İnsanın yaratılış gayesini açıklar mısınız?

Tarih: 29.04.2020 - 14:52 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Kâinattaki her bir varlık, kendisini yaratan bir Yaratıcı’yı göstermekte ve sanatlı, nizamlı, intizamlı, hikmetli ve gayeli yaratılışıyla da Yaratıcı’sının sıfatlarına ayna olmaktadır. Yaratılışından Sâni, Bâni, Halık isimlerine, güzel şekliyle Musavvir ismine, azalarının nizamlı ve ölçülü yaratılışıyla Nazım ve Mukaddir isimlerine, rızıklandırılmasıyla Rezzak ve Rahman isimlerine, hayatıyla Hay ve Kayyum isimlerine ve hakeza. Ayna olduğu gibi.

Bu kâinat içerisinde en kıymetli, akıllı ve şuur sahibi varlık insandır ve insan bu vasıflarıyla bütün mahlûkatın en şereflisi ve en üstünüdür.

Her varlığın bir yaratılış sebebi ve gayesi olduğu gibi, insanın da mutlaka bir yaratılış gayesi ve vazifesi olmalıdır. Çünkü bu âlemde her bir varlık bir ve bazen birden fazla gaye ve maksat için yaratılmıştır.

O halde insan niçin yaratılmış ve bu sorunun doğru cevabını en iyi verebilecek kimdir?

İşte insanın yaratılış gayesini de en iyi bilecek olan onu yaratan ve mahlûkat içerisinde en şerefli makama yerleştiren Yaratıcı’sıdır.

Çünkü; “Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur.” (bk. Nursi, B.S. Mektubat, s. 120.).

Bu “Yapan bilir, elbette bilen konuşur.” değişmez bir kaidedir. İnsanı yapan ve yaratan ise Allah’tır. O insanın yaratılış gayesini şöyle bildirmektedir:

“Ben, insanları ve cinleri, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56.).

Bu ayet şu şekilde tefsir edilmektedir:

“Bu âyet-i uzmânın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz'an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir."

"Evet, fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan bîçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üssü'l-esası ve anahtarı olan iman-ı billâh ve mârifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemâlâtlar o insana nisbeten aşağıdır. Belki çoğunun kıymetleri yoktur" (bk. Nursi, B.S. Şuâlar. s. 100.).

Demek ki insanın fıtratı, yani yaratılıştan gelen en önemli vasfı, ebedî yaşama arzusunun olması, hadsiz emelleri ve arzularının bulunması ve sonsuz elem ve sıkıntılarının olmasıdır. Bu fıtrattaki bir insanın bütün arzularını yerine getirecek birisine dayanmaya ve bütün düşmanlarından onu koruyacak birisine sığınmaya ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın karşılanması da insanın her türlü arzularını bilecek ve onları yerine getirmeye gücü ve kudreti yetecek ve her türlü düşmanını bilip onlardan koruyacak, sonsuz ilim, irade, kudret ve merhamet sahibi birisini tanımakla, O’na inanmakla ve O’na ibadet etmekle mümkündür."

Enbiya Suresinin 87. Ayetinin tefsirinde insanın mahiyeti ve arzularına şöyle işaret edilmektedir:

“Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibarıyla, sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizâzâtından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrâsından müteellim oluyor. Ve nasıl ki hurdebinî (miroskobik) bir mikroptan korkar, ecrâm-ı ulviyeden (gök cisimlerinden) zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar."

"Hem nasıl ki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasıl ki küçük bahçesini sever; öyle de, hadsiz ebedî cenneti dahi müştakane sever. Elbette, böyle bir insanın Mâbudu, Rabbi, melcei (sığınağı), halâskârı (kurtarıcısı), maksudu öyle bir Zat olabilir ki, umum kâinat Onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyârat dahi taht-ı emrindedir (emri altındadır)." (bk.  Nursi, B.S. Lem’alar. Envar Neşriyat, İstanbul, 1996, s. 7.).

İnsanın fıtratındaki ebedî yaşama arzusu, onun en büyük beklentisi ve hayattan en birinci isteğidir. Bu arzusu tatmin edilmediği sürece, insanın mutlu olması mümkün değildir. Günümüz insanının mutsuzluğunun en büyük sebeplerinden birisi budur. Yani, bu ebedî yaşama arzusunu dünya hayatında tatmin edeceği beklentisidir. Dünyaya sırf keyif sürmek ve lezzet almak için geldiği düşüncesi, onu aldatmakta ve mutsuz etmektedir. Çünkü insanın yaratılışından gelen bu ebedî yaşama arzusunu dünya hayatının karşılaması imkânsızdır.

İşte insandaki bu ebedî yaşama isteğini tatmin edecek, ebedî bir hayatın varlığını ve dünyanın bir misafirhane olduğunu bilmesidir. Bu durum Rum suresinin 50. Ayetinin tefsirinde şöyle dile getirilmektedir:

“Meselâ, aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan kuvve-i hayaliyeye denilse ki, 'Sana bir milyon sene ömürle saltanat-ı dünya verilecek; fakat âhirde mutlaka hiç olacaksın.' Tevehhüm aldatmamak, nefis karışmamak şartıyla, 'Oh' yerine 'Ah' diyecek ve teessüf edecek. Demek, en büyük fâni, en küçük bir alet ve cihazat-ı insaniyeyi doyuramıyor."

"İşte bu istidattandır ki, insanın ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihata etmiş efkârları ve ebedî saadetlerinin envâına yayılmış arzuları gösterir ki, bu insan ebed için halk edilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar (bekleme)  salonudur." (bk. Nursi, B.S. Sözler. s. 106-107.).

Demek insanın yaratılış gayesinin, fıtri yapısının ve mahiyetinin doğru bir şekilde bilinmesine ihtiyaç vardır. Batı âlemi, Allah’a ve Kur’an’a aklını ve kalbini kapattığı için, insanı doğru tanımlayamamış ve tanıtamamıştır. Dolayısıyla insanın fıtratına uygun bir eğitim verememiş ve insanın yüzde seksenini umutsuzluğa ve mutsuzluğa sürüklemiştir. Yüzde yirmisine geçici bir saadet verebilmiştir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 5.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun