Mekke'nin Fethi sonrasında meydana gelen Huneyn Muharebesi nasıl gerçekleşmiştir?

Tarih: 02.06.2006 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Hicretin 8. yılı, 5 Şevval, Cumartesi. (Mîlâdî 27 Ocak 630)

Mekke'nin fethi ile Kureyş'in hemen hemen tamamı İslâmiyetle şereflenmişti. Fetih, aynı zamanda civar kabileler, bilhassa Kureyşlilere taraftar bulunan kabileler üzerinde müsbet tesirler bırakmış ve onların İslâm ve Müslümanlara karşı gönüllerinde sevgi dolu sıcak bir alâka duymasına sebep olmuştu. Bu ciddi alâka, onların bundan böyle Resûl-i Ekrem safında yer alacaklarının bir işareti sayılıyordu.

Bununla birlikte, gönülleri hâlâ bu sıcak ilgiden mahrum bulunan ve bu mahrumiyetten sıyrılmak arzusu taşımayanlar da vardı: Sakif ve Havazin kabileleri bunların başında yer alıyordu. Bunlar, eskiden beri Peygamberimiz (s.a.v.) ve Müslümanlara karşı şiddetli düşmanlıklarıyla biliniyorlardı. Birçok Arap kabilesi gelip Resûl-i Ekreme sadakât elini uzattığı halde, bunlar düşmanlıklarını bir türlü yenemiyorlardı. O civarın en güçlü kabileleri oluşu, kendilerini aldatıyor ve yersiz bir gurura sevk ediyordu.

Resûl-i Ekrem Mekke'yi fethedip Kureyşlilerle birlikte birçok kabilenin de gönlünü kazanınca, bunların endişeleri daha da kabardı. Büyüyen endişeleri onları, hazırlanıp Mekke üzerine yürüme kararı almaya kadar götürdü. Gayeleri, Peygamberimiz (s.a.v.)'in üzerlerine gelmesine fırsat tanımadan Mekke'ye ansızın baskında bulunmaktı.

Bu maksatlarını her iki kabilenin ileri gelenleri kendi aralarında yaptıkları konuşmalarda izhar ediyorlardı:

"Muhammed'in bizimle savaşmaya gelmesine herhangi bir engel kalmamıştır. En uygunu olan; o üzerimize yürümeden, bizim onun üzerine yürümemizdir!"1

Nitekim kısa zamanda etraftaki bazı kabilelerin de katılmasıyla Havazinlerin lideri Mâlik bin Avf'ın kumandasında 20.000 kişilik bir ordu teşkil ettiler. Kumandan Mâlik bin Avf, askerlerin cesaretle çarpışmaları, dönüp geri kaçmamaları için bütün kadın, çocuk ve davarların da orduya katılmasını temin etmişti.

Yirmi bin kişilik düşman ordusu kadınları, çocukları ve hayvanlarıyla, gelip Evtas mevkiinde karargâhını kurdu.2

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Havazin ve Sakiflilerin İslâm topraklarına saldırmak için bir araya geldiklerini haber alıncâ, derhal Abdullah bin Ebî Hadred'i bilgi almak üzere düşman topluluğunun arasına gönderdi.

Tebdili kıyâfetle düşman ordusu arasında birkaç gün dolaşan bu sahabî, gereken bütün bilgileri topladı. Ordu kumandanı Mâlik bin Avf'ın diğer kumandanlara söylediği şu sözleri bizzat kulağıyla duydu:

"Bu Muhammed'in son çarpışması olacaktır. Onun şimdiye kadar karşılaştığı kimseler, harp bilgisinden mahrum bulunan kimselerdi. Onun için onlara galebe çalıyordu. Seher vakti olunca, hayvanlarınızı, kadınlarınızı ve çocuklarınızı arkanızda sıralayacaksınız! Sonra askerleri sıralayacaksınız! Müslümanlarla karşılaşınca hücuma kalkacaksınız!"

Kılıçlarınızın kınlarını kırınız ve tek bir adam gibi hep birden saldırınız! Biliniz ki, zafer ilk saldırıya geçenindir!"

Abdullah (r.a.) bu bilgileri topladıktan sonra Mekke'ye döndü ve duyduklarını olduğu gibi, Peygamberimiz (s.a.v.)e haber verdi.

Peygamberimiz (s.a.v.) Ordusunu Hazırladı

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendi aleyhinde böyle büyük bir ordunun toplandığını haber alınca yerinde bastırmak için süratle hazırlığa geçti. Bu arada yanında zırhlar ve silahlar bulunan henüz Müslüman olmamış Safvan bin Ümeyye'ye şöyle dedi:

"Ey Ebû Ümeyye! Yarın gidip düşmanla karşılaşacağız! Şu silahlarını bize emânet olarak ver."
Safvan, "Yâ Muhammed! Zorla almak, geri vermemek üzere mi istiyorsun?" diye sordu.
Peygamber Efendimiz, "Hayır, emânet olarak, kırılan ve yitirilenleri tazmin etmek üzere istiyorum." buyurdu.
Bunun üzerine Safvan yüz tane zırhla, onlara yetecek kadar silah verdi. Hatta bunları harp yerine kadar taşımayı da Efendimizin teklifi ile üzerine aldı.3

Peygamberimiz (s.a.v.), Mekke'nin fethi günü Müslüman olan ve henüz yirmi yaşında bir genç olan Attab bin Esîd'i Mekke'ye vali tayin etti. İslâm ve Kur'an'ı öğretmek üzere de Muaz bin Cebel Hazretlerini şehirde vazifelendirdi.4

İslâm Ordusunun Mekke'den Ayrılışı

Tarih, Hicretin sekizinci senesi, Şevval ayının beşinci günü idi.

On iki bin kişilik İslâm ordusu Hz. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kumandasında Mekke'den, düşmanın toplandığı mevkie doğru hareket etti. Ordunun iki binini Mekkeliler teşkil ediyordu. Ayrıca orduda seksen kadar da müşrik vardı. Kureyş'in birçok ileri geleni bu seksen kişinin arasında bulunuyordu. Maksatları, hangi tarafın galip geleceğini bizzat görmek ve elde edilen ganimetten istifade etmekti.

Peygamber Efendimiz, o âna kadar böylesine kalabalık bir ordunun başında yola çıkmış değildi. Fakat o, sadece kalabalığın zafer getirmeyeceğini biliyordu. Zaferi ihsan edenin de hezimete uğratanın da Cenab-ı Hak olduğunun, insanın sadece zaferi netice verecek sebepleri mükemmel bir şekilde hazırlamakla vazifeli bulunduğunun derin idrâki içindeydi. Bu sebepledir ki, bu kadar kalabalık, azametli ve ihtişamlı bir ordunun başında bulunmasına rağmen, tavrından en küçük bir büyüklenme sezilmiyordu.

Ancak, bu muhteşem kalabalığa güvenen mücahidlerden bazıları şöyle dediler:

"Artık, bugün azlık yüzünden mağlûp olmayız!"5

Halbuki onlar, Allah'ın yardımıyla, birçok kere az bir kuvvetle kendilerinden hem sayıca, hem silahça kat kat üstün bulunan birçok kalabalığı mağlûp etmişlerdi. Bedir Zaferi bunun apaçık bir misali idi. Hendek, Müte bunun gözle görünür örnekleri idi. Buna rağmen, sanki zaferleri getiren tek unsurun kalabalık insan yığınları olduğu havasında konuşmuşlardı.

Haliyle Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), bu sözden hoşlanmadı ve bunu tavrıyla ihsas etti.

Huneyn'e Varış

Şevval ayının on biri Salı günü idi.

Resûl-i Ekrem, ordusuyla inişli çıkışlı, birçok dar geçitleri ve gizli yolları bulunan Huneyn Vadisine vardı. Seher vakti, ordusunu saf düzenine koydu. Bayraktar ve sancaktarlara bayrak ve sancaklarını teslim etti.

Muhacir Müslümanlardan sancağı Hz. Ali'nin, bayrakları ise Sa'd bin Ebî Vakkas ile Hz. Ömer'in elinde bulunuyordu. Ensar Müslümanların iki sancağından birini Hübab bin Münzir, diğerini ise, Üseyyid bin Hudayr taşıyordu.

Hâlid bin Velid'in (r.a.) kumandasındaki Süleymoğulları İslâm ordusunun öncü kuvvetlerini teşkil ediyorlardı.

Resûl-i Ekrem, tedbirde asla kusur etmiyordu. Düldül'ün üzerinde bulunuyordu. Sırtına iki zırh gömlek, başına takke giymiş ve takkenin üzerine ise miğfer geçirmişti.6

Herkesten ziyâde Yüce Yaratıcısından korkan, herkesten fazla ibâdet ve tâata düşkün bulunan Fahr-i Âlem Efendimiz, Cenab-ı Hakkın "âdetullah" tabir edilen hayattaki maddî kanunlarına da herkesten ziyâde riâyet ediyor, onlara uymada gayet titiz davranıyordu. Düşman karşısındaki bu vaziyetiyle de bu durumunu açıkça ortaya koyuyordu. Allah'ın hıfz ve inayeti altında bulunmasına rağmen, herkes bir zırh giymişken o iki zırh giyiyor ve başındaki takkesinin üzerine de miğfer geçiriyordu.

İlk Çarpışma

Sabahın alaca karanlığı henüz çevreye hâkimdi.

Peygamberimiz (s.a.v.), düşmanı gafil avlamak maksadıyla ordusuna Huneyn Vadisine inme emrini verdi. Vadiye, önce düşmanın tertibat ve harekâtından habersiz olan Hz. Halid, emrindeki öncü kuvvetlerle daldı. Bu dalışla birlikte, vadinin iki hâkim yerinde pusu kurmuş olan düşmanın oklarına hedef oldular. Askeri manevraya elverişli olmayan dar vadide, ok yağmuru mücahidleri şaşkına çevirdi. Etrafın henüz karanlık olması ise işi bütün bütün güçleştiriyordu. Neye uğradıklarını anlamayan mücahidler geri çekilmek zorunda kaldılar. Öncü kuvvetlerin geri çekilişini, orduya gönüllü olarak katılan Mekkeli yeni Müslümanların geri çekilişi takip etti. Geri çekilme, artık bir nevi bozguna dönme istidadı gösterir gibi oldu.

Durum oldukça nazik, manzara oldukça acıklı ve ibretliydi.

Hz. Resûlullahın etrafında sadece yüz kadar mücahidin bulunduğu görülüyordu. Düşman ise yirmi bin kişilik kuvvetiyle o tarafa doğru ilerliyordu. Efendimiz, iki tarafından kaçışan mücahidlere şöyle seslendi:

"Ey insanlar! Nereye gidiyorsunuz? Bana doğru geliniz. Ben Allah'ın Resûlüyüm! Ben, Muhammed bin Abdullah'ım!" diye sesleniyordu.

Harp meydanı bir ana baba gününe dönmüştü. Develer birbirine giriyor, at kişnemeleri toza dumana karışarak etrafa korku saçıyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, herkesin kendisini bırakıp gerisin geri kaçtığı, düşman kuvvetlerin ise sel gibi üzerine akıp geldiği bu sırada Düldül'ün üzerinde bir cesaret âbidesi gibi duruyordu. Tek adım geri çekilmediği gibi, zerre kadar korku eseri de göstermiyor, cesaretini, ümid ve metanetini kaybetmiyordu. Bu kan ve ateş deryasında böylesine sebat ederek durmak, düşmanın yirmi bin kişilik kuvvetine karşı mukavemet göstermek, ancak o kahramanlar kahramanının şânı idi.

İslâm ordusunun böylesine beklenmedik bir bozgunla karşı karşıya kalması ânında Kureyşlilerden bazı kimseler ileri geri konuşmaya başladılar.

Ebû Süfyan bin Harb, "Bu bozgunun denize kadar arkası alınmaz." dedi.

Safvan bin Ümeyye o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Buna rağmen Ebû Süfyan'ın bu sözlerinden hoşlanmadı.

"Ağzına taş toprak dolsun senin." diye karşılık verdi.

Yine o sırada Safvan bin Umeyye'nin kardeşi gelip, "Müjdeler olsun! Bugün sihir bozuldu, tesirini kaybetti." deyince Safvan bin Ümeyye'den şu cevabı aldı.

"Sus! Allah senin ağzını yırtsın! Bana Havazinlilerden birinin hakim olmasından, Kureyşli birinin hâkim olması daha hoş gelir."

Süheyl bin Amr ise, "Muhammed ve ashabı, bir daha toparlanamazlar, savaşamazlar." diye konuştu. Henüz yeni Müslüman olmuş Ebû Cehil'in oğlu İkrime, "Böyle söylemen doğru değil" dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:

"İşler, ancak Allah'ın elindedir. Muhammed'in elinde bir şey yoktur. Bugün savaş onun aleyhinde ise, yarın muhakkak onun lehinde olacaktır."

Süheyl, İkrime'nin bu sözlerini hayretle karşıladı ve "Sen, daha önce, bu söylediklerinin tersini söyler durmaz mıydın?" diyerek hayretini dile getirdi.

İkrime şu cevabı verdi:

"Vallahi, biz uygun olmayan şeyler üzerinde ısrar ediyormuşuz. Aklımızı çalıştırmamış; ne zarar, ne de fayda vermeyen bir takım taşlara tapmış durmuşuz."7

Bu bozgun sırasında Kureyşlilerin henüz Müslüman olmayanlarından, Peygamber Efendimizin hayatını ortadan kaldırmayı düşünenler bile oldu. Şeybe bin Osman bunlardan biri idi. Uhud Harbinde babası öldürülmüştü. Bu yüzden de içi intikam ve kinle doluydu. Kılıcını sıyırdı. Sağ taraftan Peygamber Efendimize (a.s.m.) doğru varmak istedi. Bu sırada sağında amcası Hz. Abbas'ın elinde pırıl pırıl parlayan kılıcıyla durmuş olduğunu gördü: "Amcası oradayken ben yanına varamam." diyerek Peygamber Efendimizin (a.s.m.) sol tarafına geçti. Oradan hücum etmek istiyordu. Fakat, o tarafında da amcasının oğlu Ebû Süfyan bin Hâris'in durduğunu gördü: "Amcasının oğlu da onu yardımsız bırakmaz." diyerek bu sefer Peygamber Efendimizin (a.s.m.) arkasından yanına varmak istedi. Efendimize oldukça yaklaşmıştı. Kılıcını kaldırıp vurması için de artık bir engel kalmamıştı. Tam o esnada aralarında birden bire bir ateş peydâ oldu. Şeybe birden ürperdi, korktu. Ateşin kendisini yakıp kavuracağını sandı. Korkusundan gözlerini elleriyle kapayıp geri çekildi. Ancak o zaman Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Allah (c.c.) tarafından korunduğunu anlamıştı.

Geri çekildiği sırada, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ona doğru mübarek başını çevirip gülümsedi ve "Ey Şeybe! Yanıma gel!.." buyurdu.

Kâinatın Efendisinin hayatına kastetme cesaretini az evvel kendisinde bulan Şeybe o anda tir tir titriyordu. Kalbi korku ile ürperiyordu. Efendimizin yanına geldi. Peygamberimiz (s.a.v.), mübarek ellerini göğsüne koydu ve "Allah'ım! Bundan şeytanın vesvese ve desiselerini gider." diye duâ etti.

Bir anda Şeybe'nin kalbindeki intikam ve kin duygusu yok oluvermiş, yerini iman ve Peygamberimiz (s.a.v.)'e karşı sevgiye terk etmişti. O ânı Şeybe şöyle ifade eder.

"Vallahi, elini göğsümden kaldırmamıştı ki, Allah'ın yaratıklarından bana ondan daha sevgili olan bir kimse kalmamıştı."

Daha sonra Peygamber Efendimiz, "Ey Şeybe! Haydi artık kâfirlerle savaş." buyurdu.

Şeybe der ki: "Resûlullahın önünde kılıç vurup savaştım. Vallahi canım ve her şeyimle onu korumak istiyordum. O anda sağ olsaydı da babamla karşılaşsaydım, hiç çekinmeden onu da kılıçla vurup öldürürdüm."8

Böylece, "Gerek Arap gerek Arap olmayanlardan Muhammed'e tâbi olmadık kimse kalmasa bile, ben yine tâbi olmam." diyen biri daha Hz. Resûlullahın getirdiği nurun cazibesinden kendisini kurtaramayıp İslâmın saadetli sinesine kavuşmuş oluyordu.

Etrafında bir avuç mücahidle kalan Resûl-i Ekrem, düşmanın bir sel gibi üzerine akıp gelmekte olduğunu görünce, onlarla çarpışmak için boz Düldül'ü mahmuzlamak istiyor, ancak amcası Hz. Abbas Düldül'ün dizginini, Ebû Süfyan bin Hâris ise üzengisini tutup buna mani olmaya çalışıyorlardı.

Bu dehşetli hengâmede, Resûl-i Kibriyâ, Düldül'ün dizginini tutan amcası Hz. Abbas'a, "Ey Ensar cemaatı! Ey Semure ağacının altında bîat etmiş bulunan sahabîler topluluğu! Neredesiniz, diye seslen." emrini verdi. Hz. Abbas, gür sesiyle nidâ etti.9

Gür sadâ, dalga dalga vadiyi çınlattı. Kaçan mücahidler, durdular. Etraf alaca karanlıktan sıyrılıp, aydınlığa kavuştuğu gibi, mücahidler de yüreklerini kaplayan ürkeklikten sıyrılıp, kendilerine geldiler. Zihinlerinde artık şimşekler çakıyordu. "Nereye gidiyoruz? Resûlullahı kime terk ediyoruz?" diyorlardı.

Sanki daldıkları derin bir uykudan uyanır gibi olmuşlardı. Resûl-i Ekreme verdikleri vaadleri bir anda hatırlıyorlar ve toparlanmaya başlıyorlardı. Kaçan ayaklar, şimdi kan ve ölüm deryasında cesaret âbidesini andıran Peygamberimiz (s.a.v.)'in etrafına koşuşuyordu. Bozulan ordu, tekrar toparlanmaya başladı. Öyle ki, atı hızlı koşamayanlar atlarından inip kendileri olanca güçleriyle bu dâvetin ifâsını tatbike koşuyorlardı. Uhud'da da aynı durum vuku bulmuştu. O zaman da Resûl-i Kibriyânın cesareti, matenati, düşman karşısındaki sebâtı, İslâm ordusunu çok daha feci bir duruma düşmekten kurtarmıştı.

Bir anda Efendimizin etrafını saran mücahidler, kılıçlarını sıyırıp cesaret ve var güçleriyle düşmanın üzerine saldırdılar. Kılıç şakırtılarına, mücahidlerin tekbir sadâları karıştı. Düşman bir anda dehşet ve korku içinde kaldı.

Hz. Osman, Hz. Ali, Ebû Dücâne gibi kahraman sahabîler o dehşetli hengâmede Resûl-i Kibriyânın (a.s.m.) önünde düşmana göğüslerini siper ederek çarpışıyorlardı. Hz. Ali, çevikliği ve cesareti ile düşman askerlerinin cesâretini kırıyordu.

Harbin bu en şiddetli ânında Fahr-i Âlem, üzerinde bulunduğu Düldül'ün üzengisine basarak dikildi ve

"İşte şimdi fırın tutuştu! Harp kızıştı!"10 buyurdu.

Sonra da dehşetli manzarayı seyrederek,

"Ben Allah'ın Resûlüyüm, Yalan yok!"11 diye seslendi.

Bu sözleriyle o, peygamberlikle yalanın bir araya gelemeyeceğini ifâde ediyordu ve bütün kalbiyle Allah'ın va'dettiği yardımına inandığını haykırıyordu. Bu sesleniş, sabrın ve sebâtın mükâfatı olan zaferin müjdesiydi.

Bu arada Hz. Ali ile Ebû Dücâne (r.a.), düşman bayraktarlarından birini yere serdiler. Bayraktarlarının yere serildiğini gören Havazinliler korkmaya başladılar.

Mücahidleri çarpışma şevkinin sardığı, düşmanın da ürkmeye başladığı bir anda Resûl-i Ekrem Düldül'ünden indi ve Yüce Rabbine şöyle yalvardı:

"Allah'ım! Bize, yardımını indir! Muhakkak Sen, onların bize galip gelmesini istemezsin."12

Cenab-ı Hakka böylesine gönülden yalvarıp, zafer niyaz eden Efendimiz, sonra da eline bir avuç kum aldı,

"Yüzleri kara olsun!" diyerek, düşman askerlerine doğru attı.13

O anda, Resûl-i Zişân Efendimizin bir mucîzesi olarak, düşman askerlerinin gözlerine bir avuç kumdan isabet etmedik hiç kimse kalmadı.

Artık, Düşman Ordusunda Bozgun Başlamıştı

Meleklerin mücahidlerin imdadına gelmesiyle de düşman askerinin geri kalan çarpışma güçlerini alıp götürdü ve gerisin geri kaçmalarını sağladı.

Hz. Abbas, o ânı sonradan şöyle tasvir edecektir:

"Vallahi, Resûlullahın, kumu onlara doğru savurmasından sonradır ki, güçlerini yitirdiklerini, işlerinin tersine gittiğini gördüm. Sonunda Allah onları bozguna uğrattı. Allah Resûlünün, Düldül'ü tepip, onları takibe koyulduğunu, hâlâ gözlerimle görür gibiyim."14

Cenab-ı Hak, mücahidlerin gönlünde meydana gelen bir anlık bozgun burukluğundan sonra ihsan ettiği parlak zaferi, Kur'ân-ı Keriminde şöyle beyan buyurur:

"Muhakkak ki Allah pek çok yerde ve Huneyn gününde size yardım etmişti. O gün çokluğunuza güvenmiştiniz; fakat bu size bir fayda vermedi. Yeryüzü, o kadar genişliğiyle beraber, size dar geldi ve arkanızı dönüp gittiniz."

"Sonra Allah, Resûlünün ve mü'minlerin üzerine emniyet ve rahmetini indirdi, görmediğiniz ordular indirdi ve kâfirleri azaplandırdı. İşte kâfirlerin cezası budur."15

Bozguna uğrayan düşman ordusu, birkaç kısma ayrılarak savaş meydanını üzgün üzgün terk etti. Bir kısmı Tâif'e gitti. Bir kısmı Evtas'a toplandı. Diğer bir kısmı ise Nahle taraflarına doğru yol aldı.

Çarpışma sonunda, Müslümanlardan 4 şehid, düşmanın ise 70 ölü verdiği görüldü.

Düşman, harp meydanına çoluk çocuğuyla geldiği için geride esir olarak birçok kadın ve çocuk da bıraktı. Bu savaşta, mücahidlere o âna kadar elde edemedikleri bol miktarda ganimet kalmıştı.

Alınan esirler arasında Peygamberimiz (s.a.v.)'in süt kardeşi Sa'doğullarından Şeymâ da vardı. Kendisine karşı yapılan bazı sert hareketler üzerine, "Bilin ki, ben Efendinizin süt kardeşiyim." diyerek, bu sert davranışlarından vazgeçmelerini söyledi. Ancak mücâhidler, sözünde doğru olup olmadığını öğrenmek için onu alıp Huzur-u Risâlete getirdiler.

Şeymâ, "Yâ Muhammed! Ben, senin süt kardeşinim." deyince, Efendimiz,

"Bunu neyle ispatlarsın?" diye sordu.

Şeymâ, "Omuzumda bulunan diş izi ile ki, onu sen ısırmıştın."16 dedi.

İzi gören Kâinatın Efendisi, süt kardeşi Şeymâ'yı tanıdı. Kendisiyle Sa'doğulları yurdunda, koşuştukları, oynadıkları, gezdikleri Şeymâ idi bu. İnsan kadrini çok iyi bilen, kendisine yapılan en ufak bir yardım ve iyiliği seneler sonra da olsa unutmayan Kâinatın Server-i, süt kardeşi olan bu çocukluk arkadaşına ridâsını serip üzerine oturttu. Bir anda, o çocukluk günleri hafızasında canlandı. Gözleri dolu dolu oldu. Sonra da süt anne ve babasını sordu. Şeymâ, onların ikisinin de çoktan ölüp gittiklerini söyledi.

Daha sonra Şeymâ'ya, "İstersen, sevgi ve saygı görerek yanımda otur. İstersen, faydalanacağın bazı mallar verip, seni kavim ve kabilenin yanına göndereyim." buyurdu.

Şeymâ'nın cevabı şu oldu: "Sen bana mal verip, beni kavmimin yanına döndür!"17

Resûlullahın bu kadirşinaslığı karşısında Şeymâ'nın ruh âlemi aniden aydınlandı ve şehâdet getirerek saadet dairesine girdi.18 Peygamber Efendimiz kabilesinin yanına dönmek isteyen Şeymâ'ya iki köle verdi. Sonra da Ci'râne mevkiine gidip beklemesini söyledi. Tâif dönüşünde ise ona ve âile halkından hayatta bulunanlara deve ve davarlar verdi.

Düşmanın Takib Edilmesi

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bozguna uğrayan Havazinlilerin takip edilmesini mücahidlere emretti. Ordunun öncü kuvvetlerini yine Süleymoğulları teşkil ediyordu ve Hâlid bin Velid'in kumandası altında bulunuyorlardı.

Takip esnasında Resûl-i Ekrem Efendimiz bir kadın cesedine rastladı. Kadının Hâlid bin Velid tarafından öldürüldüğü söylenince, mücahidlerden biriyle derhal ona,

"Hâlid'e yetiş ve ona 'Allah Resûlü, seni çocuk, kadın ve hizmetçi öldürmekten men ediyor' de"19 diye haber gönderdi:

Bu arada, çocukların da öldürüldüğü haberi üzerine de, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurdu:

"Dikkat ediniz! Çocuk öldürülmeyecektir!"

Sahabînin biri, "Yâ Resûlallah! Onlar müşriklerin çocukları değiller mi?" diye sorunca, Fahr-i Kâinattan şu ibretli ve hakikatlı cevabı aldı:

"Sizler de hidayete ermeden önce müşriklerin çocukları değil miydiniz? Her çocuk, İslâm yaratılışı üzere doğar. Dili dönünceye kadar öyle devam eder. Sonra anne babaları, onu ya Yahudileştirir, ya da Hıristiyanlaştırır."20

Evtas'ta Çarpışma

Huneyn Vadisinde mücahidler tarafından bozguna uğratılan Havazinlilerden bir kısmının Evtas Vadisinde toplandıkları görülüyordu. Resûl-i Ekrem, Ebû Âmir el-Eş'ârî Hazretlerine bir sancak vererek bazı mücahidlerle toplanan düşman üzerine yolladı. Evtas'ta mevzilenen düşman, kendisini savunmaya geçti.

Teke tek yapılan döğüş ve vuruşmada, kumandan Ebû Âmir (r.a.), Havazinlilerden bir çoğunu yere serdi. Sonra da mızraklarla vuruşmaya başladı. Bu sırada, kumandan Ebû Âmir (r.a.), atılan bir okla ağır yara aldı ve sancağı yeğeni Ebû Mûsa el-Eşârî'ye vererek onu kumandan tayin etti. Bir müddet sonra da aldığı ağır yaranın tesiriyle şehid olarak hayata gözlerini yumdu.21

Kumandanlığa geçen Ebû Mûsa, savaşa girişti ve düşman kuvvetlerini dağıtmaya muvaffak oldu. Düşman, oradan doğruca Taif'e gidip sığındı. Daha önce de kumandanları Mâlik bin Avf gidip oraya sığınmıştı.

Peygamber Efendimiz, çarpışmadan kesin netice almak istiyordu. Huneyn'deki çarpışmayla bu kesin netice henüz elde edilmiş değildi. Düşman, Taif'e sığınmıştı. Bu sebeple Taif üzerine yürümek gerekiyordu.

Buna binâen, Huneyn Savaşında elde edilen ganimetler ve alınan esirleri Ci'râne mevkiine gönderdi ve orada muhafaza edilmesini, vazifelendirdiği sahabîlere bildirdi.22

Resûl-i Ekrem, henüz Huneyn mevkiinden ayrılmamıştı. Öğle namazını kılmış ve istirahat etmek üzere bir ağacın gölgesinde oturuyordu.

Bu sırada iki kişinin huzuruna girdiği fark edildi. Bunlar Gatafanların reisi Uyeyne bin Hısn ile Akrâ' bin Hâbis idi. Uyeyne, Peygamberimiz (s.a.v.)'den haksız yere öldürülen Âmir bin Azbat'ın kanını dâvâ ediyor ve katil Muhallim bin Cessâme'nin kendilerine teslimini istiyordu.*

Uyeyne bin Hısn, "Vallahi, yâ Resûlallah! O benim kabilemin kadınlarına ölüm acısını tattırıp, canlarını yaktığı gibi, ben de onun kadınlarına ölüm acısını tattırıp canlarını yakmadıkça, yakasını bırakmam." diyerek Muhallim bin Cessâme'nin kısas için kendisine teslimini istiyordu. Akrâ' bin Hâbis ise Muhallim'i müdafaa ediyordu.

Resûl-i Ekrem, "Onun diyetini kan bedelini alsan olmaz mı?" diye teklifine Uyeyne bin Hısn yanaşmadı. Bu sırada sesler yükseldi, gürültüler çoğaldı.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, "Hayır, bu seferimiz sırasında elli deve, dönüşümüzde de elli deve diyet alacaksın." diye teklifte bulundu. Ancak, Uyeyne aynı şekilde bu teklifi de kabule yanaşmadı.

Uzun uzun konuşulduktan sonra Uyeyne bin Hısn, teklif edildiği şekilde diyet almayı kabul etti.23 Böylece Resûl-i Ekrem, halk arasında az da olsa gerginliğe sebep olan bir kan davasını halletti. Fakat işin, ibret alınması gereken bir tarafı da bundan sonra cereyan etti.

Müslümanlar Muhallim bin Cessâme'ye, "Resûlullahın huzuruna çık, yaptığın bu hareketinden dolayı senin için Allah'tan mağfiret dilesin." deyince, uzun boylu, üzerine yeni bir elbise giymiş ve kısasa kendisini hazırlamış bulunan Muhallim Huzur-u Risâlete vardı. Efendimizin önünde diz çöktü. Mahzundu, üzgündü, gözlerinden yaşlar akıyordu. Yaptığı şeyden pişmanlık duyduğunu ve Allah'a tövbe ettiğini söyleyerek, Resûlullahtan, Allah'tan mağfiret dilemesini istedi:

"Yâ Resûlallah! Pişmanım, Allah'a tövbe ediyorum. Benim için Allah'tan mağfiret dile!"

Resûl-i Ekrem, "Kimsin sen?" diye sordu.

"Muhallim bin Cessâme" diye cevap verdi.

Resûl-i Ekrem, "Demek sen, ona [Âmir'e] Allah'ın emânıyla emân verdin [selâmına karşılık selâm verdin] sonra da onu vurup öldürdün, öyle mi?"

buyurunca, Muhallim bin Cessâme başını önüne eğdi ve sustu. Efendimiz, sonra da ellerini kaldırarak, yüksek sesle,

"Allah'ım! Muhallim bin Cessâme'yi affetme." diye beddua etti.

Bedduayı duyan Muhallim'in tüyleri diken diken oldu. Uğrayacağı âkıbetin dehşetini düşünerek tir tir titremeye başladı. Tekrar yalvardı,

"Yâ Resûlallah! Pişmanım! Allah'a tövbe ediyorum! Ne olur benim için Allah'tan af dile!"

Ne varki, Muhallim'in bu yakarışı da pek fayda etmiyor ve aynı şekilde Hz. Resûlullahın bedduasına uğruyordu. Sonra da huzurdan kovuluyordu.

Yapılan bedduanın üzüntüsü ve uğrayacağı âkıbetin dehşeti Muhallim'i ancak bir hafta kadar ayakta tutabildi. Ölünce, onu gömdüler. Ne var ki, toprak ölüsünü kabul etmiyordu. Defalarca gömdükleri halde, toprak yine cesedini dışarı attı.24 Sonunda kavmi, üzerine taş yığarak onu iki dağ arasında bıraktı.25

Durumu Efendimize intikal ettirdiklerinde, şöyle buyurdular:

"Vallahi, toprak ondan çok daha kötülerinin üzerini örtmüştür. Fakat, Allah aranızdaki [haksız yere adam öldürme] yasağı hakkında size gösterdiği bu hâdiseyle öğüt ve ibret vermek istemiştir."26

Dipnotlar:

1. Tabakât, 2:149.
2. Sîre, 4:80; Taberî, 3:126.
3. Sîre, 4:83; Taberî, 3:127.
4. Sîre, 4:48; Taberî, 3:128.
5. Sîre, 4:87.
6. Tabakât, 2:150.
7. İnsanü'l-Uyûn, 3:70.
8. Zâdü'l-Mead, 2:208; Uyunü'l-Eser, 2:191.
9. Sîre, 4:87; Taberi, 3:128.
10. Sîre, 4:87; Tabakât, 2:151; Taberî, 3:129.
11. Tabakât, 2:151.
12. Müslim, 3:1401; insanü'l-Uyûn, 3:69.
13. Tabakât, 2:151; Müslim, 3:1402.
14. Müslim, 3:1399.
15. Tevbe Sûresi, 25-26.
16. Sîre, 4:100-101; Taberî, 3:131-132.
17. Sîre, 4:101; isâbe, 4:344.
18. İsâbe, 4:344.
19. Sîre, 4:100.
20. Megazî, 3:903.
21. Buharî, 3:68.
22. Sîre, 4:101.

* Mekke Fethine çıkıldığı sırada Peygamberimiz (s.a.v.), hedef şaşırtmak gayesiyle, Ebû Katade kumandasında bir birliği Batn-ı izam tarafına göndermişti. Mücahidler yolda Âmir bin Azbat'a rastlamışlardı. Âmir, mücahidleri İslâm selâmıyla selâmladığı halde, şahsî bir düşmanlık ve kinden dolayı, Muhallim bin Cessâme tarafından öldürülmüştü. İşte Uyeyne bin Hısn'ın istediği kan davası bu idi.

23. Sîre, 4:276.
24. Sire, 4:277.
25. a.g.e., 4:277.
26. a.g.e., 4:277.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun