Nesh / nesih ve tarihsellik nedir, aralarında bir ilişki ve bağlantı var mı varsa nasıldır?

Tarih: 20.02.2007 - 15:45 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Tarihsel, tarihsellik ya da tarihselcilik hakkında bir değerlendirmede bulunmak için şu makaleyi okumanızı tavsiye ederiz.

HAKK, HUDÛDULLAH VE SÜNNETULLAH KAVRAMLARI ÇERÇEVESİNDE VAHYİN TARİHSELLİĞİ İDDİASININ ELEŞTİRİSİ

Kur’an-ı Kerim’i en iyi anlatan yine kendisidir. Bu sebeple Kur’an üzerine konuşurken öncelikle o konuda Kur’an’ın ne söylediğine bakılmalıdır. Bu makalede günümüzün sık tartışılan konularından "Vahyin tarihselliği" iddiası “hakk”, “Hudûdullah” ve “Sünnetullah” kavramları çerçevesinde ele alınacaktır. Konuyla ilgili diğer Kur’an kavramlarına işaret edilmiş, tafsilatı daha hacimli çalışmalara havale edilmiştir.

Tarihsellik / tarihîyye/ historicism, bilgi, değer yargıları ve normların özü itibarıyla tekrar edilemez tarihsel bir durumda ortaya çıktığını; tarih içinde sürekli değişerek daha mükemmele doğru bir seyir izlediğini savunan görüşleri anlatmak için kullanılan ortak bir terimdir. Metottan ziyade bir eğilimi ifade ettiği için tanımı konusunda da ittifak yoktur. Tarihselcilere göre, hiçbir öğreti bütün zamanlara hitap edemeyeceği için, her birey, tarihi hadiseleri kendi tecrübesi ışığında ve kendi geleceği açısından yeniden yorumlamalıdır.

Tarihsellik, konumuz açısından bizi şu iki temel özelliği itibarıyla ilgilendirmektedir: Bilginin değişkenliği ve değerlerin izafiliği. Buna göre tarihin belirli bir döneminde telif edilen veya dile getirilen bilgilerin, hukuki ve ahlâki müeyyidelerin o dönemin ürünü olması ya da özelliklerini yansıtması kaçınılmazdır. Dolayısıyla tek doğru ve mutlak hakikatten bahsedilemez. Fen ve tabiata dair gözlem ve deneye dayalı bilginin sürekli mükemmelleşmesi gibi insana dair ahlâk, estetik ve hukuk hakkındaki bilgilerimiz de sürekli bir tekamül çizgisi takip etmektedir. Bu teoriyi benimseyenler, vahyin tarihsel bir dil kullandığını, tarihin belirli bir dönemindeki insanın konumu esas alınarak indirildiğini; öte yandan vahye muhatap olan insanların da tarihsellikten kurtulamayacağı tezlerinden hareketle, belli bir zaman ve mekan diliminde indirldiği için vahyin tarihsel bir durumu dile getirdiğini, dolayısıyla tarihsel olduğunu iddia etmektedirler. Bu iddia sahipleri söz konusu tarihsellik problemini aşmak için, Kur’an’ın genel ilke ve hedeflerinden (makâsıd) hareketle her devir aydınlarının kendi dönemlerindeki problemlere çözümler sunması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Bir kısım tarihselciler ise biraz daha ileri giderek Kur’an metninin tarihselliğinin Müslüman aydının eleştirel aklı/akılcılığı ile aşılabileceğini iddia etmişlerdir.

Kur’an’ı anlamada ve tefsir geleneğinde zaman ve mekan unsurları ihmal edilmemiştir. Hatta tarihî arka planın bilinmesi, nüzûl sebeplerinin tespit edilmesi, muhatapların ruh hallerinin tanınması, devrin sosyal ve kültürel özelliklerinin kavranması, bunun yanında Arap dilinin gramer ve söyleyiş özelliklerine vukûfiyet, Kur’an’ın doğru anlaşılması için vazgeçilmez bazı esaslar olarak kabul edilmiştir. Ancak bütün bunları felsefi anlamda tarihsellik kavramının içinde değerlendirmek mümkün değildir. Zira tarihsellik kavramı öncelikle bir tamamlanmamışlık durumunu ihtiva etmekte, değişim ve süreç fikrini öngörmekte, sürekli ilerleme ve yeniden yorumlama faaliyetini ifade etmektedir. Bunun yanında tarih üzerinde tasarruf eden bir Yaratıcı fikrine, bütün zaman ve mekanı kuşatan Vahiy hakikatine sıcak bakmamaktadır.

Felsefi anlamda tarihsellik fikrini bir yana bırakır, tarihselliği geçmişi anlamaya dair bir metod olarak tasavvur edersek, bu metodun da uygulanabileceği alanlar ve yararlı bazı sonuçları olması tabiidir. Her meselenin kendi mahiyetine uygun metotla ele alınması gerektiğini ifade eden Rene Guenon,

“Tarihî metodun haklı olarak uygulandığı yerler elbette vardır; bizim karşı çıktığımız yanılgı, bu metodun her şeye uygulanabilir olduğunun sanılması ve fiilen verebileceğinden başka şeylerin de bu metottan elde edilmek istenmesidir.”

diyerek, tarihi bilginin derinlemesine araştırılarak (tebahhur) ortaya çıkarılmasını hedefleyen metodun bazı yararlı sonuçları olduğunu kabul etmektedir. Ancak mutlak hakikatin bilgisine bu araştırmalar ile varılamayacağı açıktır. Vahyin en temel mesajı itikadî ilkeler, fıkhî normlar ve ahlâki değerlerdir. Fıkıh ve ahlâk, normatif / kural koyucu yapısı itibarıyla, yaptırım gücü kaynağının kudsîliğine ve eskiliğine / kadim bağlı alanlardır. İtikad alanı ise mahiyeti itibarıyla müteâl; tarih ve beşeri idrak üstüdür. Bu alanla ilgili gerçekler ise vahiyle açığa kavuşturulur.

Doğu halklarının tarih telakkisi yoktur, şeklindeki oryantalist ön yargıya dayanılarak Kur’an’ın anlaşılmasında müfessirlerin, tarihî perspektifi ihmal ettikleri iddiası katiyen gerçeği yansıtmamaktadır. İslam bilginleri ilk dönemlerden itibaren, saâdet asrında konuşulan dili ve Arapçayı kullanım özelliklerini belirlemeye büyük önem vermişlerdir. Bunun yanında, daha sonraları bir takım mahzurları ortaya çıksa da, Beni İsrail ile ilgili haberleri öğrenmişler, Tevrat ile mukayese etmek suretiyle geçmiş milletlerin tarihinden Kur’an’ı anlamada yararlanmışlardır. Kur’an, tarihi belirli bir dönemle sınırlamamış, insanlığın başlangıcından kâinatın sonuna kadar zamanın bütün anları üzerine beyanlarda bulunmuştur. Kur’an’ın zamana verdiği bu önem sebebiyledir ki ilk evrensel tarihler, Müslüman tarihçiler tarafından kaleme alınmıştır. Kur’an’da iki yerde geçen “dehr” kavramı (Câsiye, 45/24) ilk yaratılıştan itibaren zamanın tamamını ifade eden bir kelimedir. Nitekim “dehr” kelimesinin geçtiği bir diğer âyette

“Dehrin akışı içinde öyle zaman geçti ki, o dönemde, insanın adı bile anılmazdı.” (İnsan, 76/1)

buyrularak ilk yaratılış anı, insanların dikkatine sunulmuştur. Ayrıca,

“Yemin ederim zamana.” (Asr, 103/1)

âyetiyle zamana yemin edilmek suretiyle, zamanın önemi vurgulanmıştır.

Tarihî bilgilerin Kur’an tefsirinde, bilhassa sosyal ve beşeri durumları izah eden âyetlerin anlaşılmasında yararlı bazı sonuçları olması kaçınılmazdır. Bu açıdan Kur’an’da anlatılan olayların tarihi sebeplerinin bilinmesinin, bunların tarih felsefesi çerçevesinde değerlendirilmesinin faydası açıktır. Zira Kur’an’ın indirildiği dönemi bütün yönleriyle bilmeden Kur’an’ı anlamak mümkün değildir. Bunun yanında Kur’an’ı kendi derinlikleri ölçüsünde anlayabilmek için Kur’an’da anlatılan olayların cereyan ettiği devirle, kendi devrimiz arasında münasebetler kurulmasının da bazı sosyal olayları anlamada faydalı sonuçları olacağı açıktır. Bu sebeple Kur’an, her bir kelimesi bize ve kendi devrimize bakıyor gibi mütalâa edilmelidir. Ancak Kur’an’ın indirildiği devir ile kendi zamanımız arasında irtibatlar kurulurken hiç şüphesiz asıl kaynak ve mehazın saâdet asrı olduğu unutulmamalı, Kur’an’ın muhkem nasları asıl anlamlarından uzaklaştırılmadan yorumlanmalıdır. Kur’an tefsirinde kendi dönemimizdeki ideolojiler, moda fikir akımları ve şüpheli maslahatlar esas yapılarak, âyetlerin asıl anlamlarının üzeri örtülmeye çalışılmamalıdır.

Kur’an-ı Kerim, zaman zaman İlahî tenezzülât kabilinden, o dönemde yaşayan insanlarının hayatlarından örnekler vermiş, onların örf ve âdetlerine atıflar yapmıştır. Ancak verdiği bilgiler ve ilettiği hakikatlerde tarihe / zamana bağımlı beyanlarda bulunmamıştır. Aksine sürekli, doğru ve gerçeği/hakkı bildirdiğini, değişmez kurallar vaz’ ettiğini vurgulamıştır. Kur’an’ın bu maksatla yaptığı açıklamalar incelendiği zaman, sıkça “hakk” kavramı üzerinde durduğu görülmektedir. Bu ifadeyle dikkatlerimizi kaynağındaki güvenilirliğe çekmekte ve Kur’an hükümlerinin mutlak doğru ve âdil olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun yanında Allah’ın hükümlerinin “Onun sınırları / hudûdu” olduğu belirtilerek, bu hudûdlara riayet edilmesi gerektiğini muhataplara hatırlatmak maksadıyla “Hudûdullah” kavramını kullanmaktadır. Böylece dinî hükümlerin değeri hakkında bilgi verilmiş olmaktadır. Son olarak kâinatta, tarihte, sosyal ve ferdi hayattaki nizamı ifade etmek için “Sünnetullah” tabirini kullanmakta; değişim ve zamana bağlı izafilik fikrini reddetmektedir. Anılan bu üç kavramdan Kur’an’da en sık zikredilen şüphesiz “hakk” kelimesidir.

Hakk

Tarihselciliğin benimsenmesi durumunda mutlak doğru, değişmez hakikatten bahsetmek mümkün değildir. Halbuki Kur’an, “Hakk” kavramı üzerinde ısrarla durur, Kur’an’ın hak ile indirildiğini, (Bakara, 2/176) bildirerek,

“Hak, Rabbinin tarafından gelir, bunda hiçbir tereddüdün olmasın.” (Al-i İmrân, 3/60)

buyurur. Aynı zamanda Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi olan “Hakk” kelimesinin, gerçeklik, doğruluk, kesin bilgi, vakıaya uygun söz, adalet ve liyakat gibi anlamları bulunmaktadır. Hakk’ın karşısında ise zann, reyb/şüphe, bâtıl ve dalâlet terimleri kullanılmıştır. Birçok âyet-i kerimede ısrarla hak teriminin üzerinde durulması, Kur’an’ın verdiği bilgilerin, mutlak hakikatı ifade ettiğini, Kur’an’ın vaz’ ettiği hükümlerin mutlak doğru ve adalete uygun olduğunu bildirmek içindir. Tarihselliğin en önemli zaaflarından birisi izafilik/görecelik problemini aşamamasıdır. Kelâm bilginleri, “eşyanın hakikati sabittir” ilkesini ortaya koyarak, daha baştan ifrat şeklini geçmişte sofistlerde bulan izafilik düşüncesini ve onun temel dayanağı olan, hakikatin hiçbir zaman tam ve mükemmel bir şekilde bilinemeyeceği, tezini reddetmişlerdir.

Hakk kelimesi, Kur’an’da izafetle “dinü’l-hakk” (Saf, 61/9) ve “hakka’l-yakin” (Vâkı’a, 56/95) şeklinde zikredilmiştir. Bu ifadeler hakk teriminin temel anlamının “gerçeğe uygunluk” olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde Allah Teâlâ’nın (Hac, 22/62) ve Kur’an’ın “hakk” (Yûnus, 10/94) olarak nitelendirilmesi de vahyin hak kavramına, dolayısıyla adalet ve doğruluğa ne denli önem verdiğini açıkça ortaya koymaktadır. Hak terimi ile Kitab / Kur’an ve hüküm arasında yakın ilgi bulunduğu görülmektedir. Kitab’ın hak ile indirildiği hükmün hak olduğu vurgusu Kur’an’da sık tekrarlanan hususlardır. Nitekim bir âyette,

“İnsanlar arasında Allah’ın sana bildirdiği şekilde hükmetmen için biz sana kitabı gerçeğin, hakkın ta kendisi olarak indirdik.” (Nisâ, 4/105)

buyrulmuştur. Görüldüğü üzere, hükümlerin uygulanması onların hak olmasına bağlıdır. Onların bu özelliği devam ettiği sürece geçerlilikleri de devam edecektir. Kur’an hükümlerinden birisinin geçerliliğini yitirdiğini iddia etmek, o hükmün “hakk” olduğunu kabul etmemek anlamına gelmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de ısrarla “Kur’an’ın nüzûlünün hak ile olduğu” vurgulanmıştır:

“İman edenlere tam bir sebat vermek ve Allah’a teslimiyet gösterecek Müslümanlara bir hidayet ve müjde olmak üzere Kur’an’ı Rabbin tarafından hak olarak getiren, Ruhu’l-kudüstür.” (Nahl, 16/102).

Bir başka âyette ise

“Biz Kur’an’ı hak olarak indirdik. O da hakkın ve gerçeğin ta kendisi olarak indi.” (İsrâ, 17/105)

buyrularak, vahyin hak ile indirildiği gibi neticesi itibarıyla da yalnızca “hakkı” ihtiva ettiği ifade edilmiştir. Bu âyetin ilk cümlesinde, bir kısım tarihselcilerin ileri sürdüğü “vahyin o anki tarihsel durumu esas aldığı” iddiasının, ikinci cümlede ise gelecekte Kur’an’ın bir kısım hükümlerinin yetersiz kalması gibi bir durumun söz konusu olamadığı ifade edilmiştir. Kısaca ifade edersek bu âyetlerde Kur’an’ın ne vahyin nüzûl sürecinde ne de sonrasında mutlak “hakk”ın dışında bir şey ihtiva etmediği bildirilmiştir. Bundan dolayı Allah Teâlâ, ısrarla hak olarak indirilen vahiyde şüphe edilmemesini emretmekte,

“Celalim hakkı için sana Rabbin tarafından hakk gelmiştir, bundan en ufak bir tereddüdün olmasın.” (Yûnus, 10/94)

buyurarak, Peygamberimiz’in (asm) “şüphe edenlerden olamayacağı” bildirilerek, hakkın karşısında şüphenin bulunduğu beyan edilmektedir.

Hak ile bu kelimeden türeyen hakikat terimi arasında yakın ilgi bulunmasına rağmen, aralarında önemli bir fark bulunmaktadır. Hakikat, bir şeyin ne olduğunu bildiren bilgidir. Hak ise, bir şeyin ne olduğunun hikmetle açıklanmasıdır. Bu sebeple “hakk”ın hatalı ve yanlış olması mümkün değildir. Hakikat hakkında herkes konuşabilir, “hak” ise ancak Hakîm tarafından beyan edilir. Nitekim bir âyet-i kerimede,

“Azabı çabuklaştırmak veya ertelemek hakkındaki hüküm ancak Allah’ındır. O hak / doğru haber verir. O doğruyu eğriden ayırt edenlerin, hükmedenlerin en hayırlısıdır.” (En’âm, 6/57)

buyrularak, hakk kavramının dini hükümleri de ifade ettiği, bu hükümlerin en temel niteliğinin “adalet, doğruluk ve gerçeklik” olduğu vurgulanarak vahye dayalı hükümlerin evrenselliği dile getirilmiştir.

Tarihselcilerin özellikle üzerinde durduğu hususlardan birisi Kur’an’da bildirilen ceza hukukuna dair hükümlerdir. İslamî literatürde bu hükümlere “hadd” denilmektedir. Hadd kelimesi Kur’an-ı Kerim’de hem “hudûd” şeklinde hem de “Hudûdullah” olarak toplam on dört yerde geçmektedir.

Hudûdullah

Hadd, sözlükte engel, engelleme, bir şeyin kenarı ve iki şey arasını ayıran sınır anlamlarındadır. İki şey arasını biri diğerine karışmaması için ayırmak ve bir şeyin en uç noktasını ifade etmek için, sınır anlamında hudûd terimi kullanılmıştır (İbn Farîs, Cevherî, Asım Efendi). Cezalara had denilmesi ise, haddin suçluyu tekrar suç işlemekten alıkoyması, engellemesi ya da haddin cezanın son sınırı olması sebebiyledir. Had kelimesi ayrıca tanım anlamında da kullanılmıştır. Tanım / had, bir şeyi en kısa yoldan açıkladığı ve onun diğer nesnelerden ayrılmasını sağladığı için, ihtiva ettiği bu engelleme anlamından dolayı “had” diye adlandırılmıştır (Ebû Hilâl el-Askerî).

Kur’an-ı Kerim’de on iki yerde geçen “Hudûdullah” terimi ise, Allah Teâlâ’nın haram ve helal olduğunu bildirdiği hükümlerdir. Ünlü dil bilgini Ezherî’ye göre “hudûdullah” iki kısımdır. Birinci kısım, Allah Teâlâ’nın yeme, içme, evlenme ve benzeri meselelerde helal ya da haram olduğunu beyan ettiği hususlardır. Bunlar Allah Teâlâ’nın tecavüz edilmesini yasakladığı son sınırlar olmaları hasebiyle “hudûdullah” diye adlandırılmıştır. İkinci grup hadler ise cezalardır. Yasaklanan hükmü engelledikleri, haram ile helal arasını ayırdıkları ve yaklaşılmaması gereken sınırları belirledikleri için cezalara “hadd” denilmiştir (İbn Manzûr).

Hadd terimi Kur’an’da birinci kısımda bildirilen emir ve yasaklar anlamında zikredilmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de evlilik hukuku ile ilgili düzenlemelerin anlatıldığı âyetin sonunda,

“İşte bunlar Allah’ın tayin ettiği sınırlardır ki sakın onları aşmayasınız. Her kim Allah’ın hudutlarını aşarsa işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Bakara, 2/229)

buyrularak Kur’an’ın emir ve yasaklarına uymanın önemine dikkat çekilmiştir. Kur’an-ı Kerim’deki bir diğer âyette ise

“Allah’ın hudutlarına yaklaşmayın.” (Bakara, 2/187)

buyrulmuştur. Bu âyeti büyük müfessir Hamdi Yazır, “Ahkâm-ı mezkure Allah’ın vaz’ ettiği huduttur; binaenaleyh tecavüz şöyle dursun bunlara yaklaşmayın bile.” şeklinde yorumlamış; anılan âyete ve “Allah’ın korusu olan haram kıldığı şeylere yaklaşılmamasını” (Buhârî, İmân, 39) emreden hadise ve benzeri diğer naslara dayanarak fıkıh âlimlerinin “sedd-i zera’î” ile ilgili kaideleri istinbat ettiklerini söylemiştir.

Hudûdullah’ın üçüncü bir anlamı ise dindir. Kur’an-ı Kerim, “hudûdullah” olarak nitelenen kuralların kabulünü iman ile ilişkilendirmektedir:

“İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır (hudûdullah). Kim Allah’a ve resûlüne itaat ederse Allah onu, içinden ırmaklar akan cennetlere ebedî kalmak üzere yerleştirir. İşte en büyük başarı budur. Kim de Allah’a ve resûlüne isyan eder ve Allah’ın sınırlarını aşarsa, Allah onu da ebedî kalmak üzere ateşe koyar. Hem onu zelil ve perişan eden bir azap vardır.” (Nisâ, 4/13, 14).

Bu âyetler, hudûdullahın dinî hükümleri ifade etmesinin yanı sıra “din” terimine yakın bir anlamının olduğunu da ortaya koymaktadır (Kotan, 330).

Hudûdullah teriminin “din” terimine yakın bir anlam taşıması onun had cezalarını ifade etmek için kullanılamayacağı anlamına gelmez. Kur’an’da bildirilen had cezaları, Allah’ın hükümlerinin en kesin olanlarıdır. Bu sebeple olsa gerek ki Peygamberimiz (asm), ceza anlamında “hadd” kavramını kullanmayı tercih etmiş; konuyla ilgili hadisler, hadis kitaplarının “Kitâbu’l-Hudûd” bölümlerinde tasnif edilmiştir. Bunun yanı sıra bazı hadislerde, şer’î hükümler anlamında, Hudûdullah tabiri de zikredilmiştir. Bir hadislerinde Peygamberimiz (asm),

"Sizden bazı kimselere ne oluyor da Allah’ın hudûduyla oyun oynar gibi hanımına 'Seni boşadım, vazgeçtim (rücû’ ettim), yine boşadım.' diye konuşuyor.” (İbn Mâce, Talâk, 1)

buyurmuştur. Görüldüğü üzere bu hadiste talak, Allah’ın hudûdu olarak nitelendirilmiştir. Hudûdullah teriminin, din mânasında ve İlahî hükümler anlamında zikredildiği hadisler de vardır. Peygamber Efendimiz (asm) bir hadislerinde (şöyle buyururlar):

“Allah’ın hudûduna riayet eden ve etmeyenin misali, gemideki bir grup insanın kura ile gemiye yerleşmesinin misali gibidir. Kurada bu yolcuların bir kısmına geminin güvertesi diğer bir kısmına ise ambarı çıkmıştı. Ambarda bulunan yolcular su içmek istediklerinde üstteki yolculardan alırlardı. Sonra biz, kendi katımızdaki kısımdan bir delik açsak da üsttekilere rahatsızlık verip durmasak derler. Üsttekiler onları kendi haline bıraksa farkına varmadan topluca mahvolurlar. Onların ellerindekileri (kesici aletleri) alsalar hep birlikte kurtulurlar.” (Buhârî, Şirket, 6).

Kur’an’da zikredilen hüküm anlamındaki terimlerden bir diğeri ise “Sünnetullah”tır. Bu terim “Hudûdullah”a nazaran biraz daha genel mânada kullanılmış olmakla birlikte, özellikle ilk dönem Müslüman bilginler tarafından “hüküm” anlamında tefsir edilmiştir.

Sünnetullah

Sünnet, sözlükte yüzün görünen ön kısmı, tabiat, huy, sîret ve yol anlamlarına gelmektedir. Sünnet, öncekilerin açtığı, sonrakilerin izlediği yol demektir. Âdet, insanların kendi alışkanlıklarıdır. Sünnetin âdetten farkı ise sünnetin, geçmiş bir örneğe dayalı bir davranış olmasıdır (Ebû Hilâl el-Askerî). Sünnet tabiri, lafza-i Celal ile birlikte de kullanılmıştır. “Sennellahu sünneten” tabiri “Allah Teâlâ, sağlam bir yol açıkladı.” anlamındadır. Kur’an-ı Kerim’de sekiz defa geçen “Sünnetullah” terimi ise Allah Teâlâ’nın hükümleri, emir ve nehiyleri anlamındadır (İbn Manzûr). Asım Efendi’nin tabiriyle,

“İlahî Sünnet, hüküm, emir ve nehiy tarikînden ibarettir.”

Sünnet kelimesinin hem sözlük hem de yukarıda işaret edilen terim anlamlarında “süreklilik ve düzenlilik” mânalarının bulunduğu görülmektedir. Sürekli ve düzenli olanın ise değişmemesi gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Sünnetullah’ta tebdil ve tahvil olmayacağı” (Ahzâb, 33/62; Fâtır, 35/43; Feth, 48/23) bildirilmiştir. “Tebdil”, bir şeyi başka bir şeyle değişmeyi, “tahvil” ise bir durumdan başka bir duruma dönüşmeyi ifade etmektedir. Bu âyetlerde gelecek zaman kipi kullanılarak “Sen Sünnetullah’ta kesinlikle hiçbir değişiklik bulamazsın ve bulamayacaksın” buyrulmuştur. Bu durumda "Sünnetullah" teriminin, Allah Teâla’nın küllî hükümlerini ve onun hikmetini gerçekleştirmekte izlediği yolu / nizamı ifade ettiği söylenebilir.

Peygamberlerin tebliğ ettikleri şer’î hükümlerde bazı farklılıklar bulunsa da esas maksatlarda farklılık bulunmadığını ifade eden Râgıb el-İsbehânî (ö.502/1108),

“Allah’ın öteden beri cari olan kanunu budur. Ve sen Allah’ın nizamında hiçbir değişiklik bulamazsın.” (Fetih, 48/23)

âyetinde de Allah’ın ezelden beri geçerli kanunları bulunduğunun vurgulandığını söyleyerek, âyette geçen Sünnetullah kavramını dinî hükümler anlamında yorumladığını göstermektedir. Kur’an’da geçen “sünnet” terimi “Resûllerin sünneti” anlamında da kullanılmıştır:

“Senden önce gönderdiğimiz resûllerin sünneti budur. Sen bizim sünnetimizde asla bir değişiklik bulamazsın.” (İsrâ, 17/77).

Bu âyetteki “resûllerin sünnetinden” maksat, onların davranışları, ahlâkları ve amellerinin bütünüdür.

Kur’an-ı Kerim’de dört defa geçen “sünnetü’l-evvelîn” tabiri, öncekilerin yolu âdeti anlamındadır (Asım Efendi). Bu tabiri “onlardan öncekilere tatbik edilen İlahi Kanun” şeklinde (Hak Dini, VIII, 18) Sünnetullah teriminin ifade ettiği anlama yakın yorumlamayı tercih eden müfessirler de vardır (bk. Özsoy, s. 58). Bu durumda Allah Teâlâ’nın geçmiş ümmetlerle ilgili sünnetinin de aynı şekilde cari olduğu anlaşılmaktadır. Konuyla ilgili bir âyette İlahî Sünnet’in değişmeyeceği,

“Onlar yurtlarından çıkarmak için seni tedirgin edip dururlar. O takdirde kendileri de senden sonra pek az kalır, sonra da yok olur giderler. Senden önce gönderdiğimiz resuller hakkında cari olan ilahî kanun budur. Sen bizim sünnetimizde asla bir değişiklik bulamazsın.” (İsrâ, 17/76, 77).

Bu âyette Allah Teâlâ’nın geçmiş toplumlarla ilgili hükümlerini ve nizamını nasıl değiştirmeden uyguladığı anlatılmaktadır. Böylece Allah Teâlâ’nın öncekiler ve sonrakilerle ilgili hükümlerinin değişmeyeceği, onun nizamında bir değişiklik, farklılık bulunmadığı bildirilmektedir.

Kur’an-ı Kerim, gerek hüküm olarak gerekse verilen haberler olarak vahiyde asla bir değişiklik olmayacağını birçok âyette bildirmiştir. Bir âyet-i kerimede,

“Rabbinin sözü (kelimetü Rabbike), doğruluk ve adalet bakımından tam kemalindedir. Onun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O hakkıyla işitir ve bilir.” (En’âm, 6/115)

buyrulmuştur. Keza bir başka âyette bu husus,

“Allah’ın hükümlerinde (kelimât) asla değişiklik yoktur.” (Yûnus, 10/64)

şeklinde vurgulanmıştır. Bir başka âyette Kur’an, kitap olarak nitelenerek, değiştirilemeyeceği açıkça bildirilmiştir:

“Sana vahyedilen Rabbinin kitabını oku. Onun sözlerini değiştirecek güç yoktur ve odan başka sığınak bulman da mümkün değildir.” (Kehf, 18/27).

Bütün bu âyetler Kur’an’ın bildirdiklerinde hiçbir değişiklik olmayacağını vurgulamasının yanı sıra, insanın zihniyet ve psikolojik özelliklerine bağlı olarak sürekli değişen anlamlarının olamayacağını da ifade etmektedir. Zira dile ve kişiye bağlı olarak anlamanın ötesinde beyan edilen sabit doğrular olması gerekir ki, bu sabit değişmezlerin kısmen farklı anlaşılabilmesinden bahsetmek mümkün olsun. Varlığı sabit olmayanın farklı anlaşılması muhaldir. Zira bu durumda elde yorumlanacak bir şey mevcut değildir. Değişiklikten bahsedilecekse buradaki değişiklik vahyin bildirdiği hakikatlerin kendisinde değil, insanın algı ve idrakiyle ilgili insandan kaynaklanan değişikliktir.

İnsan, toplum ve her varlık için takdir edilmiş bir yol/sünnet vardır. İnsan diğer varlıklar gibi bu yolda cebrî yürümez. Kendi iradesi ile salihlerin ya da asilerin yolunu seçme hürriyetine sahiptir. Tarih, hür irade sahibi insanların geçmişte yaptıkları işlerin bütünü olduğuna göre, tarihte de cebri bir kanundan bahsedilemez. Ancak Allah Teâlâ, ilmiyle her şeyi bir anda bildiği için, tarihin başlangıcı ile sonu arasında ne olup bittiğini vahiyle peygamberlerine bildirmiş, tarihteki benzerlikleri bir nizam/sünnet olarak beyan etmiştir. Ayrıca Allah Teâlâ’nın kâinata bir gaye ve nizam koyduğu gibi tarihe de bir gaye vaz’ ettiği unutulmamalıdır. Bu nedenle tarihin insanların kendi iradeleriyle yaptıkları fiillerden ibaret olduğunu söylemek mümkün değildir.

“Göklerde olan, yerde olan herkes, ihtiyaçları için ona yalvarır. O, her an yeni tecellilerle iş başındadır.” (Rahmân, 55/29)

âyetinde ifade buyrulduğu üzere, Allah Teâlâ her an yaratıcılığını tezahür ettirmektedir.

İnsan tabiatı her devirde aynı olduğu ve kulun insanlarla ve Yaratıcısı ile münasebetleri her dönemde benzer şekilde cereyan ettiğinden dolayı, geçmiş ve gelecek arasında sıkı bir ilişki bulunduğu görülmektedir. Geleceğe dair bir takım ilkeler geçmişe bakılarak çıkarılabileceği gibi bazan şimdiki zamana bakılarak da geçmiş/tarih daha iyi anlaşılabilir. Bu nedenle,

“Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnatının âyinesi olduğu gibi, müstakbel dahi mazinin tarlası ve ahvâlinin âyinesidir.” (Nursî, Sözler, s. 333)

denilmiştir. Geçmiş ve geleceğin sahibi / hâlikı aynı olduğu için tarihin her döneminde aynı nizamı / Sünnet gözlemlemek mümkündür. Ancak bu zorunlu ve aynıyla bir tekrar değil Yaratıcının meşietine ve hikmetine bağlı her çağda farklı elbiseler ve renkler içinde yaşanan bir tekrardır. Tarihsicilerin iddia ettikleri gibi tarihte de kâinatta olduğu gibi belirli kanunlar vardır, geriye doğru bu kanunları tespit etmek mümkün olduğu gibi bu kanunlardan yararlanarak geleceğin nasıl gerçekleşeceği hakkında da konuşabiliriz, iddiası elbette isabetli değildir. Zira bu fikri öne sürenlerin bir çoğu, bu kanunların müteâl bir güç tarafından vaz’ edildiğini kabul etmemektedir. Diğer bir kısmı ise Allah Teâlâ’nın kâinatı, insanı ve tarihi belirli bir düzen ve kanunlara tabi bir şekilde yarattığını ve bu yaratıcılığın her an devam etmediğini iddia etmektedir. Bu görüş Allah Teâlâ’yı etkisiz bir ilk yaratıcı şeklinde algılamanın neticesidir. Bu da bazı felsefecilerin iddia ettiği “evrene müdahale etmeyen” (daha doğrusu onu her an yaratmayan) tanrı fikrine dayalı bir çeşit deizm anlamına gelir.

Değerlendirme

Tarihsellik iddiasının temelinde, mutlak hakikat kabul etmeme, değişkenliği esas alma, Guenon’un ifadesiyle ilkesizlik yatmaktadır. Belirli metafizik ilkeleri olmayan, bu tür ilkelerin olamayacağını iddia edenler, gerçeği ve doğruyu değişkenlik ve ilerleme gibi ne sonuç vereceği kestirilemeyen bir takım muğlak mefhumlara havale etmektedirler. Allah Teâlâ’nın indirdiği bütün hükümleri değişmez ilke ve kesin hüküm kabul etmeyenler, Kur’an’ın ilkelerini/gayelerini kendilerinin tespit edeceğini iddia etmektedirler. Halbuki Allah Teâlâ’nın hakkında hüküm indirdiği meseleler içinde, hakka uygun olmayan bulunmadığı gibi, her şer’î mesele onun sınırı, varlık âlemindeki her kural/nizam onun sünnetidir. Yukarıda görüldüğü üzere Allah Teâlâ, hükümleri arasında tefrik yapmamıştır. Boşanmadan miras hukukuna büyüklü küçüklü birçok meseleyi “Allah’ın hudûdu” şeklinde nitelendirmiş; bunun yanında aynı kelime Kur’an’da “Allah’ın dini” anlamında da kullanılmıştır. Keza sünnet terimi ile hem fizik âlemde hem de zamanda “düzenlilik/nizam ve süreklilik/değişmezlik” bulunduğu ifade edilerek, Allah Teâlâ’nın her şeyi ilim ve hikmetle yarattığı vurgulanmıştır.

Tarihselcilerin iddialarını kabul etmek, Kur’an’ın zamana yenik düştüğünü kabullenmek anlamına gelir. Zira Kur’an’daki hadiseleri anlatan, geçmiş ve geleceği bir nokta gibi aynı anda değerlendiren, onları kabza-i tasarrufunda tutan Allah’tır. Kur’an’ın veciz ifadesiyle;

“Evvel odur, Ahir o. Zahir odur, Batın o! O her şeyi hakkıyla bilir.” (Hadîd, 57/3).

Evvel ve Ahir isimleri zamana ilişkin Zahir ve Batın isimleri ise mekana ilişkin önce-sonra, dış-iç her şeyin Allah Teâlâ’nın iradesi, ilmi ve kudretiyle gerçekleştiğini ve var olduğunu anlatmaktadır. Müte’âl ve Muhît olan Allah Teâlâ’nın Kelâmı, bütün zamanları ve tüm mekanı kuşatmıştır. Kur’an-ı Kerim’de,

“Allah o yüce Yaratıcı’dır ki yedi kat göğü ve yerden de onların benzerini yaratmıştır. Allah’ın emri ve hükmü bunlar arasında inip durur ki, Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve Allah’ın her şeyi ilmiyle ihata ettiğini, onun ilmi dışında hiçbir şey olmayacağını siz de bilesiniz.” (Talâk, 65/12)

buyrulmuştur. Bu sebeple her muhatap Kur’an’ın kendi idrak seviyesinin ufkunu aştığını daha baştan kabullenmelidir. Tarihselcilerin görüşlerinin kabul edilmesi durumunda ise her devir insanının Kur’an’ı kendi idrak seviyesine indirmesi fikri benimsenmiş olacaktır.

Yukarıda ifade edildiği gibi Kur’an, tarihi ve insanı kuşatmıştır (muhît). Bu yönüyle onu “tarih üstü” şeklinde nitelendirmek de isabetli gözükmemektedir. Tarih üstü olma tarihin dışında olmak anlamını da ihsas ettirmektedir. “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında” beytinde dile getirildiği gibi insan için bile mutlak anlamda zamana bağımlılık söz konusu değildir. Bu durumda Kur’an’ı zamanın belirli bir dönemine bağlı kılmak ya da onun aşkınlığını/müteâl vurgulamak için “tarih üstü”dür şeklinde nitelemenin isabetli olmadığı kanaatindeyiz. Belki bütün zamanları bir anda gördüğünü anlatmak için böyle bir teşbihten yararlanılabilir. Tarihteki olayları ve nesneleri her an yaratan Allah Teâlâ’nın kelamı, tarihin bütün problemlerine çözümü içinde barındıran mutlak hakikatleri ve külli gayeleri ihtiva etmektedir.

Tarihe ve geçmişe dair araştırmalar geriye doğru inşa edilirken, Kur’an metni indirildiği ilk andan itibaren usta-çırak ilişkisi içinde sonraki nesillere hiçbir harfi değiştirilmeden tedris edilmek suretiyle intikal ettirilmiştir. Yalnızca Kur’an değil, onu anlamamızı sağlayacak tarihi unsurlar, şiirler, örfler, âdetler ve Peygamberimiz’in (asm) hadisleri hiç değiştirilmeden sonraki nesillere intikal ettirilmiştir. Böylece her nesil, içinde Asr-ı saâdeti duymuş, onu anlamayı ve kavramayı öncelikli gayesi bilmiştir. Bu anlayış neticesinde Kur’an’a dair tarihî bilgiler, fıkhî kurallar ve Kur’an’ın genel ilkeleri (makâsıd) ilgili kitaplarda tedvin edilmiştir. Tarih boyunca Müslüman bilginler için en önemli hedef Kur’an’ı kendi derinliği içinde anlamak olmuş, bu maksatla O’nun indirildiği asır, incelenmesi gereken en önemli zaman dilimi kabul edilmiştir.

Bazı tarihselciler, Kur’an’ın nüzûl döneminde yaşayan insanlara Allah Teâlâ’nın peygamber vasıtasıyla bir “hitabı” olduğunu, tarihin belirli bir dönemindeki muhataplara söylenmiş bir söz olduğu için, tarihin her döneminde geçerliliğinin iddia edilemeyeceğini öne sürmüşlerdir. Halbuki Kur’an, kendisini ısrarla Kitab olarak nitelemektedir:

“Sana Kitabı, gerçeğin ta kendisi ve daha önce indirilen kitapları tasdik edici olarak indiren odur.” (Al-i İmrân, 3/3).

Kur’an, yalnızca geçmiş kitapları tasdik edici değil, bütün insanlık için rahmet ve hidayet kaynağıdır:

“İşte bu Kitap, indirdiğimiz kutlu bir Kitab’dır. Artık ona tabi olun, inkar ve isyandan sakının ki rahmete nail olasınız.” (En’âm, 6/155).

Kur’an, yalnızca saâdet asrındaki tarihsel durum değil evvel ve ahiriyle bütün tarih dikkate alınarak indirilmiştir. Zira o, kâinatın ve dehrin/zamanın sahibi ve yaratıcısının kullarına hitabı ve evrensel mesajıdır. Kur’an, Allah’ın kelamıdır. Kelam-ı İlahi’nin diğer varlıklar gibi yaratılmış (mahluk) olduğunu kabul etmeyen Ehl-i sünnet inancına göre, o, Allah Teâlâ’nın diğer sıfatları gibi zatı ile kaimdir. Ezeli ve ebedidir. Kur’an’ın tarihin belirli bir dönemi ile kayıtlı olduğunu söylemek, onun yaratılmışlığını (mahluk) iddia eden Mutezile’nin görüşünü zımnen benimsemek anlamını içerir.

Kur’an, indirildiği dönemdeki insanları oldukları gibi kabullenmemiştir. Cahiliye Araplarının düşüncelerini, telakkilerini hatta bir kısım örf ve âdetlerini bile düzenlemiş; tarihin belirli bir dönemini âdeta yeniden inşa etmiştir. Bunun yanında geçmiş milletler ve gelecekle ilgili açıklamalarda bulunmuş, toplum düzeni ile ilgili kurallar vaz’ etmiş, insanların ibadet hayatlarını düzenleyerek insan hayatını bütünüyle tanzim etmiştir. Binaenaleyh Kur’an’ın, insanların ürünü olan diğer kültür malzemeleri gibi belirli bir tarihsel dönemi yansıttığını ya da indirildiği dönemin tarihsel durumu ile kayıtlı olduğunu iddia etmek kesinlikle isabetli değildir. Kur’an’ın indirildiği dönemin tarihsel özelliklerini bilmenin Kur’an’ı anlamada belli bir öneme sahip olduğunu kabul etmekle birlikte, bu tarihsel bilginin en sahih kaynağının da yine Kur’an’ın kendisi, hadis-i şerifler ve siyer rivayetleri olduğunu hatırdan çıkarmamak lazımdır.

Dilin tarihsel unsurlar ihtiva ettiği, hatta belirli tarihsel bir dönemin özelliklerini taşıdığı doğrudur. Her dil durumu için geçerli olan bu husustan hareketle Kur’an’ın tarihsel olması gerektiğini iddia etmek, dil/lisan ile hiçbir zaman mutlak hakikatlerin dile getirilmesinin mümkün olmadığı anlamına gelir ki, bu kabul edilmesi mümkün olmayan bir izafilik, hatta şüphecilik demektir. Dil, insan ile tarih arasındaki zaman dilimini aşmanın bir yoludur. Zira dil süreklidir, tarih içinde bazı kelimeler, değişse bir kısım kelimeler yeni anlamlar kazansa da dilin temel gramer yapısı değişmez. Bunun yanında Arap dilinin diğer dillerden farklı bir takım özellikleri bulunduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Arapça, Kur’an’ın inşa ettiği bir dildir denilse mübalağa edilmiş olmaz. Zira Arap dilinin ilk yazılı metni Kur’an’dır. Dil bilginleri, Arapçanın gramerini ve dilin kullanım özelliklerini belirlerken Kur’an metni esas alınmıştır. Bu sebeple Kur’an kelimelerinin anlamı sahabe neslinden itibaren büyük bir titizlikle kaydedilmiştir. Kur’an, dili birçok açıdan zenginleştirmiş, kelimelerin anlamından, ifade ve üslûp özelliklerine kadar Arapçaya birçok konuda yeni ve benzersiz ifade özellikleri kazandırmıştır.

Kur’an’ı anlamayı yalnızca tarihsel olayları anlamaya indirgemek bizi sathiliğe mahkum eder. Kur’an’ı anlama konusunda bizi yalnızca tarih ilgilendirmiyor, bunun yanında öncelikli olarak “hakkı” bilme, kulluk bilincine sahip olma ve ebedi kurtuluşun yollarını öğrenme de ilgilendirmektedir. Kur’an, tarihe yalnızca tarih olarak bakmaz, onun daha derin anlamları üzerinde durur. Bu anlamları yakalamak için Allah’ın tarihteki hadiseleri nasıl yarattığı kavranmaya çalışılmalı, tarih üzerindeki İlahî nizam/Sünnetullah müşahede edilmelidir. İnsan ile kâinatın Yaratıcısı arasındaki ilişkinin doğru anlaşılması için Kur’an’ın tarih ve insan hakkındaki beyanları derinlemesine tetkik edilmelidir. Böylece tarih daha farklı bir anlam kazanacak, Yaratıcı, insan ve tarih arasındaki münasebetler yerli yerine oturacaktır. Sonuçta Kur’an’ı zamana yenik düşürmeden, bütün enginliğiyle Kur’an hakikatlerini anlamak ve Peygamberler (aleyhimüsselam) zamanını yaşamak mümkün olacaktır.

İlave bilgi için tıklayınız:

NESH, NESİH.

Kaynaklar:

- Asım Efendi, Kâmus Tercemesi, İstanbul 1305/1888.
- Buhârî, Ebû Abdullah, el-Câmi’s-sahîh, Beyrut ts.
- Cevherî, es-Sıhâh, Beyrut 1990.
- Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbu’l-Furûk, Beyrut 1994.
- Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul 1979.
- Guenon, Rene, Doğu ve Batı, çev. Fahrettin Aslan, İstanbul 1980.
- Fîrûzâbâdî, Mecduddin, Besâiru zevi’t-temyîz fî letâifi’l-Kitâbi’l-Azîz, Beyrut, ts.
- İbn Farîs, Mu'cemu mekâyisi'l-lüga, Kahire 1969.
- İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Beyut ts.
- Kotan, Şevket, Kur’an ve Tarihselcilik, İstanbul 2001.
- Mazharuddîn Sıddıkî, Kur’ân’da Tarih Kavramı, çev. Süleyman Kalkan, İstanbul 1990.
- Needham, Joseph, Doğulu İnsan ve Zaman, Beşerî Hukuk ve Tabiat Kanunları, çev,
- Nejdet Özberk, İstanbul 2000.
- Nursî, Said, Sözler.
- Özcan, Zeki, Teolojik Hermenötik, İstanbul 1998.
- Özsoy, Ömer, Sünnetullah, Ankara 1994.
- Özlem, Doğan, Tarih Felsefesi, İstanbul 1994.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun