İnsanın Allah'a muhatap olan bir varlık olmasını ve Allah'a hitap etmesini nasıl anlamalıyız?

Tarih: 14.06.2010 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Ehl-i sünnet alimlerinin büyük çoğunluğuna göre, bir peygamber gelmeden insanlar kendi başlarına Allah’ı gerçek manada tanıyamaz, ona kulluk edemez ve sorumlu da tutulmaz.

“Biz bir peygamber göndermeden kimseye azap edecek değiliz.” (İsra, 17/15)

mealindeki ayet, bu konuda en büyük delildir. O halde, bizim Allah’a muhatap olup olmadığımızı da gerçek anlamda ancak peygamberlerden öğrenebiliriz.

Bununla beraber, insanların akıllı, şuurlu bir vicdana sahip olması ve insanlık tarihi boyunca bu şuurlu vicdanında beşer-üstü, sonsuz kudret ve hükümranlığı olan bir varlığa tapma ihtiyacını hissetmesi, her asırda Allah’a inancı kaybetmeleri durumunda bile, yanlış yoldan da olsa bu tapma duygusunu değişik putlar, nesneler ve totemlere taparak tatmin etme cihetine gitmesi, insan oğlunun yaratılışı itibariyle Allah’a muhatap bir kul olarak yaratıldığını göstermektedir.

“İyi bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı zikretmekle / anmakla huzura kavuşur.” (Ra’d, 13/28)

mealindeki ayette de Yüce Yaratıcı ile yaratılmış şuurlu bir varlık olan insan arasındaki güçlü ilişkiye işaret edilmiştir.

İnsanların bütün canlılar üzerinde bir hükümranlığı, bir üstünlüğü olmasına rağmen, hayat şartları bakımından hepsinden daha âciz bir çizgide olması, onun asıl görevinin hayvan gibi yaşamak olmayıp, kulluk gibi daha üstün bir gaye için var edildiğini göstermektedir. Bu sebepledir ki, bir insan kelebek gibi uçamadığı, tavşan gibi koşamadığı, deve gibi yük taşıyamadığı için üzülmez. Çünkü bunlar onun işi değildir. Fakat bir kimsenin kalbini kırdığı zaman, Rabbine karşı saygısızlık ettiği zaman, insanca yaşayamadığı zaman çok üzülür. Onun bu ayrı kabiliyetleri de kendisinin Allah’a muhatap olarak yaratılmış bir varlık olduğunu göstermektedir.

Bu rotada yürüdüğümüz zaman daha pek çok sinyallere rastlamak mümkündür.

Konunun anlaşılmasına yardımcı olacak bazı açıklamalar yapmayı uygun görüyoruz:

1. İnsan, mahiyet ve fıtrat olarak iki yönü ve iki yüzü olan bir varlıktır. Bir yüzü maddi ve cismanidir, şu şahit olduğumuz maddi aleme bakar. Diğer yüzü ise ruhani ve manevidir, gaybi alemlere bakar. İnsan nasıl dili ile maddi yiyecek ve içecekleri tadar ve tartarsa, aynı şekilde vicdanı ile de gaybi alemlerden haber verir, oralara ait meseleleri vicdan terazisi ile hisseder.

Ceset, bu maddi alemin nasıl bir özeti ve küçük bir modeli ise, insandaki ruh da gaybi ve ahiret alemlerinin bir özeti, bir küçük modelidir. Ceset ve cesetteki hasseler, bu maddi alemde ne var ne yok hepsini bir nevi kuşatıyor ise, ruh da aynı şekilde manevi alemleri kuşatıyor. Maddi alemde tecelli eden, isim ve sıfatları tartıp tanıyan; bu ceset ve cesetteki duygulardır.

Manevi alemlerde, yani alem-i ahirette tecelli eden isim ve sıfatları tartıp tanıyan da; insandaki ruh ve maneviyat cephesidir.

Allah’ın mülkünden olan maddi ve manevi alemlerde tecelli eden bütün isim ve sıfatlar, aynı şekilde mülkünün özeti ve küçük bir modeli olan insanda da tecelli eder. İnsan her iki alemde görünen isimleri ve sıfatları üzerinde cem eden yegane varlıktır.

Nasıl Allah’ın isimleri içinde İsm-i Azam var ise, isimlerin tecelli ettiği mazharlar içinde mazhar-ı azam da vardır ki; bu insandır. İnsan adeta ceset ve ruhu sayesinde, bütün alemlerin özü ve özeti gibidir. Bütün varlık aleminde azametli ve şaşalı olarak tecelli eden isimler, insanda da cüzi ve okunaklı olarak tecelli etmiştir.

Allah’ın bütün isim ve sıfatlarına külli bir şekilde sadece insan muhataptır. Meleklerde nefis ve cismanilik olmadığı için, Allah’ın birçok ismine mazhar ve muhatap olamıyorlar. Ama insanda hem maddi hem manevi cephe beraber bulunmasından dolayı, Allah’ın her bir ismine mazhar ve muhataptır. Bu sebeple insan; fıtrat ve mahiyet bakımından, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarına mazhar ve muhatab-ı azamadır.

2. Kainatı mükemmel ve hikmetli bir kitap suretinde yaratan Allah, insanı da bu kainat kitabını okuyup anlayacak ve takdir edecek bir mahiyette yarattı.

Nasıl kainatı hikmetli ve manalı büyük bir kitap yaptı, o kitabı okuyacak olan insanın cansız, maddi ve cismani olan kafasına da manevi ve hayatlı bir şuuru ihsan etmiş ki, hem okuyor hem takdir ediyor hem de tahsin etmek ile bir nevi hitap ediyor.

Allah, insandaki o hitap ve beyan etme kabiliyetini çok üstün cihazlarla donatmıştır. İnsan, o cihazların inkişaf etmesi ve kullanılması ile alemlerin Rabbine muhatap seviyesine çıkıyor. Yani insan, öyle antika ve mükemmel bir sanat ki, hem hitap eder, hem de hitabı İlahiyeye muhatap olur. Bir nevi, Allah’ın boyası ile boyanmış, yani isim ve sıfatlarının geniş ve parlak bir aynası olmuştur. Allah’ın sanatları içinde külli ve geniş, her yönü ile sanatın manasını anlayan ve Allah’a külli muhatap olacak tek sanat, insandır.

Özet olarak insanın fıtratına İlahi isimlerle tevdi edilen istidat tohumcukları, iman ve ubudiyet vasıtası ile öyle bir inkişaf ve terakki etti ki insan da hitab-ı İlâhî çiçeğini açtı. Yani insan Allah’ın hitabına muhatap derecesine ulaştı. Bunda da insanın istidat ve şuurunun büyük payı var.

3. İnsanın üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye aynadır. Bu üç cihet birden nazara alındığında, insanın bütün isimlere ayna olduğu anlaşılır. Burada kastedilen bütün insanlardır.

İnsanın bu cami mahiyetiyle “küllî muhatap olması” arasında yakın ilgi vardır. Cansız eşya, görmediği ve işitmediği için güneşe ve havaya muhatap olamıyor. Olamayınca da onda Basîr ve Semi’ isimleri tecelli etmiyor.

Canlılar acıkıyorlar da onlarda Rezzak ismi tecelli ediyor, hastalanıyorlar da onlarda Şafi ismi tecelli ediyor.

İnsan bütün isimlerin tecellilerine muhtaç olmakla hem şu kâinattaki her şeye, hem de Allah kelamına en küllî muhatap oluyor:

“Allah Rahmândır.” kelamına, rahmete muhtaç olmasıyla muhatap oluyor. “Allah Ğaffardır.” kelamına nefsine uyarak günah işlemekle ve tövbe etmekle muhatap oluyor.

Cennetle ilgili teşvik ayetlerine de cehennemle ilgili tehdit ayetlerine de en ileri manada insan muhataptır. Çünkü hem saadetten, hem de azaptan anlamaktadır.

Bu ve benzeri tecellilerde bütün insanlar ortak olmakla birlikte bir de insanın kendi iradesini doğru yolda kullanmakla mazhar olduğu isimler vardır. İnsanlar arasındaki derece farkları da bu tecellilerdedir.

Binlercesinden sadece bir örnek:

Her insanın bütün organları ve ruh dünyası İlâhî ilimle tanzim edilmiştir. Bu yönüyle her insan Alîm ismine mazhardır. Bir de ilim tahsil eden kişilerin bu isme mazhariyetleri vardır ki, bu ancak çalışmakla olur. Bu gibi tecellilerin bir niyet, bir irade ve bir gayretle olabileceğini unutmamak gerekir.

4. Cenab-ı Hakk'a dost ve muhatap olmanın, yolu onun isim ve sıfatlarına güzel bir takvim ve ayna olmak ile mümkündür.

Yani Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ve gereklerini hayat aynamızda tatbik edip ilan etmeliyiz.

Mesela onun sonsuz adalet sıfatını hayatımızla, yani işlerimizde adil olmakla ilan etmeliyiz.

Onun Kuddüs isminin gereği olan maddi ve manevi nezafeti yapmak ile o isme bir ayna ve takvim olmalıyız.

Onun sonsuz şefkat sıfatını bizde hayatımız da mahlukata şefkat göstererek ilan etmeliyiz.

Onun Kerem ismine uyarak bizde insanlara karşı Kerim ve lutüfkar olmalıyız; bu manaları her isme tatbik etmek mümkün. 

İkinci olarak onun Habib-i Ekremi olan Hazreti Muhammed (asm) Efendimiz'in sünnetini hayatımıza hakim kılarsak, biz de derecemize göre bu habibiyet makamının gölgesine girmiş oluruz. Böylece ona hakiki bir kul, has bir dost ve muhatap olmuş oluruz. Peygamber Efendimizi (asm) ona Habib yapan sırra bizde sımsıkı sarılmalıyız ki ondan derecemize göre nasiplenelim.

Genel olarak Allah’ın rıza ve dostluğu, onun şeriatına tabi olmak ve o şeriatın gereklerini yerine getirmek ile mümkündür. Bunun dışında başka bir yolla Allah’a dost ve muhatap olmak yoktur. Allah ayetlerinde açıkça, "Ben İslam'dan razı oldum, beni razı etmek isteyen ona tabi olsun." diyor ve bize bunu açıkça deklare ediyor. Demek rıza ve dostluk, ancak İslam ile mümkündür.

5. Allah, Rububiyetini, yani tedbir ve terbiye ediciliğini kainat sayfasında isim ve sıfatları aracılığı ile gösteriyor. Allah bin bir ismi ile kainat aynasında göründüğü gibi bin bir ismini okuyup arz-ı ubudiyet edecek bir mahlukunu da kainata bir meyve ve bir netice olarak yaratmıştır. İşte bu kainat ağacının meyvesi ve neticesi insandır.

Allah, insanı öyle geniş ve kuşatıcı cihazlar ile donatmıştır ki, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını tartıp tadacak bir mahiyettedir. Allah’ın her bir isim ve sıfatının tecellisi insanın geniş mahiyetinde vardır. Allah’ın isim ve sıfatlarına mahal ve mazhar olmak noktasında insan kainat içinde en liyakatli ve en cami bir ayna hükmündedir.

Kainatı bir ağaç olarak düşünür isek, meyve ve neticesi insandır. Elbette ağaç meyve için ekilir. Öyle ise Allah kainat ağacını insan için ekmiş, insanı da ibadeti ve kulluğu için yaratmıştır. Böyle olunca, Allah’ın insanı kendine muhatap yapıp insan ile konuşmaması düşünülemez. Tabiri caiz ise bir çiftçinin ağaçları ekip büyüttükten sonra, meyvelerini ve mahsullerini toplamayıp çürümeye terk etmesi nasıl makul değil ise, aynı şekilde Allah’ın kainat ağacını yaratıp meyvesi ve neticesi hükmünde olan insan ile muhatap olmaması da makul değildir.

İnsanın nazik ve nazenin olması ise, bütün kainatın insana hizmet ve itaat ettirilmesine kinayedir. Nasıl ki, anne ve baba zaaf ve aczinden dolayı bebek etrafında pervane gibi dönüp hizmet ediyorlar. Aynı şekilde, nihayetsiz aciz ve zayıf olan insan da şu kainat içinde nazik ve nazenin bir bebek gibi her şey onun etrafında pervane gibi dönerek hizmet ve itaat ediyor. Tabiri caiz ise insan Allah’ın Rububiyet beşiğinde nazdar bir bebek gibi büyütülüyor.

6. "İnsan, şu kâinata geldikten sonra iki cihetle ubudiyeti var. Bir ciheti, gaibâne bir surette bir ubudiyeti, bir tefekkürü var. Diğeri, hâzırâne, muhâtaba suretinde bir ubudiyeti, bir münâcâtı vardır."

"Birinci vecih şudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ı Rububiyeti itaatkârâne tasdik edip kemâlâtına ve mehâsinine hayretkârâne nezaretidir."

"Burada, eserden müessire değil, müessirden esere gelmek manası vardır. Yani önce Allah’a, Kur'an’ın çerçevesi ile iman eder. Sonra ona ibadetler ile itaat eder. Ondan sonra mehasin ve kemalatına intikal eder. Yani yukarıdan aşağıya inerek gelmek var. Önce Allah,

onra sıfatlar, sonra isimler, sonra mevcudat şeklinde geliyor. Bu da doğal olarak gaibane bir iman şekli olur. Halbuki eserden müessire gitmekte, onun kemal ve güzelliklerini azdan çoğa doğru tanıyıp gitmek vardı. Burada ise çoktan ve kaynaktan aza doğru gelmek manası vardır."

"İkinci vecih huzur ve hitap makamıdır ki, eserden müessire geçer. Görür ki, bir Sâni-i Zülcelâl, kendi san'atının mucizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile, marifet ile mukabele eder." (bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Beşinci Nükte)

Eserler üzerinde Allah’ın sanat ve tecellilerini görüp, onun Zatına ve sıfatlarına intikal ederek, Onu o isim ve sıfatlar vasıtası ile tanıyıp ona sevgi beslemektir. Her bir isim ve sıfat onu tanımak ve sevmek noktasında bir merdiven çıkmak ve terakki etmektir. Bu yüzden her mevcut üzerindeki binlerce ismin nakışları aracılığı ile huzuru kazanır. Yani eserler sayesinde, eser sahibine varır ve her şeyde onu hatırlatacak vecihleri görür.

Yani Allah, eserler aracılığı ile kendini insana gösterip ilan ediyor. İnsan da bu gösterme ve ilana iman ve marifet ile karşılık veriyor.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun