Din nedir; dogma bir disiplin midir?

Tarih: 18.07.2011 - 01:41 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Din nedir; dinsiz filozofların dediği gibi katı ve sorgulanamayan bir dogma bir disiplin midir?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Kur'ân-ı Kerîm'de "din" kelimesi başlıca şu anlam­larda kullanıldığı görülür: Zül, yönetme-yönetilme, itaat, hüküm, tapınma, tevhid, İslâm, şeriat, hudûd, âdet, ceza, he­sap, millet.

Kur'an-ı Kerim'de "din" kavramı diğer dinler için de kullanılmakla bereber genel olarak "İslam" için kullanılmıştır. "Din" kavramını ele alırken, daha çok İslam dini ve onun özelliklerini anlatacağız.

Dinle il­gili âyetler incelendiğinde, insan sa­dece Allah'a ibadet edecek, O'na ortak koşmayacaktır. Din Allah tarafından ko­nulan ve insanları O'na ulaştıran yoldur. 

"Muhlisîne lehü'd-dîn" ifadesinde vur­gulanan ihlâs, kişinin bütün hayatını yü­ce Allah'a vakfetmesi, bütün samimiyetiyle O'na bağlanıp teslim olmasıdır; sa­dece sıkıntı ve üzüntü anında Allah'a yö­nelmek değil, her zaman O'nu hatırla­mak ve koyduğu ilkelerden ayrılmamak­tır.

"Allah katında din şüphesiz İslâm'dır."(Âl-i İmrân 3/19; ayrıca bk. Bakara 2/193)

"Kim İslâm'dan başka bir dine yönelirse, onun dini kabul edilmeyecektir; o âhirette de kaybedenlerdendir."(Âl-i İmrân 3/85)

mealindeki ayetlerle İslam dışındaki dinlerin geçerliliği olmayacağı belirtilmiştir.

Din kavramı, "ta­rihin akışına ve tabiatın gidişine yön ve­ren, zamana ve âleme hükmeden, dini ortaya koyan, hesap gününü elinde tu­tan Allah'ın otoritesi şeklinde özetlene­bilecek bir muhteva yanında,

 "O sizi seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır."(Hac, 22/78);

"Bugün sizin için di­ninizi ikmal ettim, üzerinizdeki nimeti­mi tamamladım, din olarak sizin için İs­lâm'a razı oldum."(Mâide, 5/3)

ayetleriyle bu muhteva genişletilerek,  "kişinin Allah'a bağlı bir hayat sürdür­mesi, Müslüman topluluğuna karşı gö­revlerini yerine getirmesi; Allah'ın mut­lak tasarruf ve hâkimiyete sahip olma­sı"(Bakara, 2/193; Enfâl, 8/39) gibi unsurlar da dinin muhtevasına katılmış­tır(Haddad, s. 114-123).

Öte yandan din kelimesi sadece Müslümanların değil, başkalarının inançlarını da ifade etmek üzere kullanılmıştır. Mese­lâ, Mekke döneminde müşriklere hita­ben, "Sizin dininiz size, benim dinim ba­na."(Kâfirûn, 109/6); Medine dönemin­de ise bütün insan toplulukları muha­tap alınarak, "Bütün dinlere üstün kıl­mak üzere, peygamberini doğruluk reh­beri olan Kur'an ve hak din ile gönde­ren O'dur."(Feth, 48/28; başka bir ör­nek için bk. Yûsuf, 12/76)

denilmesi buna delil teşkil eder. Bununla birlikte özel anlamda din kelimesiyle İslâm kastedil­miştir(Âl-i İmrân, 3/19). Bu bakımdan "İslâm" ile "din" âdeta eş anlamlı iki ke­lime gibi telakki edilmiş ve bütün pey­gamberlerin getirdiği dinin İslâm oldu­ğu ifade edilmiştir(Âl-i İmrân, 3/85; Nisâ, 4/125; Mâide, 5/3; Şûrâ, 42/ 13). Aynca İslâm özel olarak Hz. Muhammed'e gelen dinin adıdır.(Mâide, 5/3)

Hadis külliyatında da din kavramının muhtevasını belirleyen malzeme bulun­maktadır. Bir hadiste,

"Allah indinde di­nin aslı hanîflik ve İslâm'dır." denilmek­tedir(Tirmizî, "Menâkıb", 32).

Diğer dinlerin kutsal dilinde din kav­ramının karşılığı olan kelimeler kullanılmıştır. Ancak bu kelimelerin hiçbi­rinin kutsal dilleri ve kitapları içinde İs­lâm'daki din kavramı gibi semantik bir gelişme ve ifade gücüne sahip olmadığı görülür. Kutsal dili İbrânîce olan Yahudilik'te "abodath elohim" (Allah'a ibadet) tabiri, diğer dinî tutum ve davranışlar yanında özellikle din kavramını ifade etmek üzere kullanılmıştır. Bu tabir mâbeddeki ibadet dahil tamamıyla dini kucaklamaktaydı. Eski Yunanca'da din, hem korku hem saygı anlamlarını içeren "thrioheya" kelimesiyle ifade edilmekteydi. Hristiyanlık, Yahudi gelene­ğinden gelmesine rağmen, din terimini eski putperest Roma'dan almıştır. Günümüz Batı dillerinde "religion" kelimesiyle ifade edilen din için İnciller'de "Allah'ın yolu" tabiri kul­lanılır.

Bu tariflerde ortak noktalardan biri dinin ilâhî kaynaklı olduğunun vurgulanmasıdır. Buna göre gerçek din beşer kaynaklı olamaz. Yine bu tariflerde dinin akıl ve irade ile ilişkisi gösterilmiştir; bu da dinin bir bilgi ve tercih konusu oldu­ğu anlamını taşır. Nihayet dinin insan­ları özü itibariyle hayır olana yönelten bir kanun şeklinde tanımlanması, dinin aynı zamanda bir aksiyon alanı olduğu­nu gösterir.

Bazılarının iddia ettiği gibi din, insanın özgürlüğünü olumsuz anlamda kısıtlayan ve insanı düşünmekten uzaklaştıran, monotonlaştıran bir olgu değildir. İnsanın yüce bir kudrete gönülden bağ­lanması onun gücüne güç katar; dua, niyaz, iltica insanı ulvîleştirir. Allah sev­gisi ve korkusu iki yönden insanın ruhî ilkelliğini giderir, ona kuvvetli bir irade ve sağlam bir karakter kazandırır. Böy­le kimselerin içinde yer aldığı toplumlar­da fazilet yarışı başlar. 

Din insana hem içgüdülerinin ve madde âleminin esiri olmadığı hem de sonsuz bir hürriyet ve bağımsızlık içinde bulunmadığı şuurunu verir. Kişi bencil duygularına, canlı ve cansız tabiata değil, yalnız her şeyin sa­hibi olan Allah'a boyun eğecektir. Dinin bu telkini insana gerçek hürriyet ve bağımsızlığını kazandırır. Artık kul, yara­tıklar önünde ve tabiat olaylannın karşısında hayret ve dehşete düşmez.

Din fertleri mukaddes duygu, ortak şuur ve vicdan etrafında birleştiren bir âmil olduğu gibi toplumları yükselten, onların gelişmesini sağlayan bir kurum­dur. Din aynı zamanda ahlâkî bir mües­sese olarak insanlara yön veren, en mü­kemmel kanunlar ve en sıkı nizamlar­dan daha kuvvetli bir şekilde kişiyi iç­ten kuşatan, kucaklayan ve yönlendiren bir disiplindir. Dinin zayıflaması ahlâkî ve hukukî suçların artmasına, giderek anarşizme yol açar. Çünkü din olmayın­ca ahlâk için yaptırım gücü kalmaz.

İnsan içtimaî varlık olmakla birlikte onun bir de iç dünyası vardır. Yalnızlık, çaresizlik, korkular, kederler, hastalık­lar, kayıplar, musibet ve felâketler kar­şısında ona ümit, teselli ve güven sağ­layan en son sığınak din olmuştur. 

Ayrı­ca dinî meşguliyetlerin insanı lüzumsuz ve zararlı endişelerden, kuruntulardan uzaklaştırdığı, böylece ruhî bunalımlar­dan koruduğu, gerçek dindarlarda Al­lah'a itaatin ana babaya, büyüklere, dev­lete ve millete saygı ve bağlılığı, küçük­lere sevgi, canlılara ilgi ve sempati gibi ahlâkî duygulan geliştirdiği, görev bilincini güçlendirdiği tesbit edilmiştir. Tabi bu faziletlerin temel kaynağı hak dindir.

Dindeki âhiret inancı, bir yandan uhrevî sorumluluk şuuruyla insanın ahlâ­kî gelişmesine katkıda bulunurken, öte yandan ölüm korkusunun insan psiko­lojisi üzerindeki tahrip edici etkisini ön­ler. Ahiret inancı, insanın içindeki ebediyet duygusuna cevap vermek bakımın­dan da önem taşımaktadır. Sıkıntılardan kurtulup ebedî huzura ulaşma, Allah'ın nzâsını elde etme ideali insanda yaşa­ma sevincine yol açar, dünyanın ıstırap­larına karşı tahammül gücü verir. Geçi­ci dünya arzuları aslında insan ruhunu tatmin etmediğinden din ona en yük­sek ve ulvî zevkler, manevî hazlar kazandırır.

İnsanlık âleminin manevî ve zihnî ge­lişmesinde dinin ne kadar geniş bir pa­ya sahip olduğu, medeniyet tarihi incelendiğinde hemen göze çarpmaktadır. İlâhî vahyin peygamberler tarafından telkin ve tebliğ edilmesiyle, insanlar bir­takım tutku ve alışkanlıklarından kur­tularak daha asil ve daha ulvî fikirlere yükselebilmişlerdir. İnsanoğlunun en yüksek hayat seviyesine çıkması için aksi­yonu esas almayan hiçbir gerçek dinî doktrin yoktur. 

Dinin istediği ideal hayat bu dünyada yaşanacak, bu dünya şart­ları içinde elde edilecektir. Günümüzde insanlara asil duygular ilham eden ge­leneğin, diğer bir anlatımla onlara ilham veren asil duyguların kökü peygamber­ler ve onların izinden giden bilginler, dü­şünürler ve mürşidlerin hikmeti telkin­lerine ve örnek hayatlarına dayanır. 

İnsanoğlunu manevî ve ahlâkî alanda şim­diki duruma ulaştıran gelişmeler dinle mümkün olabilmiştir. Din insan toplu­munu her zaman kokuşmaktan, çürümekten, mahvolmaktan kurtaran bir me­deniyet mimarıdır. Ancak din sayesinde insan bencillikten ve kendine tapmaktan kurtulup insana, insanlığa hizmet imkânı bulabilmiştir.

Dinin kişiyi başka insanlara karşı kin ve nefrete, intikama ve kan dökmeye sevkettiğini ileri sürenler olmuşsa da gerçekte her hak din sevgi, saygı ve ne­zaketi telkin eder. Bazı dindarlardaki bayağı duygu ve eğilimler, aslında dine rağmen geliştirilmiş olan sapmalardan ibarettir.

Toplum hayatının ürettiği değerlerde de din kendini gösterir. Mimari yapılar, estetik-plastik sanat eserleri ve edebî mahsullerde, kişi ve yer isimlerinde, örf, âdet ve geleneklerde, hukukî, siyasî, sosyal, kültürel, askerî, iktisadî ve turis­tik alanlarda hep dinî temeller, eleman­lar, deyimler, anlayışlar göze çarpar.

Bugün artık bütün dünyada dine dö­nüş olayı yaşanmaktadır. Yapılan araş­tırmalar, Tanrı'ya ve dine dönüşün pek çok ülkede hızlı bir artış gösterdiğini or­taya koymaktadır. Yaşı otuz beşin altın­da olanlar yaşlılardan daha çok dine ilgi göstermekte, Tanrı'ya, âhirete ve yeni­den dirilişe inanmaktadırlar. Ateist sa­yısında ise dünya nüfusunun artış hızı­na göre büyük bir düşme olduğu tesbit edilmiştir. Günümüzde dinin yeniden iti­bar kazanmasında, bir asırdan beri di­nin ilmî bir araştırma alanı olarak gö­rülmesi ve din bilimlerinin hızla geliş­mesi, ilmî bilgi ve tefekkürün artması, aydınların konuya ilgi göstermesi ve geç­mişte olduğu gibi içtimaî, siyasî ve mil­letlerarası olaylar üzerinde dinin belirle­yici gücünün farkedilmesi etkili olmuş­tur. Yine ahlâkî-mânevî değerlerin din­le ilgisinin tartışılması; ideallerin, tecrü­belerin, temel fikirlerin dinle ortak plat­formlarının bulunması: adalet, insanın kaderi, Tanrı ve âlem gibi metafizik prob­lemleri düşünme ve açıklığa kavuştur­ma ihtiyacı da dine ilgi ve yönelişi zorun­lu kılmıştır.

Din ve Vicdan Hürriyeti

Çağdaş anlayışa gö­re din ve vicdan hürriyeti genellikle ki­şilerin istedikleri dini serbestçe seçme­leri, seçtikleri dinin kurallarını hiçbir mü­dahaleye mâruz kalmadan uygulama­ları, bu konuda sahip oldukları hakları (öğretme, okutma, yayma, telkin vb.) kul­lanmaları şeklinde ifade edilmektedir.

Din sadece inançtan ibaret değildir; aynı zamanda kişinin dünyevî hayatına yön verecek ahlâkî, hukukî ve sosyal kuralları da ihtiva eder. Bu sebeple dini, yalnızca kişi ile inandığı varlık arasında bir vicdan meselesi olarak ortaya koymak yanlıştır. Dinî kuralların bağlayıcılık özelliği ve müeyyideleri vardır. Dinin baş­ka bir temel özelliği de aynı inancı pay­laşan, aynı davranış biçimlerini benim­seyen kişilerden meydana gelen bir sos­yal birlik (cemaat) oluşturmasıdır. Böy­lece dinin ferdî yaşayışı aşan sosyal yö­nü olduğu gibi manevî boyutu aşan dün­yevî yönü de vardır. Dindar kişi hem di­nî cemaatinin hem de içinde yaşadığı cemiyetin bir üyesidir ve böylece bir taraftan inancının gereklerine, diğer taraftan da içinde yaşadığı cemiyetin ku­rallarına uymak durumundadır.

Batı kültür tarihinde din ve vicdan hür­riyeti problemi ilk defa Hıristiyanlık'la ortaya çıkmıştır. Bu din dogmatik tekel­ciliği sebebiyle dinde bir hoşgörüsüzlük doğurmuştur.

İslâm âlimleri tarafından dinle ilgili olarak yapılan tariflerde, dinin be­nimsenmesi konusunda insanın irade ve tercihine büyük önem verildiği görül­mektedir. Bu bakış açısına gö­re dini benimseyip yaşamaları için ferdî vicdanlara baskı yapılamaz. Esasen di­nin temel unsurunu inanç teşkil ettiği­ne ve inanç da nüfuz edilip müeyyide uygulanması imkânsız bir gönül işi ol­duğuna göre, herhangi bir inancı zor kullanarak kişinin gönlüne yerleştirmek fi­ilen de mümkün değildir. 

"Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki insanların hepsi hakkı be­nimseyip iman ederdi. Yoksa sen inan­maları için insanlara zor mu kullanacak­sın?" (Yûnus, 10/99)

Bu âyetten anlaşıl­dığına göre Allah, şuurlu ve hür olarak yarattığı insanın irade hürriyetine müdahale etmeyi dilememiş. 

"İsteyen iman etsin, isteyen küfrü tercih etsin." (Kehf, 18/29) demiştir.

İslâm'da din ve vicdan hürriyetini be­lirleyen en sarih ifade Bakara sûresinin 256. âyetinde yer alır.

"Dinde zorlama yoktur: artık hak ile bâtıl tamamen bir­birinden ayrılmış ve hak bütün açıklığıy­la meydana çıkmıştır."

mealindeki âyet üzerinde âlimler çeşitli görüşler İleri sür­müşlerdir. Buna göre öncelikle zor kul­lanmak suretiyle dini benimsetmeye ça­lışmanın İslâmî bir davranış olmadığı açıktır. Dinin bir bilgi, şuur ve hür karar­la tasdik alanı olması yanında, İslâm dü­şüncesine göre dünya da bir imtihan ve seçenekler alanıdır. Yaratan veya yaratılmışlar tarafından baskı kullanıldığı takdirde, seçme hürriyetinin yöneleceği alternatifler de ortadan kalkacak ve bu durumda dünya imtihan alanı olma özel­liğini kaybedecektir.

Din serbest irade ile benimsenen ve hayatı topyekün saran bir doktrin, bir yaşayış tarzı, âdeta insan için ikinci bir tabiattır. Din, iman ve İslâm terimlerinin üçü de "itaat ve boyun eğme" mânası taşır. İslâm inancı­na göre bu itaat sadece Allah'a ve O'nun talimatını söz ve fiil ile bize tebliğ et­mesi açısından Hz. Peygamber'edir. Di­nî hayat ilk bakışta bir hürriyetsizlik gi­bi görünüyorsa da içine girildikten ve samimiyetle benimsendikten sonra onun insanı yücelttiği, ebedîleştirdiği ve ruh dünyasındaki bütün hürriyetsizliklerini bertaraf ettiği görülür. 

Genellikle insan, içinde bulunduğu çevreyi ve alışageldiği hayat tarzını değiştirmeye karşı direniş gösterir ve bunu bir hürriyetsizlik zan­neder. Halbuki bu tutum onun fizyolo­jik ve psikolojik gelişmesine engel teşkil eder. Meselâ döl yatağındaki çocuğun dünyaya gelişi, dünyadaki insanın kabir ve berzah hayatına intikali ve nihayet ölümsüz âhiret hayatına geçiş, insanın direnmek istediği fakat onun için mu­kadder olan değişim ve gelişimlerden­dir. Din ise insanın manevî güçlerini ge­liştirerek dünyada sadece yüce yaratı­cıya bağımlı olmasını ister, âhirette de onu ebediyete hazırlamayı amaçlar. Bu bakımdan din basit, sathî ve aceleci ba­kışlara göre hürriyete engel oluşturmak­ta, uzak planda ise olabildiğince sınırsız hürriyet sağlamaktadır.

“Dogma” mahiyeti itibarıyla “kesin bilgi ve tartışılmaz doğruyu vazeden bildirim”dir; bunu beşer zihni vazeder ve tartışılmasını yasaklar. Bir bilgi veya hüküm açık müzakere, tartışma, tefsir ve tevile açık değilse dogmadır. Sonuçta denen şudur: “Bu böyledir, böyle düşünmek ve inanmak zorundasınız. Aksi yönde görüş beyan edecek olan cezalandırılır.”

İslam düşünce geleneğinin parametresi “dogma” değil, “nass”tır. Nass, tefsire, tevile, müzakere ve ictihada açıktır. Düşünme ve ifade özgürlüğü, nassın hikmetini ve maksadını anlamak bakımından kısıtlanması mümkün olmayan bir hakkın kullanımıdır. Ve genellikle bir nassın birden fazla ve üstelik birbirine aykırı yorumları olduğundan bu sayede birden fazla mezhep, fırka ve ekol teşekkül etmiştir.

Dinin esası vahiydir. Vahiy olmadan insanlar akıl ile dinin hakikatlarına ulaşamaz. Akıl ise bu vahiy mahsulu olan dini anlamada kullanılır. İşte din, vahyin ve aklın birleşmesiyle anlaşılır ve yaşanır.

Din insanın özgür düşüncesine müdahale etmemekte, aksine özgür düşünce sınırları içerisinde doğruyu bulma konusunda yol göstermektedir. Kur’an’da sık sık insanların aklına, fikrine vurgu yapılmakta, “Hiç mi düşün müyorsunuz? Hiç mi aklınızı kullan mıyorsunuz? Hiç mi tefekkür etmiyorsunuz?” manasına gelen ifadelere yer verilmektedir.

Rabblerinin kim olduğunu soran Firavn'a Hz. Mûsa'nın şu cevabı ne kadar anlamlıdır: 

"Bizim Rabbimiz her şeye hilkatini veren, sonra da doğru yolu gösterendir." (Tâhâ, 20/50)

(bk . DİA, Din Md.)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun