Cüz'î iradenin istemesi ve Allah'ın yaratması ne demektir?

Tarih: 08.01.2007 - 17:44 | Güncelleme:

Soru Detayı

-  İnsanın bir şey yapmaya gücü yeter mi?
- Kader konusundaki yorumunuzda
1. Izdırari kader ve bu insanın iradesi dışında gerçekleşiyor.
2. Bunun dışında kalan, bu da insanın kendi iradesiyle oluyor diyorsunuz.
- Bu ikinci tanımla, insanlar bir takım dünyevi hedeflere kendi çalışmaları, yetenekleri ve gayretleri ile ulaştığını söyleyerek, Allah'ı devre dışı bırakmış olmuyor musunuz?
- İnsan ne kadar çalışırsa çalışsın, ne kadar çok isterse istesin ve yetenekli olsun, Allah yaratmaz ise sonuca ulaşabilir mi; insan sonucu yaratacak kadar güçlü mü?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Bir apartmanın üst katının lütuflarla bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba uğrayacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve tercihine bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

CÜZ-İ İRADE:

“İki ayrı fiile birlikte taallûk edemeyen irade.”

İnsanın arza halife olmasında en büyük esas: Cüz-i irade. Meyvelerini vermekte hiçbir tercihe sahip olmayan ağaç, yörüngesinde dönmeye mahkûm dünya, yerinden kıpırdayamayan bir dağ, istediği renge bürünemeyen çiçek, uysal olamayan aslan, bal veremeyen ipek böceği...

İşte küllî bir iradenin emri altında vazifelerini yerine getiren bunca mahlûkun başına İlâhî takdir bir halife tensip buyurdu: İnsan.

Ona bir cüz-i irade verdi. İradesiz kâinatın bu iradeli meyvesine dilediği mesleği seçme, arzu ettiğini yiyip içme, istediği menzillerde dolaşma ve hepsinden önemlisi kendisine inanıp inanmama, ibadet edip etmeme hürriyeti tanıdı.

Böylece her biri ayrı bir yöne giden, farklı tercihlerde bulunan, değişik şeylerden zevk alan insanlar çıktı ortaya. Ve Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle “insanın bir ferdi, sair hayvanatın bir nev’i hükmünde” oldu.

Bülbül ve pars, birbirinden ne kadar uzak iki hayvan nev’î. Ama insanın bülbülü daha tatlı ötüyor ve insanın parsı daha yırtıcı.

Koyun ve yılan... Birinin sütüne doyulmaz diğerinin zehrinden kaçılır. Ama insanın ilmi sütten daha tatlı ve sapık fikirler zehirden daha zararlı.

Bütün bu farklılıklar “Dünya âhiretin tarlasıdır.” hadis-i şerifinin hükmüne göre, cennet ve cehennemde muhtelif meyveler verecekler. Bütün bu acı ve tatlı meyvelerin köküne indiğimizde karşımıza cüz-i irade çıkar.

Cüz’i, bir anda ancak bir şeye taallûk etme, işleri sırayla, birbirini takiben yapma mânâsına geliyor. Buna teakub (birbiri ardınca olmak) deniliyor.

İnsanın iradesi cüz’idir, yani insan bir anda ancak bir şey irade edebilir. Birden fazla şeyi ise sırayla.

“İnsanın zihni ve lisanı ve sem'i; cüz'î ve teakubî oldukları gibi, fikri ve himmeti dahi cüz'îdir. Ve teakub tarîkıyla yalnız bir şeye taallûk eder ve meşgul kalır.” (bk. Bediüzzaman, Muhakemat)

Demek ki, insan bir anda iki ayrı şeyi düşünemiyor, iki harfi birlikte söyleyemiyor, iki sözü beraber anlayamıyor.

Nur Külliyatı’nda insanın İlâhî isimlere üç cihetle ayna olduğu izah edilir. Bunlardan biri de “İnsana verilen nümûneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyat ile kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık.” etmektir. İşte insan nasıl o azıcık kuvvetini ölçü alarak kâinattaki bütün faaliyetlerin İlâhî bir kudretle icra edildiğini anlıyorsa, cüz-i iradesini de aynı şekilde de ölçü yapıyor ve bu âlemdeki hadsiz faaliyetlerin birlikte irade edilmesiyle kendini hissettiren mutlak ve sonsuz bir iradeyi uzaktan uzağa tefekkür edip hayran kalıyor.

İnsanoğlu harika bir sanat eseri. Bu harikalıkta bir pay da cüz-i iradeye ait. İnsan bir anda iki şeyi irade edemezken, bedeninde sayısız denecek kadar çok faaliyetler birlikte yürütülüyor. Yaklaşık yüz trilyon hücre, her hücrede en az yüz trilyon atom ve bunların her birinde icra edilen nice faaliyetler... İşte bu tablodan küllî bir irade açıkça okunur, elbette ki “oku” emrini doğru değerlendirenler için.

İnsan şöyle düşünür: Ben iki işi birlikte göremezken, bende bu kadar çok icraat birlikte nasıl sürdürülüyor? Ve cevabını hemen verir: “O halde, ben kendime gerçek mânâda mâlik değilim. Ruhum İlâhî bir kanun, bedenim onun tasarrufunda bir memur gibi. İkisi de Allah’ın mülkü, ikisi de Hakk'ın mahlûku ve her ikisi de emanet.”

Bedenin ruhumuza emanet verildiğini çok iyi biliyoruz. “Ya ruhumuz kime emanet verilmiş?” Bu sorunun cevabında da karşımızda yine cüz-i iradeyi buluyoruz. Cenâb-ı Hak ruha cüz-i irade takmış ve bu iradeyle o en güzel mahlûkunu bir başka varlığa değil, bizzat o ruhun kendisine emanet etmiş.

O halde biz, ruhumuzu haram sahalarda kendi keyfimizce dolaştıramayız. Aklımızı yanlış işlere yoramaz, hafızamıza yanlış bilgiler dolduramayız. Hayalimizi haram işlere gönderemez, sevgimizi gayr-ı meşru sahalarda çalıştıramayız.

Cüz-i irade ile cüz-i ihtiyarî çoğu zaman birbiri yerine kullanılırlar. Ama aralarında az da olsa bir fark var. İhtiyar, "seçme, tercih etme" demektir. Bu seçme ise irade ile yapılır. Yani, insan kendisine ihsan edilen irade sıfatı ile ihtiyar eder. Ama bu ihtiyarı cüz’idir, bir anda birden fazla şeyi seçmeğe güç yetiremez. Demek ki, ihtiyar iradeye dayanıyor, irade ihtiyara değil.

Cüz-i irade meleklerde de var, ama insandakinden çok farklı. Cebrail (a.s.) kendisine verilen bir İlâhî emrin gereğini cüz-i iradesiyle yerine getirir. İlâhî bir emri başka meleklere yine iradesiyle tebliğ eder. Şu farkla ki, onda emrin zıddına hareket etme iradesi yoktur ve insan iradesinden bu yönüyle ayrılır.

Şu da var ki, melekler derecelerine göre bir anda çok yerlerde bulunabilir ve farklı nice işleri birlikte irade edebilirler. Yine de bu iradeleri mutlak değil sınırlıdır; ancak belli hudutlar arasında cevelan edebilirler.

“Melâike gibi zîşuur olanların, yalnız cüz-i ihtiyarıyla cüz'î, icadsız, kesb denilen bir nevi hizmet-i fıtriye ve amelî bir nevi ubudiyetten başka ellerinde yoktur.” (bk. Bediüzzaman, Şualar)

İnsanda iki türlü fiil cereyan eder, birisi ihtiyarî diğeri ise ızdırarî. Birincisinin ortaya çıkmasına insan iradesi şart kılınmış, ikincisi ise tamamen onun iradesi dışında. İhtiyarî fiillerde insanın elinde sadece talep etme, meyletme, kesb etme var; yaratma ise Allah’a mahsus...

“Âdetullah üzerine, irade-i külliye-i İlâhîye abdin irade-i cüz'iyesine bakar.” (bk. Bediüzzaman, İşaratü’l-İ’caz)

Kul bir işi yapmak için cüz-i iradesini sarf ettikten sonra, o işe küllî irade taallûk eder ve o fiil yaratılır.

Bilim adamlarımız, bir tek kolumuzu kaldırıp indirmemizde yetmiş çeşitten fazla kimyevî reaksiyon vuku bulduğunu ve her bir çeşit reaksiyonun da binlerce kez cereyan ettiğini söylüyorlar. Bunların hiçbiri bizim işimiz değil. Ama biz kolumuzu kaldırmayı irade etmesek bu reaksiyonlardan hiçbiri ortaya çıkmıyor.

Bir konuşma hadisesi dudaktan, dilden, tükürük bezlerinden, beyinden, akla, hafızaya kadar uzanan maddî ve manevî nice cihazın birlikte çalışmasının neticesi. Bütün bu işleri Allah yaratıyor; ama biz konuşmak istemesek bunların hiçbiri icra edilmiyor. Bedenimizi hayalen büyüttükçe büyütelim ve irademiz dışındaki faaliyetleri artırdıkça artıralım, karşımızda bütün bir kâinatı buluruz.

Suyun akması da kanımızın deveranı gibi kendi iradesiyle değil. Çiçeklerin boy göstermesi de saçımızın uzaması gibi kendi isteğiyle değil. Güneşin doğup batması da dünyaya gelişimiz ve gidişimiz gibi kendi keyfince değil.

İşte bütün bu sonsuz faaliyetler birlikte ortaya çıkıyor. Ayrı varlıklarda birbirine zıt fiiller beraber yürütülüyor. Bir grup dünyaya gelirken bir başka grup kabre ayak basıyor. Nice hastalar şifâ bulurken, nice sağlar da hastalığa tutuluyorlar. Birileri gülüp oynarken, berikiler ağlıyor, sızlanıyorlar.

Bütün bunlar birbirinden farklı fiiller; ama hepsi birlikte meydana geliyorlar. Bu sonsuz fiiller birlikte düşünüldüğünde kalbi bozulmamış her insanın vicdanında şu mânâ inkişaf eder: Ben de cüz-i irademden yine irademle vazgeçmeli ve şu mûtiler ordusuna katılmalıyım. İrademi, kendi keyfimce değil, Hakk’ın rızasına uygun biçimde kullanmalıyım.

Böyle diyerek dünya hayatını helâl dairesi içinde geçirenler “irade imtihanını” başarır, melekler gibi sadece hayrı irade eder hale gelirler. Bu noktaya, nefis ve şeytana rağmen ulaştıkları için de meleklerden ileri geçerler.

İradeyi yanlış anlayanlar kimlerdir?

İrade konusu asırlar önce tartışılmış ve sonuca bağlanmış. Ama gel gör ki, kader hakkında ileri geri konuşanlar, bunlardan çok uzakta bulunuyorlar. Cebriyecilerden söz etseniz tanımadıklarını söylerler. Ama konuştuklarını özetlerseniz, karşınızda “Cebriye” mezhebini bulursunuz. Bunun tam tersini savununlar da “Mutezile” nedir bilmezler, ama fikirleri onlarla tam bir uyum gösterir, paralellik arz eder.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde “ümmetinin ileride yetmiş üç fırkaya ayrılacağını” haber verir ve bunların sadece birisinin kurtuluşa erdiğini, diğerlerinin “nar ehli” olacaklarını bildirir. O tek zümreyi de “benim ve ashabının yolunda gidenler” şeklinde tarif eder; yani Ehl-i sünnet cemaatı. İşte o yetmiş iki fırkadan birisi Cebriyeciler, bir diğeri de Muteziledir.

Cebriyeciler, cüz’i iradeyi hiçe sayarlar ve insanın, yaptığı bütün işlerde, rüzgârın önündeki yaprak gibi iradesiz olduğuna inanırlar. İnsanda iki çeşit faaliyet olduğunu görmezlikten gelirler. Kalbin çalışmasıyla elin yazı yazması arasında bir fark görmezler. Saçların büyümesiyle, bir inşaatın yükselmesini aynı kabûl ederler. Sürüklenerek götürülmeyi, yürümekle bir sayarlar. Onlara göre, uykuya geçmekle yoldan geçmek eşittir. Her fiil bir cebir altında işlenir ve insan iradesi diye bir şey yoktur.

Mutezileye gelince onlar, birincilerin aksine, insanın kendi fiillerini kendisinin yarattığına inanacak kadar ileri giderler. Bunlar şöyle yanlış bir değerlendirmeden yola çıkarlar: Şerleri ve kötülükleri, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasını Onun izzetiyle güya bağdaştıramazlar. Ve bunları insanın bizzat kendisinin yarattığını iddia ederler.

İşte İslâm’ın çizdiği istikamet çizgisi, bu iki sapık görüşün her türlü aşırılığından uzaktır. Ehl-i sünnet inancına göre: İnsan ister, Allah yaratır.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun