Ehl-i Dünya kimdir / kimlerdir, vasıfları nelerdir?

Tarih: 04.05.2010 - 00:00 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Ehli dünyanın karşısında kimler vardır?
- Onların özellikleri nelerdir?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Önce şunu belirtelim ki “ehl-i dünya” dünyada yaşayanlar için, “ehli âhiret” ahirete göçenler için kullanılır. Bu mana bizim konumuzun dışındadır, bunun üzerinde durmuyoruz.

Aslında aklî ihtimallere göre, dünya ve ahiret yurtlarıyla ilgili olarak insanları dört gruba ayırmak mümkündür;  

a. Sadece dünyayı esas alanlar,
b. Sadece ahireti esas alanlar,
c. Her ikisini de esas alanlar,
d. Hiçbirini esas almayanlar.

Kur’an’da yalnız a) ve c) şıkları söz konusu edilmiştir. Çünkü gerçekte diğer şıklar muhaldir. Sadece ahireti esas alan en zahit kimselerin bile yine dünya ile bir bağları vardır. Yemek, içmek, uyumak gibi hususlar dünyevî gerçeklerdir. Hiçbirini esas almayanlar deli olanlar için, çocuklar için bir açıdan doğru olsa bile, gerçekte onların da dünya ile bağları vardır.

Bu sebeple Kur’an’da insanlar iki gruba ayrılmıştır;

a) Yalnız dünyayı esas alanlar;
b) Her ikisini de esas alanlar.

İlgili ayetlerin meali şöyledir:

“Bazı kimseler: 'Ey Yüce Rabbimiz, bize vereceğini bu dünyada ver!' derler. Bunların âhirette nasipleri yoktur."

"Bazıları da 'Ey bizim (Yüce) Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver.  Ve bizi cehennem ateşinden koru!' derler."

"İşte bunlar kazandıkları şeylerin hayır ve bereketlerini fazlasıyla görürler. Allah hesabı çok çabuk görür.” (Bakara, 2/200-202).

Bu ayetlerin ışığında diyebiliriz ki, “ehl-i dünya” kavramı, bütün hayatı sadece dünya hayatından ibaret olduğunu düşünen, ahirete inanmayan kimseler için kullanılmaktadır. “Ehl-i din” veya “Ehl-i âhiret” kavramı ise, dünyayı ahiretin mezrası olarak gören, bu sebeple de hem dünyaya hem de âhirete yönelik çalışmalarda bulunan kimseler için kullanılır.

Hadis-i şerifte -meal olarak- yer alan “Dünya âhiretin mezrası / tarlasıdır.” (Aclûnî, Keşfu’l- Hafa, I, 412) ifadesi, yukarıdaki ilgili ayette vurgulanan gerçekle tamamen örtüşmektedir. Buna göre, âhirete endeksli bir dünyayı göz önünde bulunduran ve ona göre hayatını düzenleyenler “ehl-i dünya” sayılmaz. Zira Bediüzzaman’ın vurguladığı gibi, -İslam’a göre- din ile dünyayı birbirinden ayıranlar sebeb-i helaket ve felakettir.

Bediüzzaman Hazretlerinin “dünya taksimatı” bu açıdan da önem arz etmektedir: Buna göre; “Dünyanın iç yüzünün üç yüzü vardır.” Birinci yüzü itibariyle Allah’ın sıfat ve esmasını gösteren bir Rabbanî  mektuptur. İkinci yüzü itibariyle ahiretin tarlasıdır. Üçüncü yüzü itibariyle aldatan geçici bir oyun ve eğlenceden ibarettir. İlk iki yüzünü esas alanlar “ehl-i âhiret” sayılır, üçüncü yüzüne meftun olanlar ise “ehl-i dünya” damgasını yer. (bk. Sözler, Otuz İkinci Söz)

Şunu da açmakta yarar vardır ki; hakikat-ı zatiye itibariyle “ehl-i dünya” kavramı kâfirler için, “ehl-i din / ehl-i âhiret” kavramı ise müminler için kullanılır. Fakat dünya ve ahirete bağlılık, takva noktasındaki dereceler dikkate alındığında ortaya birçok izafî gerçekler çıkar. Buna göre, “hakikat-ı izafiye” itibariyle, dünya ağırlıklı mümin için  “ehl-i dünya” tabiri kullanılabildiği gibi, ahiret ağırlıklı müminler için ise “ehl-i âhiret” denilebilir.

Bu son kullanımlar bir nevi mecazî ifadeler olarak görülmelidir.

Müminler için kullanıldığında “ehl-i dünya” kavramı, dünya zevklerini ön planda tutan ahirete ikinci, üçüncü sırada yer veren kimseler kastedilir. Nitekim “Ahirete iman ettikleri halde dünyayı âhirete tercih ederler.” (İbrahim, 14/3) mealindeki ayette hem hakikî hem de mecazî manayı anlamak mümkündür. Yani hem ahirete inandığı halde dünyayı bile bile -inadî bir şekilde- dine tercih edenler için, hem de bilerek olmasa da nefsinin heva ve hevesine takıldığı için “dünya ağırlıklı” hareket edenler için geçerlidir.

Aşağıdaki ayette vurgulandığı üzere, bazen ölümden korkmak bile kişiyi ehl-i dünya yapmaya yetiyor:

“Baksana o kimselere ki, savaş zamanı değilken kendilerine: 'Savaşa sebebiyet vermeyin, namazı hakkıyla ifa edin, zekâtı verin!' denilmişti. Sonra onlara savaşma farz kılınınca, onlardan bir kısmı insanlardan, Allah’tan korkarcasına, hatta daha fazla korkup şöyle diyorlar: 'Ya Rabbenâ, niçin bize harbi farz kıldın? Bize biraz daha mühlet verseydin ya!' Onlara de ki: 'Dünya zevki pek azdır, âhiret ise günahlardan sakınanlar için sırf hayırdır ve size kıl kadar olsun haksızlık yapılmaz.'.” (Nisa, 4/77).

Mal-mülk, makam-mevki, maddî-manevî duygulara hitap eden nefsanî bütün hazlar dünyevî sayılır. Fakat niyet, eşyanın mahiyetini değiştiren bir iksir olarak, bu dünyevî lezzetleri de uhrevî yapabilir. Yemek için yaşayan ile yaşamak için yemek yiyen kimse arasında dağlar kadar fark vardır. Egosunu tatmin etmek için bir makama çıkmak isteyen ile Allah’ın dinine, hakka-hakikate, insanlığa hizmet maksadıyla bir makamı arzulayan kimse arasında yerden göğe fark vardır.

Diğer taraftan, rastgele kimselere “ehl-i dünya” diyenlerin kendilerini “ehl-i âhiret” kimseler olarak görme tehlikesi de vardır. Bu bazen gurura, gaflete sebep olabilir.

Tövbe kapısı herkese açıktır; küfür ve şirk dahil, her sınıftan olan insanlar tövbe ederek İslam safına girebilirler.

Bize düşen, kişinin içinde bulunduğu yanlış yolunu tespit edip ondan uzaklaşmak değil, teşhisi koyduktan sonra sorumlu bir tabip gibi hastalığı tedavî etmektir. Bu da yakınlık göstermek, diyalog kurmakla ve İslam’ı halimizle yaşayarak örnek olmakla mümkündür.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun