Irk Gerçeği ve İslam Kardeşliği

Allah Teala, insanlığın geleceği ile ilgili olduğu gibi, geçmişiyle ilgili olarak da bilgiler verir. Dolayısıyla Kur'an'ın bir tarih telakkisi var ve Kur'an, insanlık tarihini, günümüzde birçok çevrelerden farklı olarak, bir peygamber (Âl-i İmrân,33) olan Âdem (a.s.)'den başlatır. Peygamberler, medeniyetlerin gerçek kurucusu oldukları için, peygamberlerle başlayan insanlık tarihi, Kur'an'ın anlayışına göre, ilkellikle değil medeniyetle, ilimle, bilgi ile başlar. Çünkü Allah Teala, yeryüzünde yetkili kılıp, halifesi olarak yarattığı ilk insan Âdem (a.s.)'e önce "esma"yı öğretti ve böylece onu meleklerden üstün bir hale hale getirdi (Bakara, 31 vd.). Yeryüzündeki o müthiş görevini yani hilafetini yerine getirebilmesi için bu gerekli idi. Sonra ondan eşini (A'râf, 189; Zümer, 6) ve sonra bu ikisinden nesil-be-nesil diğer bütün insanları yarattı (Nisâ,1).

İşte bu bir parağraflık bilgi, Kur'an-ı Kerim'in insanlık tarihinin özetidir. Bu kısa bilgiden açıkca anlaşılacağı gibi, bütün insanlar Hz.Âdem ile Hz. Havva'nın çocuklarıdır. Bundan dolayı, yarın kıyamette hepimize birden Hak Teala "Ey âdemoğulları, size şeytana tapmamanızı emretmemiş miydim?" (Yasin, 60) diye hitab edecek ve aynı ana-babanın nesli olarak, birbirimizin aynısı olduğumuzu, kul olarak da aynı mükellefiyete sahib olduğumuzu bildirecektir. Kur'an'da buna benzer "benî âdem" tabirleri hep, aynı atanın nesli olarak bütün insanları ifade eden tabirlerdir (A'râf, 26, 27, 31, 35, 172; İsrâ, 70). Bu sadeddde "Andolsun ki biz, benî âdemi şerefli kıldık." (İsra, 70) ayeti, bütün insanların, ırk ve millet olarak değil, cins olarak şerefli ve kıymetli olduğunu anlatmaktadır.

Allah Teala, yanı ana-babadan olduğumuz halde, kabilelere ve milletlere ayrılışımızın sebebini ve hikmetini de Hucurat Suresinde anlatıyor ve buyuruyor ki: "Ey insanlar, biz sizi, bir erkek ve bir kadından yarattık ve biribirinizi tanımanız için, sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. (Fakat) Allah katında en üstün olanınız, en muttakî olanınızdır." (13. ayet). Demek ki insanların böyle ayrı ayrı milletlere ve kabilelere ayrılışı, kendiliğinden meydana gelmiş veya insanların ayarlaması ile, arzu ve isteğe göre belirlenmiş bir durum olmayıp, tamamen Yaratıcı'nın iradesi ve idaresi ile olmuştur. O Yaratıcı da bunu, birilerini diğerlerinden farklı ve üstün kılmak için değil, sadece ve sadece, insanların biribirlerini daha iyi tanımaları için yaptığını bildirmektedir.

Bundan anlıyoruz ki bütün insanların aynı köke bağlı oluşları gibi, milletlere, kabilelere, boylara, soylara ayrılması da, bir diğer ifade ile ırklar da Kur'anî bir gerçektir. Hz.Peygamber(a.s.)'in çeşitli hadis-i şeriflerinde, kendisinin arap ırkından ve Kureyş kabilesinden olduğunu ifade etmesi, aynı gerçeğin ifadesinden başka birşey değildir. Ama bu ve benzeri sözler, her ne olurlarsa olsunlar, arap ırkının ve Kureyş kabilesinin üstünlüğünü ifade etmek maksadıyla söylenmemiştir. Çünkü bir peygamberin, bir milletten gelişi, o millete üstünlük kazandırmak için değildir ve Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen peygamberlerin çoğu, o milletlerin azgınlığından, yani peygambere daha çok muhtaç olduklarından dolayı, belli milletlere gönderilmişlerdir. Mesela Kur'an'da ismi geçen birçok peygamber, İsrailoğullarına gönderilmiştir ve bu kavim, Kur'an'a göre, insanlık tarihinin en nankör milletidir.

Bu noktada hatıra hemen, halifenin Kureyş'ten olması gerektiğini ifade eden hadis gelebilir. Bence bu hadisi, bir kabilenin üstünlüğü manasına değil de, sosyal bazı gerçeklere dayandırarak izah etmek gerekir. O günün şartları içerisinde, en toplayıcı ve tecrübe itibarıyla en müsait adayların bu kabileden oluşu sebebiyle, sosyolojik ve psikolojik gerçeklerden dolayı böyle bir sözün söylenmiş olma ihtimalini düşünmek gerekir. Buna benzer bir diğer konu olan, "nikahtaki küfüvv", yani denklik meselesi de aynı şekilde, ırkların ve kabilelerin biribirine üstünlüğü ile değil, sosyal ve psikolojik gerçeklerle ilgilidir. Eğer böyle olmasaydı, bu din, başlangıçta, Hz. Zeyd ile Hz. Zeyneb'in evlenmesine müsade etmezdi.

İslamın esas kitabı Kur'an'dır ve temel prensipler, Kur'an'a göre belirlenir. hadislerden bazıları, zahiren Kur'an'a ters gibi görünürse, Kur'an'a uygun şekilde yorumlanmaları gerekir. Kur'an, ırkı bir gerçek olarak kabul etmesinin yanısıra, Allah katında önemli olanın ve insana değer kazandıran ölçünün takva ve dinî samimiyet olduğunu ilan edince, buna ters gibi görünen hadislerin, önce sıhhatini araştırmak, eğer sahih ise, o günün şartları göz önünde bulundurularak, makul ve Kur'an'a ters düşmeyecek şekilde manalandırmak gerekir.

İnsanların çeşitli ırklardan ve, Türkçe'de kullandığımız manasıyla, çeşitli milletlerden olduğu gerçeğini inkar etmek, nasıl Kur'an-ı Kerim'in kabul ettiği bir gerçeği inkar etmek ise; Allah Teala'nın, bütün ırk ve milletleri, tek bir insandan dallanıp, budaklanan soylar olarak yarattığını inkar etmek de, Kur'anî bir gerçeği inkardır. Yeri gelmişken "millet" kelimesinin, Kur'an-ı Kerim'de, hem "millet-i İbrahim" (Bakara,130, 135 vb.) şekliyle müsbet olarak, hem "Allah'a inanmayan bir kavmin milleti" (Yusuf, 37) şekliyle menfî olarak, bugün Türkçede kullandığımız mananın aksine, "din" ve "aynı inancı paylaşan insanların yolu" manasına kullanıldığını hatırlatmak gerekir.

Kur'an-ı Kerim, insanların, ırkları itibarı ile birçok milletlere bölündüklerini ifade ederken, aralarındaki inanç farklılıkları sebebiyle de, iman ve küfür bazında iki esas guruba ayrıldıklarını anlatır. Bu ayırım belli bir zaman ve mekan ile sınırlı olmayan, bütün insanlık tarihini kapsayan ve Hz.Âdem(a.s.)'in iki oğlu Habil-Kabil ile başlayıp (Maide, 27 vd.), kıyamete kadar sürecek olan bir farklılıktır. Önemli olan da bu farklılıktır. Çünkü bu insanın iradesinden kaynaklanmaktadır ve hüküm buna göre olacaktır. Zira insan, milletini, kabilesini ve ailesini, hatta ana-babasını seçme hürriyetine sahib değildir ve doğduğu zaman bunları kendisi için belirlenmiş olarak bulur. Ama iman ve küfrü seçme hususunda, cüz'i iradeye sahibtir ve dolayısıyla bu tercihinin neticelerine katlanmak durumundadır. Kaderin bir cilvesi, dünyaya geldiğinde önünde bulduğu milleti, kabilesi, ailesi, rengi, ırkı, dili, sadece tabi tutulacağı o büyük imtihan için birer vesileden ibarettir ve insan, bu gibi iradesi dışında cereyan eden-belirlenmiş olan şeylere dayanarak öğünme hakkına sahib değildir. Ancak kendi tercih ve gayretinizle elde ettiğiniz şeyler hususunda övünebilirsiniz. Bu gibi şeylerle övünürken bile, ne kadarının insanın kendisine ait olduğuna, ne kadarına "benim" denilebileceğine dikkat etmek gerekir.

Demek ki insanlar için bir kan bağı, bir de iman ve ideoloji bağı var. Birincisi maddî, ikincisi manevî bir bağdır. Maddî bağı sağlayan baba ve analar gibi, manevi bağı sağlayan manevî baba ve anneler vardır. Bundan dolayı, Kur'an bir taraftan, "(İnsanların) anneleri , ancak kendilerini doğuran kadınlardır." (Mücadele, 2) buyurarak, maddi bağı sağlayan annelerimizden bahsederken, diğer taraftan , "Peygamber, müminlere canlarından ileridir. O'nun hanımları da o müminlerin anneleridir." (Ahzab, 6) buyurarak, peygamberlerin ve hanımlarının, insanlar için manevî anne ve babalar mesabesinde olduğuna işaret etmiştir.

Bu ikisinden, iman ve ideoloji bağı daha önemli ve kuvvetli olmuştur. Aynı ana-babadan olduğu halde insanlar, farklı ideolojilere sahib olup, karşı karşıya geldikleri ve vuruştukları çok olmuştur. Bedir'de, Uhud'da, Hendek'de, kardeş kardeşe, oğul babaya, amca yeğene karşı savaşmış ve aralarındaki kan bağı buna engel olamamıştır. Bu yüzden müşrikler tarafından, Hz.Peygamber(a.s.), kardeşi kardeşe düşüren bir sihirbaz; islamiyet de insanlar arasındaki kardeşliği bozan bir din olarak itham edilmiştir. Halbuki bunun sihir ve ifsatla bir alakası yoktur ve vakıa böyledir. Çünkü, başta da söylediğimiz gibi, iman ve ideoloji bağı, insanlık tarihi boyunca kan bağından kuvvetli olmuştur. Çünkü insan için düşünceleri, inançları ve kanaatları hep önemli olmuştur. Çünkü insanın fıtratı buna göre düzenlenmiştir. Çünkü insanda mana, maddeden öndedir ve çünkü insan maddesinden çok manası ile, yani manevî tarafı ile, ruhu ile, kalbi ile, aklı ile insandır. İnsanlardan türlü renkte olanlar var, ama ancak bilgili olanlar Allah'dan geregince korkarlar (Fatır, 28). Çünkü onlar bilirler ki insanların dillerinin ve renklerinin ayrı ayrı oluşu, Allah Teala'nın ibret alınması gereken ayetlerindendir, varlığının delillerindendir (Rum, 22).

İnsanları ana rahminde dilediği gibi değişik güzelliklerde şekillendiren Hak Teala'dır (Al-i İmran, 6; Mü'min, 64; Teğabun, 3). Bu şekiller, diller ve renkler bu imtihan dünyasında size verilen rol ile alakalıdır ve önemli olan sizin rolünüzü iyi oynamanızdır. Ama rolünüzü unutur da, halinize, renginize, ırkınıza takılır kalırsanız, başarısız olursunuz. Elbette rolünüz içinde, ırkınızla ilgili bazı unsurlar da bulunacaktır. Onları ihmal de başarısızlık sebebidir, onları olduğundan fazla önemsemek de...

İnsanlar arasındaki kan bağı-nesil alakası inkar edilemez. Çünkü insanı sudan yaratan Allah Tealâ, ona bir neseb ve sıhr, yani akarabalık bağı vermiştir (Furkan, 54) ve bu bağ, bazı işlerin iyi yürümesi için gereklidir. Fakat bu bağın geçerliliği kıyamete kadardır. Kıyamet kopunca, bu bağ sadece hesabı verilecek bir mesuliyete dönüşür ve o gün insan, kardeşinden, anasından, babasından, eşinden oğullarından kaçar (Abese, 34-36).. Çünkü Sûra üflendiği gün, artık aralarında soy bağları yoktur ve insanlar birbirlerine soylarını sormazlar; kimlerin ibadet tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa ermişlerdir(Mü'minûn,101-102). Soylarla-boylarla övünme dünyada kalmış ve esas gerçekle yüzyüze gelinmiştir. Soyu ile sayısı ile öğünüp de ahireti hatırlamaktan oyalananlar, o gün yanlış yaptıklarını anlamışlardır (Tekasür, 1-8). O gün mücrim ister ki azabdan kurtulmak için, eşini, kardeşini, kendisini barındıran ve içinde yetiştiği tüm ailesini(sülalesini) fidye olarak versin (Mearic,11-14).

İslamiyette din bağı kan bağından önemlidir. Dolayısıyla nesli, anası-babası belli olmayan bir insan, inanç ile sizinle aynı ise, neslinin belli olmayışı önemli değildir. Bundan dolayı Cenab-ı Hak buyurur ki:

"İnsanları, babalarına nisbet ederek çağırın. Bu, Allah yanında daha adaletlidir. Eğer babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır." (Ahzab, 33/5).

Öte taraftan babalarınız ve öz kardeşleriniz, eğer küfrü tercih etmişlerse, onları dost edinmeyiniz (Tevbe, 23). Eğer buna rağmen onları dost edinirseniz, Allah'ın cezasını bekleyin (Tevbe, 24).

Evet, Allah Teala geçmişte milletlere, kendi soylarından ve kendi dillerinde peygamberler göndermiştir (İbrahim, 4). Çünkü bir kabileye veya millete, mesajı en iyi iletecek olan, onları anlayan, özelliklerini bilen ve tanıyan bir insandır. Bu yüzden âd kavmine kardeşleri, yani kendi soylarından ve boylarından olan Hûd (a.s.) (A'raf, 65; Hud, 50); Semûd kavmine, kardeşleri Salih (a.s.) (A'raf, 73; Hud, 61; Neml, 45); Medyenlilere, kardeşleri Şu'ayb (a.s.) (A'raf, 85; Hud, 84; Ankebut, 36) peygamber olarak vazifelendirilmiştir; Nuh (a.s.), kardeşleri, yani ırkdaşları olan kavmini, Lut (a.s.) keza kardeşleri olan kavmini takvaya davet etmişlerdir (Şuara, 106, 161). Yine bu peygamberler, onca tebliğe rağmen küfürde direten kavimlerine lanet okumuş, beddua etmiş ve mesela Şuayıb(a.s.) kavmine şöyle seslenmişti: "Ey kavmim, ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim, artık kafir bir kavme nasıl acırım." (A'raf, 93). Bu, "Evet, siz benim kavmimsiniz ama, küfür üzere devam ettiğiniz müddetce, size acımam bile söz konusu değildir." demektir.

Eğer peygamberler sadece kendi kavimleri için görevlendirilmemişlerse, tebliğe en yakın halkadan başlayarak, öncelikle kendi sülalelerini ve kabilelerini, sonra diğer insanları dine davet ederler. Bu yüzden onlar telbiğe kavimlerinden, yani yakın çevrelerinden başlarlar. Yine bu yüzden, bütün insanlara peygamber olarak görevlendirilen Hz.Muhammed(a.s.)'e, Cenab-ı Allah, "(Önce) en yakın akrabalarını (aşiretini) uyar ve sana uyan müminlere (tevazu ve merhamet) kanadını indir. Şayet sana(uymaz) karşı gelirlerse, 'Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım.' de." (Şuara, 214-216) buyurarak, bir akrabalık hakkı olarak, tebliğe en yakından başlamasını ve eğer ona uymazlarsa, aralarındaki bağın yok hükmünde olduğunu bildirmiştir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (a.s.), "Ey elbiselerine bürünen, kalk ve uyar." (Müddessir, 1-2) emrini alınca, önce kabilesini bir tepenin eteklerine davet edip, İslam'ı onlara anlatarak işe başlamıştır.

Bir başka ayette,

"Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız(aşiretiniz), kazandığınız mallar, bozulmasından korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız evleriniz, size Allah'dan, peygamberinden ve Allah yolunda cihad etemekten daha sevimli ise, Allah'ın emri (azabı-cezası) gelinceye kadar bekleyin." (Tevbe, 9/24)

buyurularak, yakınları ve akrabayı Allah'a ve dinine tercih etmenin tehlikesi anlatılıyor.

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri ve akrabaları da olsa, Allah ve elçisine düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. Allah onların kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak ve onlar orada ebedi kalacaklar. İşte onlar Allah'ın hizbidir ve başarıya ulaşacak olanlar da Allah'ın hizbidir." (Mücadele, 22; bk. Maide, 56)

ayeti ise hem bir tehdit, hem gerçek müminler için bir ruh halini anlatıyor ve farklı ırklardan olsalar da, ancak aynı ideali paylaşan insanlar arasında hakiki bir yakınlık ve dostluk olabileceğini vurguluyor. Bu ve benzeri ayetleri ile Kur'an, bu kardeşliği vurgulamakla kalmamış, imanî bir vazife haline de getirmiştir.

Kur'an-ı kerim bu manada, inanların birliğini ve kardeşliğini "Allah'ın askerleri" oluşları ile anlatırken, karşıtlarını da "şeytanın askerleri" ifadesi ile niteliyor (Mücadele,19; Fatır, 6). Allah Teala aynı şekilde "Mü'minler kardeştirler." (Hucurat, 10) buyururak, müminlerin kardeşliğini ilan ederken, küfrü, nifakı, israfı ve benzeri kötü fiil ve fikirleri paylaşanları da kardeş sayıyor (İsra, 27; Al-i İmran, 156; 168; A'raf, 202; Ahzab, 18; Haşr, 11). Kur'an, iman bağı ile oluşan bu sevgi ve kardeşliğin, Allah'ın lutfu ile olduğunu (Al-i İmran,103) bildirir. Müşrikler, ırk bağı ile bağlı olduğumuz akrabalarımız bile olsalar, ancak küfürden tevbe edip, imana döndükten, namazı kılıp, zekatı verdikten sonra bizim kardeşlerimiz olabilirler (Tevbe, 11) ve biz Allah'a yalvarırken, kan bağımız olanlara değil iman bağımız olanlara dua eder, "Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile bizi geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla." (Haşr, 10) deriz.

Bütün bunların yanısıra, anababaya iyilik, akrabaya yardım, sıla-ı rahim de dinimizin emirlerindendir ve bunda , kafir olan yakınlarımız da söz konusudur. Dinimiz insanın fıtrî duygularını görmemezlikten gelmez ve gerçekçi tek dindir. Bu gerçekciliğin neticesi olarak o, ırk bağını inkar etmediği gibi, iman bağının, insanlar arasında oluşturduğu yakınlığı da en güzel bir şeklide görür. Ama ırka karşı duyulan bu fıtrî sevgi ve yakınlığa mağlub olup, duygusallık içerisinde haksızlık ve yanlışlık yapmanın yerine, imana dayalı itidal ve adaleti kor, duygusallığın zaman zaman, adalete mani olduğunu bilir. Bu yüzden sevgi ve nefretlerimizi belirlemede, duyulara yenilmemeyi tavsiye eder.

Ad, Semud, Benî İsrail, Kureyş, Kur'an-ı Kerim'de geçen kabile isimleridir. Al-i İmrân, Al-i İbrahim, Al-i Ya'kub, Al-i Lut, Al-i Firavun ve benzeri ifadeler, kabileden daha dar manada, hanedanlık isimleridir ve Kur'an bunları, müsbet-menfi herhangibir mana yüklemeden kullanır. Yine Kur'an'da Arab ve zıddı Acem , Hz.Peygamber'in ırkını ve onun dışındaki bütün ırkları ifade eder. Milletler, kabilelerden; kabileler, boylardan; boylar, soylardan-sülalelerden; sülaleler de ailelerden meydana gelir. Binaenaleyh milletin küçük yapıtaşı ailedir. Bundan dolayı ırk vakı'asından bahsederken, aile ve kabileyi ilk hareket noktası olarak ele alıyoruz. Dinimizin, Müslümanlara yüklediği vazifelerin bir kısmı da en küçük halka olan aileden başlayarak millete kadar, insanın yakınlarına karşı olan vazifeleridir. Mesela zekatınızı verirken, işe önce akrabalarınızdan başlar, sonra halkayı genişletirsiniz. İyilik ve yardımlarda öncelik akrabalarındır (Bakara, 83; 177, 215; Nisa, 36; Nahl, 90; İsra, 26 vb.). Miras, akrabalar arasında sözkonusudur (Bakara, 180; Nisa, 7, 33). Eğer komşunuz, hem akrabanız, hem de dindaşınız ise, komşuluk hakkı üçe katlanmıştır: komşuluk hakkı, dindaşlık hakkı ve akrabalık hakkı olarak... Ama akrabalık bağı, hiçbir zaman, adaletsizlik, yalan ve haksızlık sebebi olmamalıdır (Maide, 106; En'am, 152; Fatır, 18).

Geçtiğimiz asırda daha çok millet esasına göre devletler oluşturmaya çalışan Batı'nın, mezhebleri farklı da olsa, din esasına göre tek devlet haline gelme gayretleri ve bu gayretlerine paralel olarak, kendi dışlarındaki dünya devletlerini ırk esasına göre oluşturmaya çalışmaları, ibretle değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Onlar bir din ve inanç etrafında toplanarak güç kazanmaya çalışırken, özellikle islam ülkelerini ırklara göre bölüp, zayıflatmaya çalışmakla, kur'an'ın işaret ettiği gerçeklerden hareket ediyor gibiler. Onlar bütün bunları yaparken din bağının, ırk bağından daha birleştirici ve bütünleştirici olduğu gerçeğinden hareket ediyorlar. Tarih bu gerçeği ortaya koyan hadiselerle doludur.

Fakat dinler içinde en birleştirici ve bütünleştirici olan da islamdır. Diğer dinlerde bu özellik azdır. Nitekim Hak Teala, "Sen onları toplu sanırsın, ama onların kalbleri dağınıktır." (Haşr, 14) buyurarak zahirde bir ve beraber görünen nice toplulukların, içten içe düşmanlıklarını anlatıyor.

Kur'an, "Topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın." (Al-i İmran, 103) fermanı ile birleştirecek ve kuvvetlendirecek olana "Allah'a ve peygamberine itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; yoksa korkuya kapılırsınız, devletiniz gider." (Enfal, 46) fermanı ile de zayıflatacak ve parçalayacak olana işaret ediyor.Bu hususta, Hz.Peygamber (a.s.)'den önce birbirine düşman, Müslüman olduktan sonra da Ensar olan, Medineli Evs ve Hazrec kabileleri güzel bir örnek olarak hatırlanabilir. Kur'an'ın vurguladığı da bu sosyal gerçektir. Ama bu arada o, ırk gerçeğini de inkar etmez.

Irk da, İslam kardeşliği de bir Kur'an-ı kerim'in kabul ettiği bir gercek olunca, bu ikisi arasına öyle bir sınır çizmeliyiz ki, ne bunlardan birini inkar etmiş olalım, ne de diğerini ihmal etmiş olalım. Elbette bu sınırı çizerken keyfimize ve isteğimize göre davranamayız. Bu işte yine bize yardımcı olacak olan, İslamın temel kitabı ve adaletin gercek terazisi Kur'an'dır. Dolayısıyla onun çizeceği sınır, hiçbir kişiye, millete ve gerçeğe haksızlık olmayacaktır.

Gerçekci ve adil bir din olan İslam'ın ve onun kitabının, herhangibir vakı'ayı gözardı etmesi, görmemezlikten gelmesi düşünülemez. İdeallerini, inançlarını, kanaatlarını ve hatta sevgilerini bu kitaba göre belirleyen, belirlemesi gereken Müslüman da, adil insandır. Aynı şekilde o da, ifrat ve tefritten uzak, her gerçeği sırası içinde ve yerli yerinde kabul eder. Yine Müslüman, gerçekler arasında sıralama yaparken, yol göstericisi olan Kur'an ve sünnetin ışığı altında, ailesine, kabilesine, ırkına ve milletine olan inkar edilemez tabiî ve fıtrî temayülünü, dinine, kitabına, peygamberine ve bunların neticesi olarak din kardeşlerine olan sevgisinin üstüne çıkaramaz ve tercih durumunda kaldığı zaman, seçmesi gereken, Allah, Resullullah, Kur'an ve Müslümanlardır. Dolayısıyla aynı inancı paylaşmadığı yakınlarını ve akrabalarını terkedip, en uzak ırktan inanç kardeşleri ile bir olması gerekebilir. Müslümanın ırkına olan sevgi ve yakınlığı, hiçbir zaman, başka ırktan olanlara haksızlık etmesine sebeb olamaz. Çünkü Müslüman, her düşünce ve davranışını, Kur'an terazisi ile tartan, dengeli bir insandır.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun