"Allah nimetini kulunun üzerinde görmek istiyor." hadisi, lüks bir hayatı teşvik etmiyor mu?

Tarih: 11.06.2009 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Allah, dünya nimetlerini insanlar ve canlılar için yaratmaktadır. Bu nimetleri kullanma ve yeme arzusunu da insanın içerisine koyan Allah’tır. Bunları yemek, içmek veya kullanmak insanın hem hakkıdır, hem de şükrünün bir gereğidir. İnsan nimetleri yiyecek, kullanacak ama nimeti vereni de bilecek.

Savurganlık anlamındaki “israf yasağı” çok güzel bir “ekonomik denge”dir. İsraf, bu dengeyi bozar. Birisi çok harcarsa, diğerinin hakkına el atmış olur. Herkes, gücüne, çalışmasına ve şartlarına göre nimetlerden yararlanır. Ancak israf edenler bu nimet dengesini bozarlar.

Kur’an, hem aşırı harcamayı, hem aşırı kısmayı (cimriliği) hoş görmüyor. Müslümanlara bu ikisi arasında orta bir tutum tavsiye ediyor.

“Elini bağlı olarak boynuna asma (cimri olma). Onu büsbütün de açıp savurma (israf etme). Sonra kınanmış bir halde oturup kalırsın.” (İsra, 17/29.)

Peygamberimiz (asm) de bununla ilgili dengeyi açıklamak için buyuruyor ki:

“Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz ve giyininiz. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” (Buhari, Libas 1; İbnu Mace, Libas 23.)

“Allah nimetini kulunun üzerinde görmek ister.” ifadesi, maddi aleme öylesine izafe edildi ki Müslümanlar bundan sadece, Allah’ın kendilerine verdiği özellikle maddi nimetleri en iyi şekilde taşımalarının mutlak emir olduğuna inanır oldu. İnsan, elindeki her şeyin en iyisini kendine sarf edince etrafını unuttu, farkında olarak ya da olmayarak bu nimetler sayesinde bir statü kavgası vermeye başladı. Önceleri temiz ve pak olması amaçlanan giysiler, zamanla yeni olma zorunluluğuna, ardından da marka düşkünlüğüne dönüştü. En lüks arabalar kullanıldı, “en şık” yerlerde “en güzel” yemekler yenildi. Zamanla, son günlerin moda söylemiyle bir “İslam burjuvazisi” meydana geldi. Başta gayet safiyane duygularla nimeti üzerinde göstermek isteyen kul, (dini) yaşantısı için öncelikli olması gereken şeyleri unutarak ayrıntılara daldı ve zamanla takvadan uzaklaştı.

Müslümanlar olarak pek çoğumuzun gözden kaçırdığı bir husus var; Allah’ın verdiği nimetler sadece maddi şeylerle sınırlı değildir ve kulun bu nimetleri üzerinde taşımasının yegane yolu da giyinmek ya da yemek olmamalıdır. Örneğin ilim bir nimettir. Allah, ilim verdiği kulunun bunu muhafaza ederek etrafına faydalı olmasını ister. Akıl en büyük nimetlerdendir. Yaratan, yüce kitabında kullarına akletmelerini özellikle öğütler. Sağlık da büyük bir nimettir. Rabbimiz sağlığımızı korumamızı, nefsimize eziyet etmememizi ister. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. İşte tüm bunlar Allah’ın verdiği nimetleri kullarının üzerinde görmesinin göstergesidir.

Şüphesiz Allah, kullarına verdiği temiz nimet ve rızıklardan yararlanmalarını da ister. Fakat aynı nimetlerin fesat, sapkınlık, şımarıklık ve hırçınlığa götürecek, insanlara zulüm ve işkenceye sebep olacak yollarda kullanılmasından da hoşlanmaz.

Maldan yararlanmak ve ondan haz almaktan dolayı bazı insanlarda kibir, şımarıklık ve zorbalık yani “teref” ortaya çıkabileceği için İslâm, mal ve evlatların çokluğundan doğan şımarıklığı haram kılmış ve bu vasıfları barındıran kişileri de diktatör ve zorba tanımlaması ile şiddetlice kınamıştır. “Teref”in (mal çokluğundan doğan şımarıklığın) haram olması, maldan yararlanmayı değil de sadece ondan doğacak şımarıklıktandır.

İnsana emanet olarak verilen malı saçıp-savurmak, gerekli yerlere harcamamak, insanlar arsındaki ekonomik dengeyi bozar, kişiler arasındaki kıskançlığı artırır. Cimrilik ise yardım düşüncesini öldürdüğü gibi, ihtiyaç sahiplerine ulaşmayı engeller. İnfak ve sadaka ahlâkını köreltir. Halbuki infak kurumu, yakın akrabanın ihtiyaçlarını karşılamayı temin eder, sadaka kurumu ise insanları muhtaç oldukları sıkıntılardan kurtarmayı sağlar.       

İslâm, insan hayatına her konuda bir denge getiriyor. İnançta, amellerde, mal kazanma ve harcamada, duygularda, nefret ve sevmede hep orta yolu tavsiye ediyor. Ne aşırılık ne de tembellik veya gevşeklik. Ne ifrat ne de tefrit; İslâm ümmeti, vasat bir ümmettir. (bk. Bakara, 2/143.) Yani orta yolu izleyen, dengeli ve hayır yolları üzerinde olan bir ümmettir. Bu ümmetin mal konusundaki tutumu da dengelidir, harcamaları da ölçülüdür.      

Mülk aslında Allah’a aittir; insana emanet olarak geçici bir süre için verilir. Malı ve geçimlikleri helal yoldan kazanıp helal yola harcayanlar, Allah yolunda infak edip hak sahiplerinin hakkını verenler, bezr etmeyenler (saçıp savurmayanlar), mal konusundaki sınavı kazanırlar.

Kur’an  buyuruyor ki:

“Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. Bezr ederek saçıp-savurma. Çünkü bezr (israf) edenler şeytanın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı nankördür.” (İsra, 17/26-27.)

Hz. Peygamber (a.s.m.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur:

"Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size 'sevâdu'l a'zam = en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı” tavsiye ederim." (İbn Mâce, Fiten, 8).

Sevâdu'l-a'zam: Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir. (İbnü'l-Esir, en-Nihâye, II, 419)

Sevad-ı azamı, halk çoğunluğunun yaşadığı ekonomik hayat seviyesi olarak da anlamak mümkündür. Peygamber Efendimiz (asv)’in bu tavsiyesi bize şunları bildirmektedir: Halk çoğunluğunun yaşadığı hayat seviyesinde yaşayın. Onların ulaşamadığı bolluk ve israf içinde apayrı bir yaşayışa yönelerek halktan kopmayın. Halkın haset ve husumet damarını tahrik etmeyin.

Bundan dolayı duyarlı zenginler, konu komşularının gözleri önünde bir lüks ve gösteriş içinde görünmeyi mahzurlu görmüşler, bilhassa komşu misafirliklerinde onların imkanlarını aşan gösterişli giyim kuşam içinde olmayı uygun bulmamışlardır. Güçleri daha fazlaya yettiği halde çevrenin seviyesinden yukarıda bir hayatı tercih etmeyi sevad-ı azama aykırı bulmuşlardır. Hatta pazardan aldıkları yiyecekleri dahi içindekini göstermeyen çantalarda taşımışlar, olmayanlara karşı gösterişe girmiş olabiliriz endişesini duymuşlardır.

Elbette bu dikkat ve titizlik, fetvaya dayalı hukuki bir mecburiyet değil, takvaya dayalı bir tercih halidir... Bu tercihi yapmayıp çevrenin üstünde imkanlarının elverdiği nispette gösterişli bir hayatı yaşamakta mahzur görmeyenler de olabilir. Bunlar imkanlarını çevreyi düşünmeden kullanan sevad-ı azama tabi olmamış kimseler olarak yorumlanırlar. Takvayı tercih etmeyenlerden sayılırlar.

Sevad-ı azamı tercih edenlerden bir örnek:

İbn-i Müleyke anlatıyor: Biz Halife Hazreti Ömer’in yanındaydık. Dışarıdan Utbe girdi. Halife: “Buyur ya Utbe, nasibini al!..” diyerek onu sofraya davet etti. Utbe, hemen gelip diz çökerek sofraya oturdu. Ancak eline aldığı ekmek kuru ve sertti: “Ya Ömer tazesi yok muydu?” diye sordu. Halife: “Utbe, bunu sen mi soruyorsun bana? Müslümanlar bugün ekmek bulabiliyorlar mı ki, tazesini arasın Ömer? Ne zaman Müslümanların ekseriyeti sofrasında taze ekmek yiyecek bolluğa ulaşırsa, Ömer’in sofrasında da o zaman taze ekmek bulabilirsiniz...” dedi.

Evet, onlar yoksul çevrenin gözleri önünde bir lüks ve bolluk içinde yaşamayı sevad-ı azama aykırı buluyorlar, varlığı da yokluğu da halkla ortak yaşıyorlardı. Gariptir ki, bugün geçmişi beğenmeyenler ele geçirdikleri imkanları şahsi menfaatlerine kolayca kullanıyor, israflı lükslerini yoksulların gözleri önünde olanca gurur ve kibirleriyle yaşayabiliyorlar.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun