Müslümanların, İslam ülkelerinin geri kalmasının sebepleri nedir?

Müslümanların, İslam ülkelerinin geri kalmasının sebepleri nedir?
Tarih: 16.12.2006 - 13:54 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Dua ediyoruz insanlık barışı için, ama olmuyor, neden?
- Kötüler süper güç ve biz sömürülüyoruz; neden hep İslam ülkeleri geri?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

- Müslümanlar, dinleri hak olmasına rağmen niçin başka devletlerden geri kalmıştır?

Evet, Müslümanlar bugün pek çok sahada, bilhassa Batılı ülkelerin bir çoğundan geri kalmış durumdadırlar. Bu bir vakıa olarak doğrudur. Bunun pek çok sebebi vardır; ama en başta Kur'an'ı doğru anlayıp seviyeli temsil edememeleri gelmektedir. Daha başka sebepler üzerinde de durulabilir; ama bize göre geri kalma nedenlerinin başında bu gelmektedir.

Allah'ın (cc) yüce kelamını ruhumuza mal etmede, yaşamada, hayatımıza hayat kılmada gösterdiğimiz gevşeklik bugünkü durumumuzu netice vermiştir.

Bir zamanlar, Kuran'ı olduğu gibi anlayıp tam temsil eden insanlar, dünya çapında başarılar elde edip, hemen her alanda zirveleri tutmuşlardı. Başta dört büyük raşid -doğruyu bulmuş, doğruyla kaynaşmış ve bütünleşmiş, Allah Rasulü'nün hilafet yanının temsilcileri- halifeler, bunların başında gelir. Daha Hz. Osman (ra) döneminde Hazar Denizi aşılmış, Amuderya'ya varılmış ve Aral Gölü çevresi huzurun soluklandığı, ilmin yaygınlaştığı bir ideal bölge haline gelmişti.

Bütün bu baş döndürücü gelişme ve ilerlemeler, on-on beş sene gibi kısa bir zaman içinde gerçekleşmiş oluyordu. Çünkü bu dönemde temsil vazifesi bihakkın yerine getiriliyordu. Daha sonraları Emevi-Abbasi, Selçuklu-Osmanlı gibi devletler bu süreci belli ölçüde devam ettirdiler.

İslam'ı Hakkıyla Yaşamamak

Hasılı, mesele gelip İslam adına bilinmesi gerekli olan şeylerin bilinmesine, idrak edilmesi ve hayata geçirilmesi zaruri olan hususların kavranıp yaşanmasına bağlanmaktadır. Müslümanlar, bunları yapamamanın cezasını çekiyorlar bugün. Tarihin şehadetiyle sabittir ki; bugüne kadar zamanın aşındırıcı dişleri arasında çiğnenmemiş ne bir millet, ne bir toplum, ne bir devlet ve ne de bir medeniyet vardır. Şimdiye kadar ne büyük devletler ne muhteşem imparatorluklar ve ne medeniyetler o gaddaru devvarın dişleri arasında öğütülüp gitmişlerdir de bunu kimse durduramamıştır.

Evet, herkes, her toplum, her millet bir gün mutlaka miadını dolduracak ve yok olacaktır. İkballeri idbarlar takip edecek ve bir bir gelenler bir bir gidecektir. Ancak birinin talih yıldızı sönerken, bir başkasınınki parlayacak ve bu şekilde ölüm ve doğumlar birbirini takip edip duracaktır. Bu Allah'ın (cc) bir kanunudur. İnsanlar ve medeniyetler doğarlar, büyürler ve ölürler. Biz de bir manada, eski şartlar çerçevesinde miadımzı doldurmuş sayılırız.

Düşmanlarımızın Baskısı

Öte yandan; sekiz-on asırdan beri, milletimiz bir kısım kafir ve zalimler tarafından sürekli baskı altında tutulmakta ve onun gelişip inkişaf etmesine fırsat verilmemektedir. Evet, şu sekiz-on asırlık tarihimiz itibariyle bizler, İslam'ı temsile çalışırken, korkunç bir taassup ve yobazlıkla gelip gelip bize toslayan bir düşman cephe vardı ki, hiçbir zaman ellerini yakamızdan çekmediler. Tek başına bir milletin bütün bunlara mukavemet etmesi ise çok zordu.

Bakın, Haçlı seferleri başladığı günden itibaren, hiç durmadan gelip gelip üzerimize çullandılar. Biz üç dört asır sürekli bunları göğüsledik. Sonra Devleti Âliye ile uğraşmaya başladılar; hatta onun içine sızıp bu koca milleti paramparça ederek birbirine düşürdüler. Yer yer içimize ırkçılık mülahazaları atarak, Türk'ü Kürt'e, Kürt'ü Boşnak'a, Boşnak'ı Arnavut'a vurdurdu ve herkesi birbirinin kurdu haline getirdiler. Çekip giderken de geride bir sürü virüs bıraktılar. Bütün bu olumsuzlukları da geri kalışımızın sebepleri arasında zikredebiliriz.

Entelijansiyamızın (münevver / aydın) Gafleti

Entelijansiyamızın gafleti, geri kalışımızın önemli sebeplerinden biridir. Buna "münevver körlüğü" de denebilir. Evet bir dönemde, biz de ilim, teknik ve teknoloji açısından aydınlanma mülahazasıyla dışarıya bir hayli insan göndermişiz. Ancak gidenlerin çoğu gittikleri yerlerde mahiyet değiştirmiş, fıtrat ve karakter dejenerasyonuna uğramış, hatta bunlar arasında milletini, teb'asını değiştirenler bile olmuş. Ve sonra bu çarpık beyin gücü hiç de arzu edilmeyen bir seviyeye ulaşmış ve koskoca bir millet üç-beş maceraperestin gadrine uğramıştır.

Bu konuda Bediüzzaman'ın yaklaşımları da çok dikkat çekicidir. Onun bu konudaki düşüncelerini özetlemede yarar var:

O, bizim geriye kalışımız ve başkalarının ileriye gitmesini, bize ait bir kısım kusur ve seyyielere bağlar. Bunu biraz daha açalım; her mü'minin her sıfatının mü'min olması şart değildir. Bazı mü'minlerde kafir sıfatları bulunabilir. Her kafirin de her sıfatı kafir olmayabilir. Bazı kafirlerde mü'min sıfatlarının bulunması mümkündür. Mesela tembellik bir kafir sıfatıdır. Kahveleri doldurup sabahtan akşama kadar oturmak da öyle. Sistem ve yöntem bilmemenin de mü'mine yaraşır yanı yoktur. Bir mü'min namaz kılıyor, oruç tutuyor olabilir; ama eğer o, kahvelerde zaman öldürüyor, sistemden, yöntemden de haberi yoksa, mü'min evsafı adına onu olumlu kabul etmemiz mümkün değildir. Allah'ın ilk emri "oku" iken, okumadan nefret etmek bir kafir sıfatı olsa gerek...

Şimdi gelin bir kafir düşünün ki, hayatını disipline etmiş, program altına almış ve öyle metotlu çalışıyor ki, bir dakikasını bile zayi etmiyor. İşte bu kafir, bir mümin sıfatını haiz sayılır. O, bir durakta otobüs beklerken kitap okuyorsa mümince bir iş yapıyor demektir. Eğer Allah (cc), insanların ihraz ettikleri vasıflara göre hüküm veriyorsa -ki veriyor- bir mümin sıfatı olduğu takdirde onu galip kılması adet-i sübhaniyesinin gereğidir. Tabii, kafir vasıflarıyla ittisaf etmiş bir mümin için de bunların aksi söz konusudur.

Hakka Giden Vesileler de Hak Olmalı

Bediüzzaman ikinci olarak, yaklaşık şu mütalaayı serdeder:

İnsanları hak bir hedefe götüren vesileler de hak olmalıdır. Aksi halde maksadın aksiyle tokat yenilir. Aksine eğer hakka ulaşma adına batıl vesileler değerlendiriliyorsa, mesela, insanlara İslam adına bir şeyler anlatalım denirken, kitle ruh haletinden istifade etme gibi batıl bir yola tevessül ediliyor, propaganda gücüne dayanılıyor ve insanlar aldatılıyorsa, böyle bir yolda başarıların devamı imkansızdır. Biz, Allah'a giderken, attığımız her adımın, onun rızası dairesinde olup olmadığına fevkalade dikkat etme mecburiyetindeyiz.

Biraz daha açabiliriz: Birkaç asırdan beri Müslümanlar, hakka, hakikate giderken, hep batıl yolları, batıl sistemleri denemişlerdir. Allah da (cc) maksatlarının aksiyle onları sürekli tokatlamıştır. Diğer yandan Müslümanlar arasında uzlaşmacı olacağımıza hep uzaklaştırmadan yana olmuşuzdur. Halbuki tevfiki İlahinin en büyük teminatı ve bizim Allah (cc) katında kabul gören en büyük fiili duamız, ittifakımızdır. Hakkın hatırı alidir. Meşrep ve mizaç farklılıkları fıtratın muktezasıdır. Öyleyse hemen şunun bunun aleyhinde olmamak ve onunla uğraşmak yerine yapılan her hizmeti alkışlamak mü'min olmanın gereğidir.

Allah'ın Kanunlarına Uyulmalı

Bu konuda üçüncü husus da Allah'ın kanunlarına riayet meselesidir. Allah'ın (cc) iki çeşit kanunu vardır.

Bunlardan biri, kainatta cereyan eden ve fizik, kimya, astronomi, astrofizik, biyoloji ve tıp gibi değişik ilimlerin esaslarını teşkil eden kanunlardır. Buna kainat kitabı da diyebiliriz. Bu kitap bir bakıma sessizdir; fakat dilinde bin bir nağmenin tesiri gizlidir.

İkincisi; nebiler vasıtasıyla Allah'ın bize gönderdiği kanunlardır ki, bizde Kur'an, diğer peygamberlerin elinde de Tevrat, Zebur, İncil gibi kitaplardan ibarettir. İşte bu iki kitabın da bilinmesi ve hükümlerine riayet edilmesi şarttır. Ekseriyet itibariyle, kainat kitabını okuyup değerlendirmenin mükafatı dünyada verilegelmiştir. Kuran'a uymanın mükafatı da ahirette...

Binaenaleyh müminler, Kur'an'ın sadece ibadet ü taata müteallik meselelerine uyuyorlarsa, mükafatsız kalmayacaklar ama bu, ahirette olacaktır. Başkaları kainat kitabını okuyor ve onun kanunlarına riayet ediyorsa onun mükafatı da dünyada verilecektir. Hem dünya hem ukba muvaffakiyetlerine gelince; bu da her iki kitabı aynı seviyede okuyup anlamaya bağlıdır. Aslında bu iki kitap, bir hakikatin iki yüzünden ibarettir. Her ikisinde de aynı el ve aynı kudret vardır. Kainatı, çeşitli zenginlikler ve derin muhtevasıyla bir kitap, bir meşher haline getirip önümüze seren Cenab-ı Hak -tabiri caizse- aynı zamanda onu bir de Kur'an'ıyla seslendirmektedir. Hatta O, kainat kitabının bir parçası olan bizleri de yine Kur'an'la bize anlatıyor. Cazibe-dafia, infilak, nümüvv kanunları çerçevesinde, bütün varlıkla alakalı bize neler ve neler anlatıyor.! İşte bu iki kitaptan herhangi birindeki bir eksiklik, bize telafisi imkansız nelere ve nelere mal olagelmiştir...

Evet, bugün bazı Müslümanlar, belki Kur'an'ın ibadet ü taata müteallik meselelerini biliyorlar ama; şeriat-ı fıtriye veya ayatı tekviniyeyi, yani kainattaki cari kanunları bilemiyorlar; bilip uygulamaya koyamıyorlar. Onun için de sürekli mağlubiyet ve hezimet tokatları yiyip duruyorlar. Kafirlere gelince, onlar Kur'an'ın dünyaya ait meselelerini, hayata geçirebildiklerinden her zaman mükafatlarını alabiliyorlar.

Öyleyse bizler her iki kitabı da aynı seviyede mütalaa edip hayatımıza hayat kılmakla, hem dünya hem de ukba saadetine namzet olduğumuzu düşünce ve tavırlarımızla ispat etme mecburiyetindeyiz.

XIX. Asırda Yaşadığımız Hezimetler

Son bir husus da, XIX. asırda üst üste yaşadığımız hezimetlerdir. Evet bu yıllarda biz sürekli, içte ve dışta sırtımızdan hançerlendik ve iki büklüm olduk. Aslında bu bir bakıma bizim uyanmamıza vesile olmadı da değil. Evet biz, dünya ile hesaplaşmaya hazırlanan bir toplumuz. Müslümanlığı bütün dünya karşısında en üst seviyede temsil edecek ve dinimizi bütün dünyaya bir kere daha duyuracak kıvama gelmiştik.

Artık İslam'ın, ilimler adına ortaya koyduğu meselelere tercüman olacak, hukuk sistemiyle, dünya hukuk sistemlerine ışık tutacak, iktisadi sistemiyle dünyanın iktisadi sistemlerini çağdaşlaştıracak ve kendimizi bir kere daha ifade edecektik. Halbuki XVIII. asra girerken, Batı'da baş döndürücü değişmeler karşısında, insanımız şaşırıp kalmıştı. İhtişam dönemini çoktan unutmuş, milli hisleri sarsılmış ve mazisiyle bütün bütün kopuk hale gelmişti. Dolayısıyla o günün insanı kendi çağı ile katiyen hesaplaşamazdı.

Bize gelince, aynı şeyler bizler için de geçerli. Bakın XXI. asrın eşiğinde bulunuyoruz, ama teorik seviyede dahi olsa hala kendimize ait, herhangi bir konuyla alakalı hiçbir sistem geliştiremedik. Sağlam bir iktisadi sistem kuramadık. Pozitif ilimleri bütün bütün ihmal ettik. Bari şimdilerdeki şu kıpırdanışı değerlendirebilseydik.

Gece-gündüz çalışarak, okuyarak, düşünerek ve çağı kavramaya çalışarak... Bunu başarabilirsek bir taraftan Rabbimize karşı iştiyakımız, sevgimiz ve inancımızla kanatlanabilir, diğer taraftan Allah'ın kainat kitabı içinde araştırmalar yapıp, elde ettiğimiz neticeleri hayata geçirebiliriz. Bunları gerçekleştirdiğimiz takdirde XXI. asrı yaşadığımızdan söz edilebiliriz; yoksa kendi kendimizi aldatmış oluruz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bizi geri bırakan İslâm mı?

Duamız neden kabul olmuyor; duanın kabul olmamasının sebebi nedir?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun