EVRİM GÖRÜŞÜNDE TEMEL YANILGILAR: 1 BİLİMSELLİK, İNANÇ VE TARAFSIZLIK KARMAŞASI

Dr. Öğr. Üyesi Kasım TAKIM
Harran Üniversitesi, Veteriner Fakültesi Biyokimya ABD Şanlıurfa.
[email protected]

     Her şeye şüpheyle yaklaşmayı bir düstur olarak kabul eden bilim camiasından bazılarının, evrim gibi delilsiz bir iddiaya kuvvetli bir şekilde sarılması ve şartsız kabul yoluna girmesi gerçekten düşündürücüdür.             

     Evrim dünya gündemini kendisi ile meşgul eden en güncel tartışmalarının başında gelmektedir. Ateizm, deizm ve agnostisisizm gibi pek çok inanç tarzının temel argümanı olarak kullanılmaktadır. Bu haliyle bilimsel bir teoriden daha çok bir inanç sistemi haline gelmiştir. Evrimciler kendi görüşleri dışındaki diğer hiçbir görüşün bilimsel olmadığını iddia ederek kendilerinin her yönüyle bilimsel olduklarını kabul ediyorlar. Mantık ilminde hakkında hiçbir delil ve emare (işaret) bulunmadan kabul edilmesi gerektiği iddia edilen zorunluluklar tahakkümi (kuru iddia, boş söz) olarak adlandırılır[1].

     Evrimin gerçekleşmiş olduğuna, devam ettiğine ve hali hazırda laboratuvar imkânları kullanılarak gerçekleştirilebildiğine dair, ne bir fosil ve ara geçiş form kalıntısı ve ne de bir yaşayan canlı örneğine rastlanmamıştır. Bununla ilgili bir deneysel çalışma da literatüre sokulamamış olması, evrimin bilimselliğini tartışmaya açan en önemli hususlardan birisidir. Bu haliyle, yani hakkında hiçbir delil bulunmayan ve bilimsel metodolojiden tamamen uzak ve basit benzerliklerden yola çıkılarak yürütülen tahminlerden ibaret olan bir yaklaşımın bu derece yayılması ve bilim camiasında kabul görmüş olması ayrı bir araştırma konusu olmaya layık ilginç bir durumdur.

     Fen bilimlerinde bir iddanın, bilimsel bir gerçeklik olabilmesi için, sahada (yer yüzü, fabrika, hastahane vs.) veya laboratuvarda test edilebilmesi ve netice alınabilmesi gerekmektedir. Örneğin ben kan şekerinin insulin hormonu ile değil de testesteron hormonu ile düşürüldüğünü iddia etsem, bilim camiası bu iddiamı doğrulayabileceğim bir sürü laboratuvar çalışması ve saha araştırması talep edecek ve aksi takdirde iddiamı kabul etmeyecektir. Şimdi tüm evrimciler prokaryotik bir hücrenin ökaryotik hücreye mutasyonlar sonucu dönüştüğünü (evrimleştiğini) iddia ediyorlar.

     Ancak hiçbir bilim dergisi bu iddianın laboratuvarda denenmesi ve gerçekleştirilebilmesi gerekir, aksi halde kabul edemeyiz demiyor. Üstelik bugün ki teknoloji, hücrede istediğimiz kadar mutasyon yapabilme imkânını da bize sunuyorken, neden laboratuvarda çalışma yapmak yerine televizyon ekranlarında ve yayınların sahifelerinde tartışma yapmak ve kuru iddia ortaya atmaktan öteye gidilmiyor? Bu olsa olsa bir sihir ve büyü gibidir ki, süslü laflar ve ilginç benzetmelerle insanlık âleminin gözü boyanmaya, basireti bağlanmaya çalışılmaktadır.      

     Bu Konuyu Aşağıdaki Program Çerçevesinde İnceleyeceğiz.

     A. Karmaşa Sahaları

     1. Esas: Bilimsellik/İnanç Karmaşası

     2. Esas: Tarafsızlık Karmaşası

     B. Çatışma Sahaları

     1. Veri: Antioksidanlar ve Evrim Çatışması

     2. Veri: Genetik ve Evrim Çatışması

     1. Esas: Evrimci Görüşte Bilimsellik/İnanç Karmaşası

     Bu çalışmada evrimin bilimsel bir tartışma mı, yoksa inançla ilgili bir mesele mi olduğu tartışılacaktır. Yeryüzünde bulunmuş hiçbir delili olmayan, laboratuvarda doğrulanmış hiçbir benzeri, örneği ve süreci bulunmayan bir iddianın bilimselliği gerçekten tartışılması gerekmektedir. Bilim camiasında, özellikle de fen bilimleri ile ilgili konularda kabul görmüş bir kural vardır; kâinatta veya laboratuvarda incelenemeyen ve örneğine rastlanılmayan hiçbir konu bilimsel olarak kabul edilmez[2].

     Özellikle de tesadüfün bilimsel çalışmalar için hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.  Zira yapılan herbir çalışma için istatistiksel analiz istenir. Yani yapılan çalışma veya bulunduğu iddia edilen herbir veri, hem tekrarlanılabilir ve hem de doğrulanabilir olmalıdır. Tekrarı olmayan ve karşılaştırıldığı pozitif veya negatif kontrol grubuna göre anlamlı bir farklılık ifade etmeyen sonuçlar kıymetsizdir ve bilimsel bir değer taşımamaktadır. Mesela ben A maddesinin -70 °C ve 100 atmosfer basınç altında fiziksel halinin sıvı olduğunu iddia etsem ve bunu laboratuvar ortamında da gözlemlemiş olsam, eğer aynı şartlar altında o maddenin sıvı olduğunu tekrar tekrar gösteremezsem, yani istatiksel olarak anlamlı bir sonuç veremezsem gözlemimi değerlendirecek olan hakem heyeti, benim yanılmış olduğuma hükmedecektir.

- Ya gerçekten iddia ettiğim şartları sağlayamadığıma,

- Ya test ettiğim madde ile iddia ettiğim maddenin aynı olmadığına,

- Ya da ortamda aynı anda farklı bir madde bulunup deneyimin sonucunu saptırdığına vs. kanaat getireceklerdir.

     İşte aynen bunun gibi; A türünün B türüne dönüştüğü (evrimleştiği) iddiasını, çevreye ait etmenler sonucu geçirilen mutasyonlarla açıklamaya çalışan bir evrimciden aynı çalışmalar niçin istenilmiyor? Böyle bir dönüşümün olduğuna dair hiçbir delil olmadığı halde, öyle olduğuna dair yapılan iddia kendisini ispatlayana kadar iddia olarak kalmaya devam etmelidir. İspatı omadığı halde öyle olduğuna kanaat getirmek; ya öyle olması gerektiğine dair bir zaruret ve alternatifsizlikten dolayı kabullenme, ya da öyle olmasını dilemekten başka ne olabilir? Eğer birincisine alternatif bir iddia sunulsa, yani ''Hayır türlerin farklılığı birbirinden dönüşüm şeklinde değil, herbir tür evvela farklı farklı ve bir anda varlık sahasına çıktı ve nesilleri devam ederek bu güne kadar geldi. '' denilse, ve kişi bu iki ispatsız iddianın birisini tercih ederse, bu inanç meselesi olmaktan öteye gidebilir mi?

     Hâlbuki ikinci tercih için daha güçlü işaretlerde mevcuttur, yani; Türlerin bir anda ortaya çıktığına en büyük işaret ise kambriyen patlaması[3] ve ara geçiş formlarının olmamasıdır[4]. Üstelik hali hazırda her bir canlının eksiksiz bir DNA programı üzerine inşa edildiği gözümüzün önünde cereyan etmektedir. Bu gün böyle olan bir şeyin, başlangıcında da aynı şekilde olmaması kabil midir? Yani önce gen programı, usta ve akıllı bir tasarımcı tarafından çizilip, bu program üzerine vücudu inşa edilmiştir iddiası akla, mantığa, kalbe ve vicdana daha yakın değil midir?

     Öyle ise evrimcilerin kendilerini bilimsel olarak görüp, tevhid ehlini bağnazlıkla suçlamaları Jakoben bakışlarından kaynaklanan büyük bir yanılgıdan ibaret olmalıdır.

     2. Esas: Tarafsızlık Karmaşası

     Malum olduğu üzere insan ideolojiden bağımsız olamaz. “Benim hiçbir ideolojim yok, ben tüm ideolojilere karşıyım” diyen kişi bile aslında farkında olmadan, karşı bir ideoloji geliştirmiştir. İşte bu sebepledir ki evrimci ideolojinin, karşısındaki fikir akımlarını ideolojik olmak ve bilimsel olmamak gibi bir yaftalamaya tabi tutması ve kendisinin tarafsız olduğunu iddia etmesi hakikatlere kapısını kapatmasına ve gerçeklerle yüzleşmesine mani olmuştur. Ellerinde vaki olduğuna dair geçerli hiçbir delil ve deneysel çalışma olmadığı halde bir görüşün, mutlak hakikat olduğunu ve karşısındaki tüm fikirlerin ideolojik hezeyanlar olduğunu iddia etmenin ne kadar büyük bir saplantı ve körükürüne bağlanma, teslim olma ve kabullenme olduğunu elbette takdir edersiniz. İşte evrim görüşü dahi herhangi bir bulgu ve deneye dayanmadan, yalnızca fiziksel benzerlikler üzerine yapılan gözlemler üzerine kurulmuş basit tahminler olduğu halde (ilerideki bahislerde tafsilatı gelecektir), onu mutlak hakikat, aksini savunanları da mutlak yobazlıkla suçlamak bu tarafsızlık karmaşasına verilecek en iyi örneklerden birisidir.

     Bilim camiasında deneylerle ispatlandığı iddia edilen verilere bile mutlak hakikat nazarıyla bakılmadığı ve yarın başka bir deneyle çürütülebilir diye şüphe ile yaklaşıldığı halde (ki bu bilimin ilerlemesinde ki en önemli araçtır), evrim görüşüne kayıtsız şartsız bu denli teslimiyetle taraf tutmanın en ilginç örneklerinden birisi olmaya devam etmektedir.

     Evrim olsa olsa aydınlanma çağının yeni din görüşü olarak görülen bir inanç tarzıdır ki; tıpkı inançlar gibi sorgulanamaz etiketiyle piyasaya arz edilmiştir. Eğer bilim dünyası klasik fiziğe mutlak hakikat nazarıyla baksaydı, kuantum fiziğine elbette ulaşamıyacaktı. Öyle ise fiziğe karşı takınılan bu doğru tavır biyolojiye karşı da tutulup, evrim görüşünün sorgulanması ve yeni görüşlerin aranması gerekmektedir.

     B. Çatışma Sahaları

     1. Veri: Antioksidanlar ve Evrim Çatışması

     Antioksidanlar vücudumuzda biyokimyasal reaksiyonlar sonucu oluşan ve hücrelerimizin DNA gibi hayati molekülleri için oldukça zararlı olan radikalik, aşırı aktif molekülleri etkisiz hale getirip temizleyen yegane savaşçılarımızdır[5].[6].

     Fakat antioksidanların bir gün radikal evrim fikirlerini de temizleyebileceğini hiç düşünmemiştim, ta ki evrimci bir biyoloji profesörü ile antioksidanlarla ilgili doktora dersi esnasındaki bir tartışma anına kadar.

     Hocamız hücrenin evrimsel süreç içerisinde birkaç milyon yılda, karşılaştığı olaylara göre kendini geliştirdiğini, yani kendi kendine teşekkül edip, tekâmül ettiğini savunuyordu. Ve o günkü dersimizde ise antioksidanların önemini anlatıyor ve şöyle diyordu:

     “Hücremizin en temel bileşeni olan DNA‘mıza hergün en az 10.000 defa radikalik saldırı gerçekleşiyor ve antioksidanlar DNA’yı bu saldırılardan koruyor. Eğer saldırı artar ve savunma yetersiz kalırsa, DNA zinciri parçalanıyor.  Bunun sonucu olarak hücre ya kanser oluyor veya ölüyor”[7].[8].

     Bu sırada hocaya şöyle bir soru yönelttim.

- ’’Peki hocam şimdi evrimin olduğunu varsayalım. Bir hücre evrimsel süreçte kaç yılda oluşur?’’

     Cevap;

- ‘’Birkaç milyon yılda’’.

     Soru;

- ’’Peki ya bir günde 10.000 saldırıya maruz kalan DNA'nın, antioksidan savunma sisteminin hücrenin ilk yaratıldığı anda var olmadığını ve evrimsel süreç içerisinde birkaç milyon yılda bu savunma kabiliyetini geliştirdiğini varsayarsak, bu hücre hayatını devam ettirebilir mi? Kendini başka nesillere düzgün bir şekilde aktarabilir mi? Bir günde 10.000 saldırının sadece bir tanesi başarılı olduğunda kanser olan veya apoptozise sürüklenip ölen bir hücrenin bir milyon sene antioksidansız bir şekilde dayanması, hayatını ve varlığını devam ettirmesi mümkün olabilir mi? Öyleyse bu hücre ilk var olduğunda bütün cihazat ve sistemleriyle yaratılmış olması gerekmiyor mu?  Yani bütün canlılar var oldukları ilk anda mükemmel bir şekilde var olmaları yani mükemmel bir akıl, irade ve kudret tarafından yaratılmış olmaları gerekmiyor mu?’’

     Hocamız üst üste gelen bu şaşırtıcı ve ağır sorular karşısında hayrete düştü. Ve

    - ‘’Evet ama! Peki nasıl olacak şimdi...’’ deyip yıllarca körü körüne bağlandığı evrim safsatasının kendi anlattığı ders ile yıkıldığını hayretle seyredip, vücudumuzda maddî hayat için zararlı olan maddeleri yakıp yıkan antioksidanların manevî vücudumuzdaki tesadüf ve kendi kendine oluş gibi küfür radikallerini de yakıp yıktığına hep beraber şahit oluyorduk.

     2. Veri: Genetik ve Evrim Çatışması

     Evrim görüşü ilk çıktığı zaman genetik bilimi henüz gelişmemiş olduğu için teori, o günkü bulgular üzerine inşa edilmeye çalışıldı. Yani esas olan proteindi. Dolayısıyla da canlılık için ilk oluşması gereken şey onun yapıtaşları olan amino asitler olmalıydı. Bir amino asitin atmosferik şartlarda tesadüfen oluşma ihtimali olmasada Müller deneyi bunu laboratuvar ortamında, atmosferik şartlar oluşturup, yapmayı başardığını iddia edince dört elle ona sarıldılar ve “evrim kendisini ispatladı bu iş bitti” diye avunmaya başladılar[9].

     Ancak asıl mesele bundan sonra başlamıştı. Evvela bu deney akıllı, ilim ve irade sahibi bir insan eliyle yapılıyordu. İkincisi deney için uygun şartlar dizayn edilmişti. Yani mesele tesadüfün elinden tamamen kurtarılmış bir vaziyettedir.

      Üçüncüsü canlılıkta 20 farklı amino asit görev yapıyor. Bu deney ise, her amino asit için başarılı olamıyor sadece birkaç aminoasitin yapılabildiği iddia ediliyor. Üstelik her amino asit farklı bir deney ortamı ve şartları gerektiriyor.

     Dördüncüsü: Hadi tüm bu zorlukların üstesinden gelindiğini farz edelim. Yani tüm aminoasit çeşitlerinin başarılı bir şekilde atmosferik şartlarda yapılabildiğini ve her birisinden ne kadar gerekiyorsa o kadar bulunduğunu farz edelim. Mesele yine bitmiş değildir. Çünkü görev yapabilen bir protein için, bu amino asitlerin belirli bir sıralama ve düzene göre bir araya gelmesi gerekiyor. Bir amio asitin bile sırası değişse protein aminoasit yığını olmaktan başka bir şeye yaramıyor. Örneğin hemoglobin proteini, 4 farklı aminoasit zincirinin taşıdığı toplam 564 aminoasitten oluşturulmuştur. Sadece â zincirinin 6. pozisyonunda ki bir amino asit yerine farklı bir aminoasit geldiğinde akdeniz anemisi dediğimiz genetik hastalık meydana geliyor ve kan hücresinin şekli bozulup ciddi rahatsızlıkların ortaya çıkmasına sebep oluyor[10].

     Bir hemoglobin proteinin kendi kendine veya tesadüfen oluşma ihtimali, basit bir logaritmik hesapla (reaksiyonlarla ilgili tüm şartların sağlandığı takdirde ki, bununda hesaba katılması gerekiyor ama biz onu hesaba katmasak bile) 20564 =101128 yani 10'un yanına bin yüz yirmisekiz tane sıfır koyduğunuz takdirde elde edeceğimiz sayıda bir ihtimaldir. Bir hücrede 20.000 çeşit protein olduğuna göre her protein için bu ihtimalleri teker teker hesaplamak ve toplamından oluşacak bir ihtimal hesabına inanmak gerekiyordu.

     Bilim dünyası 10 üzeri 50'nin üstünü imkânsız kabul ederken, her nedense bu hesaba göre 10 üzeri milyarları bulan bu ihtimallere sıkı sıkıya sarılmakta tereddüt bile etmiyordu. Bağnazlığın da bu kadarı pes dedirtti.

     Ama bu rüyalar DNA'nın keşfedilmesi ile bir anda sona erdi. Artık proteinlerin tesadüfî ihtimallerle ortaya çıkmadığı, aksine genetik şifrelerle düzenli bir şekilde DNA'da kodlandığı gerçeği gün gibi aşikâr olmuştu. Aslında bu keşif, evrim görüşünün geçerliliğini tamamen ortadan kaldırması ve tartışmaları bitirmesi gerekiyordu. Zira artık tesadüflerin devri sona ermiş, canlılıkta her şeyin belli bir plan ve programa göre tasarlandığı hakikati ispatlanmıştı. Lakin maalesef öyle olmadı. Çünkü evrim görüşü de evrim geçirdi! Artık modern çağın bu yeni inanç sisteminin kendisini güncellemesi gerekiyordu. Öyle de oldu. ''Önce DNA Hipotezi'' adı altında yeni hayaller kurmaya başladılar. Evrimi DNA üzerine inşa etmeye başladılar. Onlara göre tesadüfen ilk oluşan şey artık protein değil DNA olmalıydı. Bunun üzerine bir sürü masal söylenegeldi[11].

     Ancak DNA'nın sırları açığa çıktıkça hayaller suya düştü ve masallar imkânsıza dönüştü. İsterseniz bu çöküşü bir evrimcinin ağzından dinleyelim:

     ''Önce-DNA Hipotezi'ne göre, DNA tam olarak açıklanamayan ancak temel kimyasal tepkimeler dâhilinde, doğal fiziksel etki-tepki kuvvetlerine göre, bu şekilde sarmal bir halde üretilmiş ve sonrasında, yine yapısı gereği RNA sentezleyerek görevini sürdürmüştür. Ancak bu hipotezin, pek çok açığı bulunmaktadır. Bunların en önemlisi de, DNA'nın bir katalizör yani kimyasal tepkimelerin aktivasyon enerjisinin düşürücü (tepkimeyi hızlandırıcı) etkiye sahip kimyasal özelliği bulunmamasıdır. Bu da, bu kadar kompleks ve büyük moleküllerin oluşabilme ihtimalini çok düşürmektedir. Çünkü, katalizör olan bir ortamda birkaç saniyede gerçekleşecek bir tepkime, katalizör olmadığında günler, haftalar, yıllar ve hatta yüzlerce, binlerce yıl alabilmektedir. Önce-DNA Hipotezi savunucuları, ilk canlının oluştuğu ortam şartlarını katalize edici bir faktör olarak ileri sürseler ve bu şekilde bu karşı-tezi çürütmeye çalışsalar da, yaptıkları açıklamalar bilimsel açıdan pek de tatmin edici değildir''[12].

     Tabii bu arkadaş sadece olaya katalizör noktasından yaklaşmış. Hâlbuki olayın bir de genetik harfler (bazlar), onların dizilimi ve kombinasyonunu dâhil ettiğimiz vakit iş gerçekten büyük bir çıkmaza sürükleniyordu. İsterseniz hesaplayalım;

     Evrimci görüşün basit olarak nitelendirdiği bir bakteride 600.000 civarında baz çifti (CG, TA gibi) bulunur. Bu zincirin tesadüfen oluşma ihtimali 4600.000 'de birdir. Yani imkansızdır. Tabii DNA’nın kendi kendine oluşma ihtimali bu kadar zor olmasının yanında düzenli bir protein oluşturması bile imkânsızdır. Zira Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300-350 amino asit ihtiva eder. DNA'da her üç baz bir aminoasiti kodladığından dolayı, bunu kontrol eden DNA zincirinde ise, yaklaşık 1000 baz bulunması gerekecektir. Bir DNA zincirinde dört çeşit baz bulunduğu hatırlanırsa, 1000 bazlık bir dizi, 41000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bulunan bu rakam ise, aklın kavrama sınırının çok ötesindedir.

     İşin daha vahim kısmı ise proteinlerin ve DNA'nın birbirlerine bağımlı olma paradoksudur. Yani; DNA, yalnız protein yapısındaki bir takım enzimlerin katalizörlüğünde üretilip kopyalanabilmektedir. Bu proteinlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşebilmektedir. Her ikisi de birbirine bağımlı olduğundan, DNA'nın meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda mevcut olmaları gerekmektedir. Bu keşifler ve içerisinden çıkılamayan bu paradoks bile evrimin sonunu getirmesi gerekirken, bu inanç tarzının demogojik ustaları tarafından bu hipotezde evrimleştirilmiş ve artık materyalist toplumlar ''Önce RNA Hipotezi'' uykusuna daldırılmışlardır.

     Bu hipotezin ortaya çıkmasına neden olan buluşlar ise bazı RNA'ların bir enzim gibi çalışabildiği ribozimler ve normalde DNA'dan RNA'ya, ondan da proteine şeklindeki rutin işleyişin, ters istikamette yani RNA'dan DNA'ya, ordan da proteine şeklinde yürümesi istisnasını teşkil eden retrovirüsler olmuştur. Onlara göre; ''Önce-RNA Hipotezi dâhilinde, ilk oluşan molekül bir ribozimdir (bir tip RNA'dır) ve bu enzim doğal süreçlerle milyonlarca yıllık bir deneme-yanılma ve seçilim süreci sonucunda oluşmuştur, sonrasında kendisini üreterek hızla çoğalmıştır. Bu basit RNA, ilkin canlılarda genetik ve düzenleyici materyal rolünü görmeye başlamış, böylece koaservat içerisindeki kimyasal bütün tepkimeleri koordine edecek olan molekül oluşmaya başlamıştır. Sonrasında bu enzim-RNA yapısı, kimyasal evrim süreci içerisinde bildiğimiz RNA'ya daha da benzeyen bir hal almıştır ve buradan da geri-transkripsiyon denen ve "merkezi dogma"nın hatalı olduğunu gösteren tepkime sayesinde (retrovirüsleri hatırlayınız) RNA'dan DNA üretilebilmiştir. Ribozim kimyasal yapısından ötürü, ortamda kendisini oluşturacak olan nükleotitler bulunduğu sürece, kendi kendisini üretme tepkimesini tetikleyecek bir yapıdadır.''[13],[14].

     İşte evrimcilerin ne kadar çaresiz kaldıklarının ve buldukları en küçük bir işarete dahi nasıl kuvvetli bir delil gibi yapıştıklarının en bariz örneği bu olsa gerek. Hâlbuki yukarıdaki paragraf bir sürü yalanın birleştiği tam bir aldatma hikâyesidir.

     Hani derler ya adamın biri içinde olduğu mecliste anlatmaya başlamış:

     “Hazreti İsa eline kılıcını aldı, kızını yatırdı, tam kesecek gökten bir öküz indi, o gün de Ramazan bayramı oldu” diye. Güya Kurban Bayramını anlatıyor. İşte yukardaki paragraf da tıpkı bunun gibi bir sürü hezeyanlarla dolu.

    Evvela RNA genetik materyal içerisinde en kararsız olanıdır. Hücre dışında oldukça kararsızdır ve sıcaklık bile değişse hemen paramparça oluverir. Kaldı ki hücre içerisinde de yine aynı hassasiyete sahiptir ve deneylerde RNA bozunmasın diye bir hayli zahmete girer ve oldukça extrem şartlar hazırlarız. RNA'nın, tesadüfler sonucu vücut sahasına çıktığını kabul etsek bile (ki bu dahi en basit bir RNA için 1/430 yani kentrilyonda birlik bir ihtimal). Ancak bu kadar kararsız bir bileşiğin bir saat kadar bile atmosferik şartlarda kendi başına bulunması imkânsızken milyonlarca yıllık bir deneme-yanılma ve seçilim süreci'ne nasıl tahammül etmiştir?

     İkincisi; bu ribozimler tek başına RNA'dan oluşmuş yapılar değildir. Proteinle beraber çalışırlar. Hatta ribozimleri keşfedenler ve insaflı bilim adamları bunları ribonükleoproteinler olarak adlandırıyorlar. Ayrıca şu ana kadar yapılan deneylerin hiçbirinde bir ribozomun, protein olmadan tek başına kendini üretebildiği veya DNA'ya dönüşebildiği gösterilebilmiş değil. RNA'nın üretilmesi içinde yine bir protein olan RNA polimeraz enzimleri ve diğer enzimler gerekiyor. Yani DNA'daki paradoks aynen RNA'da da karşımıza çıkıyor. RNA proteinsiz, protein ise RNA'sız vücuda gelemez öyle ise ikisi birlikte varlık sahasına çıkmış olmak zorundadır.

     Gelelim retrovirüs meselesine, bilimsel verilerin ifade ettiğine göre; ''Virüsler canlı bir organizma dışında devamlılıklarını sürdüremezler. Bir diğer deyişle hayatlarını ancak bulaştıkları hücreler sayesinde devam ettirebilirler. Çünkü hayat ve üreme için gerekli materyalleri üretecek mekanizma ve ekipmanları yoktur ve ancak konuk oldukları canlı hücreleri kullanarak çoğalabilirler. Bir Retro virüs hücreye girdikten sonra “ters transkriptaz” adı verilen bir enzimle önceki genetik materyalleri olan RNA’dan DNA sentezler. Sentezlenen DNA ise diğer bir virüs enzimi olan integraz sayesinde hücrenin DNA’sına eklenir. Hücre kendi DNA’sı ile virüsün DNA’sını ayırt edemez, bundan dolayı onun kodladığı proteinleri de kendi proteinleriymiş gibi üretmeye başlar.'' Yani virusler de dâhil olmak üzere RNA'dan proteinsiz bir şekilde DNA'ya dönüşüm mümkün değildir. Yine aynı paradoks; RNA proteinsiz, protein RNA'sız olamaz. Öyle ise her ikisi beraber var olmuş olması gerekmektedir. Dolayısıyla bir virusün, başka bir canlı hücre olmadan, kendi başına çoğalması bile mümkün değilken, onun bütün canlılığın başlangıcı olabileceğine ihtimal vermek oldukça büyük bir akıl tutulması olsa gerektir[15].

     Sonuç olarak; bu tartışmalardan da anlaşılacağı üzere evrimcilerin dayandıkları temeller bilimsel çalışmalar geliştikçe yıkılmış ve onlar her seferinde başka bir yol arayışına sürüklenmişlerdir.  Onlarda değişmeyen tek görüş evrimin bilimsel olduğu yanılgısıdır.  Düşünsenize bilim her seferinde onların dayanaklarını çürütüyor ve onlar hala evrimin bilimsel olduğuna inanıyorlar. Bu ise alanında ustalaşmış evrimcilerin bilimsel verileri demogojik yöntemlerle çarpıtmasından kaynaklanmaktadır. Bu öylesine büyük bir demogoji ustalığıdır ki; yukarıda evrim ağacı sitesinden alınan metinden de anlaşılacağı üzere, aslında aleyhlerine delil olan verileri lehlerineymiş gibi gösterebiliyorlar. Meseleye yüzeysel bakan ve sorgulama kültüründen yoksun bir takım insanlar da bu sözler bir bilim adamının ağzından veya kaleminden çıkıyor diye şartsız teslim oluyorlar.


[1] http://www.luggat.com//tahakkümi/1/1 
[2] Ferit, U. S. L. U. "Bilimselliğin kriteri ve sınırları problemi-bilim, bilim olmayan ve sahte bilim." Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 10.19 (2011): 5-35.
[3] Salter, J. W.. A monograph of the British trilobites from the Cambrian, Silurian, and Devonian formations. Cambridge University Press, 2015.
[4] Darwin, C. The Origin of species. S. 179.
[5] Takım, K. Kiraz yaprağı ekstraktlarının antioksidan kapasitesinin ve oksidatif DNA hasarı üzerine etkisinin belirlenmesi, Yüksek Lisans Tezi, İnönü Üniversitesi, Malatya, 2010.
[6] Uysal, M. Serbest radikaller, lipit peroksidleri organizmada prooksidan antioksadan dengeyi etkileyen koşullar, Klinik Gelişim, 11: (1998) 336-341,
[7] Ames, B.N., Shigenaga, M.K., Hagen, T.M.: Oxidants, antioxidants, and the degenerative diseases of aging. Proceding of the National Academy of Science, 1993; 90: 7915–7922.
[8] Mercan, U. Toksikolojide serbest radikallerin önemi, Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Veterinerlik Fakültesi Dergisi, 15: (2004) 91-96.
[9] POLAT, A. and Kanada O.. "Yerküre üzerindeki yaşamın kökenine ve evrimine jeolojik bir bakış açısı."
[10] DİNÇOL, G. "Thalassemia (Talassemi)." Turkiye Klinikleri Journal of Hematology 2.2 (2004): 144-152.
[11] Güçlü, S., et al. "Evrimin Moleküler İzleri Ve Evrimin Moleküler Kanıtları Molecular Traces And Evıdences Of Evolutıon."
[12] http://evrimagaci.org/article/tr/abiyogenez-4-ilk-dna-nasil-olustu-retrovirusler-once-rna-hipotezi-ve-rna-dunyasi-kurami
[13] http://evrimagaci.org/article/tr/abiyogenez-4-ilk-dna-nasil-olustu-retrovirusler-once-rna-hipotezi-ve-rna-dunyasi-kurami
[14] Karaçay, B. ''DNA’mızdaki Virüs Fosilleri'' Bilim ve Teknik Haziran 2009.
[15] Frank B. Salisbury. Doubts about the Modern Synthetic Theory of Evolution, s. 336.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun