Nisa Suresi 88. ayette geçen "Allah'ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz?" ifadesi, çabalarımızın boşuna olduğu anlamına mı gelmektedir?

Tarih: 24.08.2009 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

İlgili ayetin meali: 

“Size ne oluyor da münafıklar hakkında ikiye bölünüyorsunuz? Halbuki kendileri hak ettikleri için Allah onları küfre geri çevirmiştir. Allah'ın saptırdıklarını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah'ın saptırdıkları için asla doğruya yol bulamazsın.” (Nisa, 4/88)

Bu ayetten 91. âyete kadar, özel olarak Kur'an'ın geldiği tarihte ve çevrede, genel olarak da her zaman ve her yerde, gruplar ve topluluklar olarak Müslümanlarla ötekiler (Müslüman olmayanlar) arasındaki ilişkiler ele alınmaktadır. İslâm başka inançları ve hayat tarzlarını benimseyen fertlere ve gruplara da hayat hakkı tanıdığı, onları hem kendi içlerinde hem de dünya yüzünde korumayı Müslümanlara ödev kıldığı için ilişkilerin -taraflara zarar vermemesi amacıyla- bazı kurallara bağlanmasına ihtiyaç hâsıl olmuştur. Bu ihtiyaç hem âyetlerle hem de Hz. Peygamber (asm)'ın ve onun çizgisindeki halifelerin uygulamalarıyla -farklı ve yeni ilişki biçimlerine de örnek teşkil edecek şekilde- karşılanmıştır.

Müslümanlar Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra çeşitli ilişkilere girmek durumunda oldukları gayrimüslimler, şöyle çeşitlenmişlerdi: Mekke'de ve Medine'de yaşayan müşrikler, Medine ve civarında yaşayan ehlikitap (daha çok Yahudiler), hem Mekke'de hem de Medine'de yaşayan, müşrik veya ehlikitap oldukları halde bu durumlarını gizleyen ve Müslüman görünen münafıklar.

Gayrimüslimlerin Müslümanlarla gruplar arası siyasi ilişkileri de şu kategoriler içinde cereyan ediyordu:

a) Hasımlar ve düşmanlar,
b) Antlaşmalılar ve bunlarla antlaşma yapmış bulunan diğerleri,
c) Tarafsızlar. 91. âyete kadar bu konular ele alınmış, ilişkilerde uyulacak kurallara ışık tutulmuştur.

Bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında alimler arasında farklı görüşler vardır. Bazılarına göre, Uhud savaşı sırasında Müslümanları bırakıp yoldan geri dönen Abdullah b. Übey b. Selul ve adamları olan Medineli münafıklar hakkındadır. Bazılarına göre ise Medine'de yaşayan ve Uhud Savaşı'nda geri dönen münafıklar değil, Mekke'de yaşayan, gerçekte putperest oldukları ve Müslümanlar aleyhine faaliyette bulundukları halde Medine'ye geldikçe veya Müslümanlarla karşılaştıkça kendilerini onlardanmış gibi gösterenlerdir. Taberî’nin tercihine göre, bunlar Mekke halkından önce Müslüman olup sonra dinden çıkan mürtetler hakkındadır.(bk. Taberî, ilgili ayetin tefsiri). Müslümanlarla savaş durumunda olan gayrimüslimler ve bunlara yardımcı olanların ele geçirildiklerinde esir edilmeleri, gerektiğinde öldürülmeleri savaş halinin tabii sonuçlarındandır.

Sebebi ne olursa olsun, bu ayette belirtilen münafıklar belli bir zümredir. Allah, bu adamların bir daha samimi olarak İslam dinine girmeyeceklerini elbette bilmektedir. Allah ise haşa haksız yere bunların iman yolunu kapatmamıştır. Ayette ifade edildiği üzere, bunlar “Yaptıkları bunca cürüm sebebiyle Allah kendilerini baş aşağı getirdiği” kimselerdir.

Nitekim, “İnkâra saplananları ise ister uyar ister uyarma onlar için birdir, imana gelmezler.”(Bakara, 2/6) mealindeki ayette de belli kâfirler söz konusudur. Bu ayet ortada olduğu halde Hz. Peygamber (a.s.m)’in tebliğine devam etmesi de gösteriyor ki, burada söz konusu edilen ve imana gelemeyecekleri bildirilen belli birkaç kâfirdir.

İşte Allah, Nisa suresi 88. ayette söz konusu edilen bu iflah olmaz grubun durumunu açıkça ifade ederek, bu münafıklar hakkında hüküm verirken, bunlar yüzünden kalkıp birbiriyle çekişen Müslümanların iki gruba ayrılmalarının yanlış olduğunu vurgulamış, bundan sonra bu çekişmenin devam etmemesi için onların durumunu belirten kesin sonucu da “Allah’ın saptırdığını siz mi yola getirmek istiyorsunuz?” mealindeki ifadeyle ortaya koymuştur.

Görüldüğü gibi bu olayın açıklığa kavuşmasında ilahî vahiy rol oynamıştır. Hz. Peygamber (a.s.m) daha hayattadır ve Allah ile olan irtibatı devam etmektedir. Hikmeti ne olursa olsun, Allah’ın kesin hükmünü verdiği bir konuda elbette insanlar için başka seçenek kalmaz.

Fakat, bizim şimdiki durumumuzda, vahiyle desteklenmemiz mümkün olmadığına göre, belli insanların -bizim irşadımızla- yola gelip gelmeyecekleri de belli değildir. O halde bize düşen görev böyle özel şahıslara ait özel olaylardan değil, Kur’an’ın genel prensiplerinden hüküm çıkarmaktır. O da şudur: “Elçiye düşen görev tebliğdir.” Biz tebliği yapacağız, gerisini Allah’a havale edeceğiz.

Ayette geçen "... İnkâr etmenizi, böylece onlara eşit ve benzer hale gelmenizi isterler" cümlesi, farklı inanç ve düşüncede olan grupların birbirlerine karşı sosyopsikolojik durum ve tutumlarını ifade etmektedir. Bu beşerî ve sosyal kural asırlar boyu değişmeden gelmiştir. Ulus devletlerin doğduğu günümüzde de insanların eşitlikten tam yararlanabilmeleri için aynı ulustan olması gerekiyor. Uluslar, aradaki "farklı ulustan olma" durumunun ortadan kalkmasını istemiyorlar; ancak kültür, inanç ve ideoloji farkının temel haklar açısından bir ayırımcılık sebebi sayılmamasını istiyorlar.

Ne var ki, sözde çoğulculuğu savunanlar uygulamada bunun, diğer inanç sistemlerinin, kültür ve ideolojilerin ortadan kalkması ve dünyada tek tip bir kültürün (günümüzde Batı kültürü) kalması şeklinde gerçekleşmesini hedefliyorlar. Bunca insan hakları belgelerine ve antlaşmalarına rağmen uygulamada sırf renkleri, kültürleri ve inançları farklı olduğu için bir kısım insanlar ve uluslar diğerlerine eşit sayılmıyor, haklarına eşit derecede saygı gösterilmiyor ve sahip çıkılmıyor. 

"Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudiler de Hristiyanlar da senden asla memnun kalmayacaklardır." (Bakara 2/120)

mealindeki ayet de bu gerçeği ifade etmektedir.

Bugün yeryüzünde mevcut birçok din, ideoloji ve kültür açısından insan haklarında eşit olmanın şartı aynı kültürü ve inancı paylaşmaktır. Ancak İslâm'da insanların, insan haklarından yararlanabilmeleri için Müslüman olmaları şartı yoktur. Allah Teâlâ kullarının Müslüman olmalarını ister, bundan hoşnut olur fakat onları buna zorlamaz. Dileyenlerin kendisini de, hak dini de inkâr etmelerine fırsat verir, bundan dolayı onlardan dünyada rahmetini ve rızkını esirgemez. Müslümanlar da başka dînden olanlara bu ilâhî muamele örneği çerçevesinde yaklaşmak ve davranmak durumundadırlar.

İslâm dini, ehlikitabı tevhid çerçevesinde birliğe, bütün insanlığı da barış ve insan haklarına saygı ilişkisi içinde yaşamaya davet etmesine rağmen, Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasında hâlâ değişmediği müşahede edilen uygulamadaki bu tutum ve yaklaşım farkı sebebiyle onların dostluk ve yardımlarına güvenmemek esastır. Müslümanlar elbette kendilerine düşmanca davranmayan, antlaşmalarına sadık kalan gayri müslimlerle barış ve iyi ilişkiler içinde olacaktır. Ancak karşı tarafın -açıklanan ve tarih boyunca yaşanıp görülen- temel yaklaşım ve tutumlarının da unutulmaması gerekmektedir. (bk. Kur’an Yolu, ilgili ayetin tefsiri)

İlave bilgi için tıklayınız:

Kalplerin mühürlenmesi ne demektir?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun