İsra suresi 74, 75 ve 93. ayetlerde çelişkiler mi vardır?

Tarih: 07.02.2011 - 00:00 | Güncelleme:

Soru Detayı

-  Peygamberimiz (asm) vazifesinden taviz mi vermiştir ve mucize gösterememiş midir?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Ayetlerin mealleri şöyledir:

"Sana sebat vermemiş olsaydık, and olsun ki, az da olsa onlara meyledecektin. O takdirde sana, hayatın da ölümün de, kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın." (İsra, 17/74-75)

İsra suresinin 93. ayetini kendisinden önceki ayetlerle beraber düşündüğümüzde, verilmek istenen daha net anlaşılacaktır.

"And olsun ki, biz Kur'an'da insanlara türlü türlü misal gösterip açıkladık. Öyleyken insanların çoğu nankör olmakta direndiler. Şöyle söylediler:

"Bize, yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız."

"Veya hurmalıkların, bağların olup, aralarında ırmaklar akıtmalısın."

"Yahut da iddia ettiğin gibi, göğü tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin."

"Veya altın bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin, ama oradan okuyacağımız bir kitap indirmezsen yine o yükselmene inanmayacağız." De ki: "Fesubhanallah! Ben peygamber olan bir insandan başka bir şey miyim?" (İsra, 17/89-93)

Tefsirlerde İsra suresinin 74 ve 75. ayetleri genellikle şöyle açıklanmaktadır:

"Eğer aklını ve düşünceni sağlamlaştırıp kararlı yapmasaydık, düşünce ve içtihadında hata yapmaktan seni korumasaydık, onların aslında bir "fitne" olan (doğru imandan saptır­ma riski taşıyan) tekliflerine meyledebilir, bazı haksız isteklerine olumlu cevap vermeyi düşünebilirdin; o zaman da hem hayatta hem de ölümde acılar çekerdin; hayattayken inkarcılar karşısında yenik düşmekten doğan sıkıntılarla ve daha baş­ka belâlarla karşılaştığın gibi, önünde yenilgiye uğrayıp gidecekken senin tâvizkâr tutumun sayesinde başarı kazanan inkarcılar karşısında aşağılık bir ölümle ölürdün. Âhirette de bunun cezasını görürdün." (îbn Âşûr, XV, 176-177)

Kuşkusuz Hz. Peygamber (asm)'in putperestlere kanarak lüzumundan fazla tâviz verdiği, fiilen böyle bir olayın gerçekleştiği düşünülemezse de âyet-i kerîme, onun şahsında genel olarak Müslümanları, putperestlik gibi asla üzerinde uzlaşılması mümkün olmayan sapkın inanç sahibi gruplar karşısında kendi inançlarını, vazge­çilmez değerlerini ve kişiliklerini korumaya; haksızlık ve adaletsizliğe sapmadan akıllı ve onurlu bir duruş sergilemeye çağırmaktadır. Gerçekten farklı inanç grup­ları arasında yaşarken adalet ve dürüstlük ilkeleri çerçevesinde mâkul bir hoşgörü ortamı oluşturmaya çalışmak gerektiğinde kuşku yoktur; bununla birlikte bu sınırın ötesine geçerek tâvizkâr ve ilkesiz bir tutum sergileyenlerin, -âyette işaret buyurulduğu üzere- "Bizim gibi olursanız sizi dost kabul ederiz." diyen çeşitli züm­reler nezdinde inançlarını, düşüncelerini ve kendilerini kabul ettirmek şöyle dur­sun, saygınlıklarını dahi koruyamayacakları açıktır.

75. âyetin son kısmında müminlerin akıllarından çıkarmamaları gereken an­lamlı bir uyarı daha vardır: İlkelerine, buyruklarına uyduğunuz, öğüdünü dinleyip yolundan gittiğiniz sürece daima yardımıyla sizi destekleyecek olan Allah, eğer in­karcıların uydusu olursanız arkanızdan yardımını çektiği gibi, artık O'nun size ve­receği cezayı önleyecek başka bir yardımcı da bulamazsınız. Bunlar Kur'an'ın de­ğeri ve önemi hiçbir zaman göz ardı edilmemesi gereken evrensel uyarılarıdır. İn­sanlar, iyinin ve doğrunun ne olduğu konusunda dürüstlükle, inanarak bîr noktada buluşabilirler; bu sakıncalı olmadığı gibi istenen bir sonuçtur. Bu sonucu elde et­mek için duruma göre bazı feragat ve fedakârlıklardan da çekinmemek gerekir. Buna rağmen hoşgörü ve tâviz adına iyi, doğru ve gerekli olduğuna inanmadığı şeylere inanıyormuş gibi görünmek, ona göre hareket etmek İslâm ahlakıyla bağ­daşmadığı gibi insan haysiyetiyle de çelişen küçültücü bir durumdur. Kur'an-ı Kerim'de münafıkların (inançta iki yüzlülük sergileyenler) cehennemin en dibinde gösterilmesinin (Nisa, 4/145) sebebi de budur.

İlginçtir ki konumuz olan 75. âyet gibi Nisa süresindeki âyetin sonunda da "Artık onlara asla bir yardımcı bulamaz­sın." buyurulmuştur.

Tefsirlerde 90. âyetin iniş sebebiyle ilgili olarak da İbn İshak'tan nakle­dilen bir rivayete göre (Meselâ bk. Taberî, XV, 164-166; Kurtubî, X, 334-336) Utbe ve Şeybe kardeşler, Ebû Süfyân, Nadr b. Haris, Ebû Cehil, Ümeyye b. Halef, Velîd b. Mugîre gibi Kureyş'in ileri gelen müşrikleri Kabe'nin yanında toplanıp kendisiyle görüşmek üzere Hz. Peygamber (asm)'i oraya davet etmişlerdi. Hz. Peygamber (asm), samimi bir görüşme yapacaklarını umarak yanlarına geldiğinde ona özetle şunları söylediler:

"Sen şimdiye kadar Araplardan hiç kimsenin yapmadığı kadar halkımız arasında bir ihtilâf ortaya çıkardın; atalarımızı yerdin, ilâhlarımıza hakaret ettin, akıllılarımızı ahmak yerine koydun, toplumumuzu böldün, bize olmadık kötülükler yaptın. Eğer bunları mal için yapıyorsan aramızda sana mal toplayalım ve seni en zenginimiz yapalım, şan ve şeref kazanmak için yapıyorsan seni başımıza lider yapalım, eğer ruhsal bir ra­hatsızlık sebebiyle bunu yapıyorsan bir tabip bulup iyileşmen için malımızı mül­kümüzü harcayalım veya seni mazur sayalım (çünkü onu cin çarptığını düşünenler de vardı)."

Hz. Peygamber (asm), bu söylediklerinin hiçbirinin doğru olmadığını, aksine Allah'ın kendisini gerçek bir elçi olarak gönderdiğini, kendisine bir kitap indirdi­ğini, uyarıcılık görevini yerine getirmesini emrettiğini; bu nedenle onlara Allah'ın mesajlarını tebliğ ettiğini ve uyarıda bulunduğunu ifade ederek, eğer kendisini din­leyip uyarısını kabul ederlerse bundan dünya ve âhiret hayatları bakımından kârlı çıkacaklarını, ama reddederlerse artık kendisi için sabredip Allah'ın hükmünü bek­lemekten başka bir çare kalmayacağını ifade etti.

Bunun üzerine söz konusu heyet, alaycı bir üslûpla -etraftaki dağlan kaldırarak verimli topraktarını genişletmesi, söylediklerini doğrulaması için atalanndan bir zatı diriltmesi gibi daha başka talep­ler yanında- konumuz olan âyetlerde belirtilen saçma isteklerini sıraladılar. Resülullah (asm) ise, kendisinin bunlan gerçekleştirmek gibi bir görevinin olmadığını belirterek yukarıda anlatılan açıklamalarını tekrar hatırlattı ve nihayet umduğunu bula­mamanın verdiği üzüntü içinde onlardan ayrıldı.(Diyanet Tefsiri, Kur’an Yolu:III/440 ve 449)

Peygamberimiz (asm)'in o an onların istediği mucizeleri göstermemesinin nedeni başka bir ayette şöyle açıklanmıştır:

"Onlar hâlâ, 'Rabbinden ona bazı mucizeler indirilmeli değil miydi?' diyorlar. De ki: 'Mucizeler yalnız Allah'ın katındadır; ben sadece bir uyarıcıyım.' Kendilerine okunan bu kitabı sana göndermiş olmamız onlara yetmiyor mu? Elbette inanan bir topluluk için onda rahmet ve ibret vardır." (Ankebut, 29/50-51)

Hz. Peygamber (asm) dönemindeki inkarcılar, genellikle iyi niyetli olarak Resûl-i Ekrem (asm)'in gerçekten peygamber olup olmadığım öğrenmek, dolayısıyla gerçeği anlamak için değil, fakat sırf akıllarınca onu güç durumda bırakmak maksadıyla sık sık geçmişteki bazı peygamberler gibi onun da hissî (duyulara hitap eden) mucizeler göstermesini isterlerdi. Ankebut 50. âyette öncelikle mucize göstermenin Allah'a ait olduğu, Peygamber (asm)'in görevinin ise insanları inanç ve amel hayatı konusunda uyarmak ve aydınlatmaktan ibaret bulunduğu bildirilmekte; 51. âyette ise çok önemli bir noktaya dikkat çekilmektedir: "Kendilerine okunan bu kitabı sana göndermiş olmamız onlara yetmiyor mu?"

Şu halde Peygamber Efendimiz (asm)'in en büyük mucizesi Kur'an'dır; insanlara asıl gerekli olan, gelip geçici hissî mucizeler değil, benzerini asla ortaya koyamayacakları, hayatın her anında feyzinden yararlanmaları mümkün olan bu ebedî mucizedir. (bk. Zemahşerî, ilgili ayetlerin tefsiri)

İslâm güneşinin parlaklığı karşısında gözleri kamaşan ve o yüzden güneşi göremeyen gözler, daha başka parlak belgeler ve açık mucizeler istiyorlardı. Oysa en büyük mucize ve belge olarak karşılarında iki şey bulunuyordu: Biri, insan sözünün kudret sınırını aşan, şâirleri, edipleri, bilginleri ve filozofları şaşırtan Allah Kelâm'ı olan Kur'ân; diğeri ise, okur yazar bile olmadığı halde dünya tarihinde en büyük, en kalıcı inkılâbı yapan ve insanın her iki hayatını en güzel ve en uygun şekilde düzene sokan hükümlerle insanlığa seslenen Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselam.

Kaldı ki Hz. Muhammed (a.s.m.) her istediğini, her istenileni yapan, yapabilen bir kimse değildi; böyle bir iddiayla da ortaya çıkmamıştı. O Allah'ın insanlara rahmet olarak gönderdiği son peygamberiydi; vahiy yoluyla aldığını aynen tebliğ etmekle görevliydi. Mucize göstermek ise, Onun görevi değildi. Bütünüyle ilâhî kudrete bağlı bir tecelli olarak, bulunuyordu. O bakımdan Cenâb-ı Hak dilediği zaman peygamberinin dilinde veya elinde mucize tecelli ettiriyordu.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun