiren bu sanatlı yemekleri yapması mümkün değildir.

Tuhaftır ki bu aynı kişi, tüm yaprak ve meyveleriyle bir ilim ve sanat harikası olan nar ağacının, harfler yerine atomlarla yazılmış olan gen sayfalarının bir kabukla ciltlenmiş bir kitabı olan nar çekirdeğinin yapması olduğu fikrini hiç garipsemez. Ve nar ağacının arkasında mutlaka karanlık toprağa gömülen bu genler kitabını okuma ve anlama becerileri ile birlikte ilim, irade ve kudret sahibi canlı mahir bir sanatkârın olduğunu düşünmez.

l) Felsefenin, fen bilimlerinden farkı nedir?

Kelime anlamı ‘bilgelik sevgisi’ olan felsefe, fen bilimlerinden farklı olarak somut fizikî varlıklar yerine var oluş, metafizik, bilgi, etik değerler, doğruluk, estetik, güzellik, mükemmellik, mantık gibi karşılığı zihinlerde olan soyut kavramlarla uğraşan ve gerçekliğe ulaşmayı amaçlayan bir bilim dalıdır. Felsefe, metot olarak gözlem yerine muhakeme ve mantık kullanır. Felsefede, gerçekliği araştırırken sağlam bir metodoloji geliştirmek ve takip etmek gerçekliği bulmaktan daha önemlidir. Yani felsefe, bilgiye ulaşmada Google arama motoru gibi, gerçekliğe ulaşmak amacıyla tüm insanlığın elbirliği içinde inşa ettikleri gerçekliği arama makinesini mükemmelleştirme ve gerçekliğe giden yolu açma ve asfaltlama bilimi ve sanatıdır. Kısacası felsefe, metodolojidir; hakikate giden kısa, erişilebilir ve güvenli bir yol açma sanatıdır.

Felsefî metot akla uygun, gözlemlerle uyumlu, kendi içinde tutarlı, ayakları yere basan ve mantıklılık testinden geçen sağlam argümanlara dayalıdır.

Felsefe, raydan çıkmış tren gibi yolunu şaşırıp materyalizme saplanan filozofların yolu ile karıştırılmamalı ve doğru mecrasına oturtulmalıdır. Doğru felsefe, hayal ile hakikati birbirinden ayrıştıran turnusol kâğıdı işlevi görmelidir – doğa bilimlerinde sistematik olarak gerçek çözümleri hayali olanlardan ayıran matematik gibi.

Felsefe gerçekliğin teorisi, fen bilimleri ise laboratuarıdır. Gözlemlere dayalı laboratuar testinden geçemeyen bilimsel teoriler ‘gerçek dışı’ damgasını yiyip rafa kaldırılır. Gözlemlerle uyumlu olan teoriler ise fikir alemlerinde güç kazanır. Felsefe, fen bilimlerinden farklı olarak laboratuar deneyleri yerine rasyonel bir zeminde kritik (eleştirel) düşünceyi esas alır. Ölçüm aletleri yerine de akla uygunluk, gözlemlerle uyumluluk, mantıki tutarlılık ve bilinen gerçeklikle bağdaşıklık gibi kriterleri kullanır. Mantıken tutarlı olma zorunluluğu, safsataları belirlemek ve onları ayıklamak için etkin bir mekanizma olarak işlev görür. Bu yaklaşım, fizik gibi fen bilimlerinde bile potansiyel çelişkileri ortaya çıkarmak için ‘düşünce deneyleri’ olarak yaygın olarak kullanılmaktadır.

m) Tanrı, fen bilimsel bir gerçeklik ve gereklilik midir?

Genel kabul ve rağbet görmesi için gerçekliğe giden yolun kısa, basit, sağlam ve güvenli olması, gerçekliğin de kabule yakın ve hale uygun olması gerekir. Eğer felsefe bilimi, işbirliği içinde işini iyi ve doğru yaparsa, insanlarla gerçeklik arasındaki yolu kısaltır ve aydınlatır. Önyargılardan sıyrılmış insanlık da fikir karmaşasından çıkıp fikir birliğine yaklaşır.

Fen bilimleri metodolojisinin iskeletini oluşturan köşe taşları, gözleme dayalı fizik kanunları ve matematiktir. Ve geliştirilen teorilere dayalı modellerin geçerliliği test edilebildiği için sonuçlar deney şartları gerçekliği ölçüsünde kesinlik arzeder. Felsefede ise akılları kabule zorlayıcı ağırlıklı bir kanaat oluşur ki bu kanaat ancak kişi tarafından gerçeklik olarak algılanınca inanca dönüşür.

Ünlü fizikçi Stephen Hawking evrenin işleyişini anlamak için içine bir ‘tanrı’ olgusunu yerleştirmenin gerekli olmadığı ve sebep-sonuç ilişkilerinin yeterli olduğu görüşündedir. Çünkü evrende her şey fizik kanunlarına uyum içinde işlemektedir ve fizik aleminde ‘tanrı’ diye bir şeyi hiç kimse gözlemlemiş değildir. Yani tanrı, ‘fen bilimsel bir gerçeklik ve gereklilik’ değildir. Zaten öyle olsaydı, yerçekimine inanmak gibi tanrının varlığına da inanmak fen bilimsel bir zorunluluk olacaktı. Varlığına inanılan tanrı zaten zaman ve mekan üstü yani madde-dışı veya dolayısı ile fen-bilimi dışı bir olgudur ve varlığı deney veya gözlemlerle keşfedilmesi söz konusu değildir. Görünen fizik alemi ötesi şeyler ancak akıl gözü ile ve akıl yürütme ile görülebilir.

Örneğin Bediüzzaman, teknoloji harikası bir mikromakina olan bir mikrobu nazara vererek tüm varlıklardaki ilim ve şuur boyutlarına dikkat çeker ve varlıkların şuursuz ve ilimsiz sadece sebep-sonuç ilişkileriyle arka plandaki tabiat kanunları ile açıklanamayacağı argümanını aklın değerlendirmesine sunar:

“Göz ile görünmeyen bir mikrop, bir hayvancık, küçüklüğüyle beraber pek ince ve garib bir makine-i İlahiyeyi hâvidir. O makine mümkinattan olduğundan, vücud ve ademi mütesavidir [varlık ve yokluk ihtimalleri eşittir]. İlletsiz vücuda gelmesi muhaldir [imkansızdır]. O makinenin bir illetten vücuda geldiği zarurîdir [zorunludur]. O illet ise, esbab-ı tabiiye [doğal sebepler] değildir. Çünki o makinedeki ince nizam, bir ilim ve şuurun eseridir. Esbab-ı tabiiye ise ilimsiz, şuursuz, camid [cansız, donuk] şeylerdir. Akılları hayrette bırakan o ince makinenin esbab-ı tabiiyeden neş'et ettiğini [kaynaklandığını] iddia eden adam, esbabın [sebeplerin] herbir zerresine Eflatun'un şuurunu, Calinos'un hikmetini i'ta etmekle [vermekle] beraber; o zerrat arasında bir muhaberenin [haberleşmenin] de mevcud olmasını itikad etmelidir.(Nursi, B. S., İsaratül İcaz, Envar Neşriyat, İstanbul, 1998, s. 87-88)

n) Fizik ötesi konularda fizikçi-felsefeci farkı var mı?

Fizik-ötesi olgularla ilgili görüş ve iddialarda fizik bilimciler, felsefeciler veya sıradan insanlar arasında fark yoktur.

Güncel bir örnek vermek gerekirse, cep telefonları tüm mekanik, elektrik, ve elektromanyetik kanun ve prensiplere tam uyumlu olarak çalışır. Ama cep telefonunun varlığı, bu tür doğa kanunlarının doğal bir sonucu değildir. Eğer dünyada ilim, irade, sanat, ve şuur sahibi insanlar olmasaydı, ne bugün ne de milyonlarca yıl sonra cep telefonu diye bir şey olmayacaktı. ‘İnsanlar olmasaydı bile dünyada zaman içinde kendi kendini kopyalayan bir cep telefonu oluşacaktı, ve yeryüzüne inen bir uzaylı yerden armut toplar gibi cep telefonu toplayacaktı’ iddiasının hiçbir bilimsel dayanağı ve geçerliliği yoktur.

Keza, cep telefonunun çalışmasını izah etmek için – kullanıcı klavuzlarından görüleceği gibi – telefonun tasarlayıcılarının ve üretim tesislerinin olduğunu kabul etmek gerekli değildir. Sıradan bir insan ne ABD’deki Apple firmasının yüzlerce mühendis ve yazılımcısından ne de Çin’deki üretici firmanın varlığından hiç haberdar olmadan iPhone’unu kullanabilir, çalışmasını anlayabilir ve hatta bozulunca tamir bile edebilir.

Ancak kullanıcı klavuzlarında tasarım mühendislerinden veya üretim tesislerinden bahsedilmemesi ve kullanıcıların bu konuda bilgi sahibi olmamaları, tasarım ve üreticilerin yokluğu iddiasına geçerli bir delil oluşturmaz. Kaldı ki cep telefonlarının adeta ruhu hükmünde olan ve tüm parçalarına hükmedip onların bir bütün olarak çalışmasını sağlayan yüzbinlerce satırlık yazılımının kaynağı cep telefonun parçaları değildir. 

Fizik-ötesi ile ilgili ontolojik tartışmalar felsefenin alanına girer ve bu tartışmalar akıl yürütmeler zemininde yapılır.

Örneğin Kapadokya vadisinde birbirinden farklı yüzlerce peri bacalarına bakan bir kişi, bunların yağmur, dolu, ve rüzgar gibi kast ve irade ile alakası olmayan kör tabiî olayların etkisi sonucu oluştuğu kanaatine varabilir. Çünkü peri bacaları arasında hiçbir nizam ve intizam yoktur, hiç bir gaye ve faydalılık gözetilmemiştir, hiçbiri bir özenle yapılmamıştır, ve yapımlarında hiçbir kural ve kaide kullanılmamıştır. Aynı şey yeraltı mağaraları için de söylenebilir.

Ama peribacalarının altındaki yeraltı şehirlerine inen ve oradaki evleri, merdivenleri, sütunları, duvar ve tavanlardaki resimleri ve sanatlı işlemeleri, ve hatta havalandırma bacalarını gören kişi bunların akıl ve ilim sahibi varlıklar yani insanlar tarafından yapıldığı kanaatine varır – etrafta hiç bir insan görmese bile. Çünkü gaye gözeterek, özenerek, ölçerek, faydalılığı esas alarak ve sanatla yapmak ancak ilimle olur. Yerde mozaik taşları ile yapılmış bir kuş resmi gören bir kişinin zihni hemen onu yapan insana intikal ederken, gökte uçan canlı bir kuş gören kişi onu bir yapıcıyla ilişkilendirmek yerine tesadüfler zincirine verebilmektedir.

o) Bazı Fen bilimciler neden dinden uzaktır?

İnsanlığın ilerlemesine merdiven olan fen bilimleri maddeci felsefenin tahakkümü altındadır ve adeta onunla bütünleşmiştir. Bilimin ideoloji ile karışmasından birçok Batılı bilim insanı da rahatsızdır. Örneğin 1998 Fizik Nobel Ödülü sahibi Robert Laughlin’in ‘Değişik bir Evren’ kitabında bunu şöyle ifade eder:

“Bugünkü biyoloji bilgisinin çoğu ideolojiktir. İdeolojik düşüncenin temel bir belirtisi, bir çıkarımı olmayan test edilmesi mümkün olmayan açıklamalardır. Ben bu tür mantıksal çıkmaz sokaklara ‘antiteori’ diyorum, çünkü onların gerçek teorilere tam zıt bir etkisi var: düşünceyi teşvik etmek yerine düşünceyi sona erdirmek. … Evrim yaptı! … Bu günlerde kendimize evrimin bir mühendis veya bir sihirbaz mı olduğunu sık sık soruyoruz.” (Laughlin, R. (2005).A Different Universe, New York: Basic Books.)

Yani fizik-ötesi bir ilah fikrine uzak duran bazı bilim insanları, test edilmesi mümkün olmayan ve dolayısı ile bilimsel bir değeri olmayan evrim ideolojisini adeta her şeyi evirip çeviren bir ilah gibi zihinlere empoze etmeye kalkmaktadırlar.

Fen bilimlerinde en temel ön kabullerden biri milattan öncesine Stoik filozoflara dayanan her şeyin kaynağının madde olduğu fikridir ve bu fikir modern çağda doğruluğu sorgulanamayan sözde gerçeklerin başında gelir. Hayret verici olan şudur ki bu fikir hiçbir zaman test edilmemiştir ve o yüzden bilimsel bile değildir. Pek de sorgulamadan kendimizi içinde bulduğumuz bu önyargı bilimin üzerine kurulduğu platformu oluşturmaktadır ve henüz ciddi olarak sorgulanmaktadır.

Örneğin kişinin hareketlerinin sorumluluğunu taşımasının dayanağı olan ‘hür irade’nin varlığı bile derin fikir ayrılıklarına yol açmıştır. Çünkü ‘sırf madde’ bir varlık aleminde insan dahil her şey fizik kanunlarının öngördüğü gibi davranmak zorundadır ve hareket serbestisi getiren irade diye bir şey olamaz.

Benzer çıkmaz hayat için de geçerlidir.1953’de klasik bir deneyde Harold Urey and Stanley Miller yerkürenin var olduğu farz olunan ilkel şartlarını laboratuarda suni olarak oluşturmuş ve amino asitler dahil bir çok kompleks organic bileşenlerin su içinde oluştuğunu gözlemlemişlerdi. Bilim çevrelerinde önceleri bir heyecan oluşturan bu gelişme sonraları gözden düşmüştür çünkü amino asitler cansızlarda da vardır.

Harvard Üniversitesinden dünyaca ünlü biyolog Andrew Knoll, sırf madde anlayışıyla hayatı anlamaya çalışmanın zorluklarını şöyle dile getirmektedir: 

“Yer küremizin ilk dönemlerinde meydana gelen cansızdan canlıya sıçrayışın detayları arkasında derin bir sır vardır,  Ve bu durum uzunca bir süre daha böyle devam edecektir. DNA’nın tek tek parçalarını yapmak pek bir zorluk arzetmeyebilirdi. Ama DNA’nın proteinlere önemli hayat fonksiyonlarını taşımaları talimatını vermeye başladığı noktaya gelmesi – bu dev adım kahredici gizemini koruyor. … İleride torunlarımın oturup hayatın hâlâ büyük bir muamma olduğunu konuşuyor olmalarını hayal edebiliyorum.”

p) Beyin nedir?

Sırf madde ön kabulünün bir başka çıkmazı da beyne verilmek zorunda kalınan harikalıktır. Varlık sadece madde ile sınırlanınca, tercih etmek ve emir vermek gibi maddenin yapı taşlarında olmayan madde-dışı özellikler beyne verilmek durumunda kalınmaktadır. Bunun sonucu olarak da yapısı bir et veya taş parçasından pek de farklı olmayan ve yüzde 75’i su (gerisi yağ, protein, karbonhidrat ve bir miktar organic ve inorganic madde) olan beyne adeta ilahlık derecesinde bir harikalık vermek zorunda kalınmaktadır. Beyin ile ilgili belgesellerde ‘Beyin bizi insan yapar. … Bilim insanları yüzyıllardır beyni incelemişlerdir. Ama beynin inceliklerini anlamaktan hala çok uzaktayız.’ türü çaresizlik ifadeleri yaygındır.

Beyin aslında bedenin kontrol merkezidir – aynen pilot kabininin bir uçağın koca gövdesinin kumanda merkezi olması gibi. Uçağın tüm parçaları vücuttaki sinir ağı gibi iletkenlerle pilot kabinine bağlıdır ve tüm komutları oradan alır. Ama uçağı sevk ve idare eden kumanda merkezi değil uçağın cinsinden olmayan ve şuur, görme, işitme, ve irade gibi uçağın malzemesinde bulunmayan özelliklere sahip olan bir pilottur.

İnsanın idaresini beyinde faal olan bölgelerdeki şuursuz elektriksel faaliyete vermek, uçağın sevk ve idaresini pilot kabininde yanıp sönen sensor ışıklarına vermekten pek de farklı değildir.

r) Fikir ve inanç ilişkisi?

Fen bilimlerinin ortaya koyduğu genel kanun ve prensiplere dayalı fizikî gerçeklikleri (yerçekimi, enerjinin korunumu, vs) kabul bir zorunluluktur. Burada bir tercih söz konusu değildir. Ancak felsefenin ortaya koyduğu fikri gerçekliklerde böyle bir zorunluluk söz konusu değildir. Çünkü fikri gerçekliklerin arkasında kişiye tercih seçeneği bırakmadan hükmünü her an icra etmekte olan zorlayıcı kanun ve prensipler yoktur.

Örneğin boğazı sıkılarak bir kaç dakika nefessiz bırakılan bir kişinin ölmesi fen bilimsel bir gerçekliktir ve bu gerçekliği reddetme seçeneği yoktur. Ancak birinin ölümüne sebep olan bir kişinin idam edilmesi hükmü etik açıdan felsefi bir gerçeklik değildir; insanlar tarafından kabul veya reddedilebilir.

Alışveriş merkezlerinde müşterilerin beğenisine sunulan ürünler gibi, fikir âleminde insanların kabulüne sunulan gerçeklik fikirleri, ilgi duyan kişiler tarafından muhakeme sistemlerinden geçirilerek irdelenir. Sonunda fikirler ya kabul görüp benimsenir, ya da reddedilir.

Kabul edilip benimsenen ve içselleştirilip sahiplenilen ve kişinin kendi iç âleminde bir yapı taşına dönüştürülen fikirler, o kişinin inanç binasının bir tuğlası olur. Bu yapıtaşının sonradan sökülüp atılması ve yerine yenisinin konması çok zordur. O yüzden küçük yaşlarda henüz muhakeme mekanizmaları gelişmeden zihinlerde inşa edilen gerçeklik kolon ve kirişleri, bu serbestlik ve eleştirel düşünce zamanında bile kalıcı ve belirleyici olmaktadır.

Fen, felsefe ve inanç: Adlî Tıp Analojisi

İnsanlar benimsedikleri fen bilimi, felsefe ve inançları iç âlemlerinde mezcedebilirler. Ancak dış âlemde fen bilimleri ve felsefe birbiriyle karıştırılmamalı ve kendi zeminlerinde ve kendi metodolojileriyle gelişmelidir. Tıp ve hukuktan bir örnek vermek gerekirse, üzerinde yara izleri bulunan kanlı bir ceset incelenmek üzere önce adlî tıpa getirilir.

Adlî tıptaki teknisyenler dikkatli gözlem ve ölçümlere dayanarak yaraların yerini, şeklini, uzunluğunu, derinliğini, hangi iç organlarda ne tür hasarlar olduğunu tespit ederler ve gerekirse şema ve resimlerle destekleyerek bir rapor hazırlarlar. Bilgi ve birikimlerine dayanarak da yaraların kesici alet, kurşun, düşme, darp, vs. sonucu oluştuğu konusunda değerlendirmelerini de rapora eklerler. Gerekli durumlarda kandaki alkol, madde ve şeker seviyeleri de ölçülür. Hatta olay öncesi kalp krizi veya felç geçirme ihtimali dikkate alınır ve ona göre kapsamlı bir inceleme yapılır.

Adlî tıpta görevli doktorlar da, sebepler dairesinde ve deliller ışığında, ölümün nasıl oluşmuş olabileceği konusunda mevcut tıp bilgisine dayalı uzman görüşlerini ifade ederler.

Evrensel kıstaslara göre hazırlanmış objektifliğinden şüphe edilmeyen bir adlî tıp raporu, hem savcı hem de savunma avukatları tarafından temel doğru referans olarak alınır.

Tüm iddia ve savunmalar görünen gerçekliği yansıtan bu rapor ile uyumlu olmak durumundadır. Yoksa kale alınmaz.

Adlî tıp ‘hal’ ve ‘fiil’ ile ilgilenir ve durum tespiti yapar; ‘fail’ ile ilgili mülahazalarda bulunmaz. Eğer bulunursa haddini aşmış ve savcının görev alanına tecavüz etmiş olur ve tüm rapor tartışmalı hale gelir.

Örneğin adlî tıp, ölümün kısa mesafeden beyne kurşun sıkma ‘fiili’ sonucunda vuku bulduğu tespitinde bulunabilir. Ancak bu fiili kişinin kendinin mi yoksa dışarıdan birinin mi işlediği veya bunun bir ‘kast’ veya ‘kaza’ sonucu mu olduğu konusunda bir değerlendirmede bulunamaz. Adlî tıptan böyle bir değerlendirme yapması da talep edilemez. Eğer edilirse gerçekler ve hayaller birbirine karışır ve neyin objektif bulgu neyin önyargı olduğu bilinemez. Sonunda adlî tıp itibarını ve etkinliğini kaybeder ve raporları kale alınmaz olur. Yani adlî tıp, raporlarında evrensel adlî tıp dilini ve metodunu kullanmalıdır. Adlî tıp birimine eleman alımında da ‘fail’ ve ‘motif’ ile ilgili sorulara cevap verme becerisi bir kriter olmamalıdır.

Adlî vakalarda görünenin arka planındaki görünmeyen el ve mekanizmaları ortaya çıkarmak, yani sebepler dâhilinde hali netice veren fiilin faili hakkında delillere dayalı mantığa uygun iddialar geliştirmek ve ortaya konan senaryoyu aklın kabulüne sunmak, savcının işidir.

Savcı, adlî tıp raporu ile birlikte polislerin olay yeri ile ilgili tespitlerini inceler, gelen ihbarları değerlendirir, varsa görgü tanıklarının ifadesini alır, maktulün iş ve özel hayatındaki ilişkilerini inceler, bu işi kimin ve hangi motifle yapmış olabileceğini irdeler. Hatta bazı kişileri adam öldürme ile itham eder. Sonra da sağlam bir muhakeme kullanarak bilgi, bulgu, gözlem ve motiflere dayalı akıl ve vicdana uygun mantıken tutarlı bir iddianame hazırlar.

Savunma avukatları da savcının iddianamesini ile birlikte ek bilgi ve delil sunarak müvekkillerinin masumiyetini iddia ederler.

Sonunda savcı ve avukatlar mahkeme salonunda evrensel hukuk kuralları çerçevesinde bilgi, akıl ve mantık zemininde sağlam delil ve güvenilir şahitler desteğinde muhakemeye dayalı tez ve anti-tez argümanlarını hâkimlerin kanaatlerine sunarlar.

Hâkimler de lehte ve aleyhte sunulan tüm argümanları kendi akıl, mantık ve vicdan süzgeçlerinden geçirip sanıkların iddia edilen fiilin faili olup olmadığı hakkında vicdanî kanaate dayalı bir hükme varırlar. Savcı ve avukatlar ne derse desin sonunda hâkimlerin verdiği hüküm geçerlidir ve verilen hükme göre sanık ya hürriyetine kavuşur ya da ceza evine gider.

En mahir savcı veya avukat, inançları ne olursa olsun, mahkeme öncesi hazırlığını en iyi şekilde yapıp mahkeme salonunda en sağlam deliller ve en ikna edici argümanlarla akılları teshir edenlerdir.

Kıssadan Hisseye Gelince:

Fen bilimciler, adlî tıpta çalışan teknisyen ve doktorlar gibidir. Sadece gözlemlere ve iyi tasarlanmış deneylere dayanarak ve geçmiş tecrübelere dayalı teyit edilmiş muhkem bilgi birikimini kullanarak, gözlemlenen şeyin sebepler dairesinde nasıl ve hangi prensiplere göre oluşmakta olduğu tespitini yaparlar ve bunu raporlarlar. Kendileri perde arkasındaki görünmeyen mekanizma veya fail hakkında bir değerlendirme yapmazlar; eğer yaparlarsa kendi görüş ve kanaatlerini ifade etmiş olurlar ki bunun fen bilimlerinde bir kıymeti yoktur.

Felsefeciler, savcı ve savunma avukatları gibidir. Fen bilimcilerin gözlem ve ölçümlerine dayalı olarak geliştirip testlerle teyit ettikleri fizikî gerçeklikleri baz alarak, akli muhakemelere dayalı olarak, görüneni netice verecek arka plandaki gözle görünmeyen mekanizmalar ve motifler hakkında tez ve karşı tezler geliştirler. Bunu da akıl dairesinde kalarak ve mantık kuralları çerçevesinde yaparlar.

İnsanlar da hâkim gibidir. Kişisel gözlemlerini ve felsefecilerin akıl yürütmelerini kendi akıl, mantık ve vicdan süzgeçlerinden geçirip değerlendirerek bir hükme ve inanca varırlar.

Bu mücadelede genel akılda karşılık bulan ve halk tabakasının anlayış seviyesine uygun delil ve ikna edici argüman sunanlar genel kabul ve rağbet göreceklerdir.

(Prof. Dr. Yunus ÇENGEL)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun