Allah Kur'an'da neden, "biz onların kalplerini ve gözlerini" diyerek çoğul kullanıyor da, "kulağına" diyerek kulağı tekil kullanıyor?

Tarih: 28.02.2011 - 00:00 | Güncelleme:

Soru Detayı

-  Ayetin kelimelerini tahlil eder misiniz?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Ayetin meali şöyledir:

“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de kalın bir perde bulunmaktadır ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara, 2/7)

Ayetin kısa bir açıklamasını verdikten sonra, kelimelerin tahlilini aktarmaya çalışacağız:

Ayet, önceki ayette bildirilen belli kâfirlerin iman etmemelerinin sebebini ve onu gerektiren durumu beyan eder.

Aslında kalplerinde bir mühür ve gözlerinde bir perde yoktur. Bundan murat, küfür ve günahı hoş gösteren, iman ve taatı da çirkin gösteren bir durumun nefislerinde meydana gelmesidir.

Bu durum,
- Yoldan sapmaları,
- Taklidde kalmaları,
- Sağlıklı bir bakıştan yüz çevirmeleri sebebiyledir.

Böylece artık onların kalplerine hak nüfuz etmez, kulakları mühürlenir, öğüt alamazlar. Afak ve enfüste dikilen ayetler (bk. Fussılet, 41/53), bunlardan ibret alanlara çok manalar ifade ederken, bunlara fayda vermez. Böylece sanki perdelenmiş gibi olur, görmeleri engellenir.

Cenab-ı Hakk'ın böyle "mühür" ve "perde" ile anlatması, istiare yoluyla bir anlatımdır. (bk. Beydavi, Tefsir, ilgili ayetin tefsiri)

İstiare, bir kelimenin mânasını geçici olarak başka mânada kullanmak veya herhangi bir varlığa ya da mefhuma asıl adını değil de, benzediği başka bir varlığın adını verme san’atıdır. “Adam sevinçten uçuyordu.” dediğimizde, “uçuyordu” kelimesinde istiare vardır. Kuşa ait olan bu özellik, mecazi anlamda çok sevinçli kimse hakkında kullanılmıştır. Onun gibi, kâfirlerin kalplerinde bir mühür ve gözlerinde bir perde olmamakla beraber, bu kelimeler kullanılmak sûretiyle iman etmemeleri ve gerçekleri görmemeleri çok daha etkili bir şekilde anlatılmıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'de insanların doğru yoldan sapmaları (dalâlet) veya doğru yolu bulmaları (hidayet), iyilik veya kötülük yapmaları, bunlardan birini tercih etmeleri (irade, meşîet); hakikate his, düşünce ve idrak kapılarını kapamaları (mühürleme, perdeleme) sonucunu doğuran fiiller, birçok âyette Allah'a nispet edilmekte, Allah'ın onlara böyle yaptığı, yaptırdığı ifade edilmektedir.

Allah Teâlâ ilim, hikmet ve adalet sahibi olduğuna göre hem kullarına, onların irade ve etkileri olmadan günah isletmesi, onları doğru yoldan saptırması, kalplerini mühürlemesi hem de bunlardan dolayı kullarını ayıplaması, cezalandırması düşünülemez.

Ayrıca pek çok âyet ve hadiste kulların iradelerinden, belli alanlarda hürriyete sahip olduklarından ve serbest tercihleriyle yapıp ettiklerinin iyi veya kötü sonucunu elde edeceklerinden söz edilmektedir.

Aklın hükmünü ve naklin (vahiy) rehberliğini birlikte değerlendiren Ehl-i sünnet âlimleri şöyle bir sonuç çıkarmışlardır: Kader Allah'ın ezeldeki bilgisi ve hükmü, kaza ise yaratılmışlar âleminde kaderin icrasıdır, yerini bulması ve uygulanmasıdır. Kulların hür ve serbest bulundukları alanda ne yapacaklarını, neyi tercih edeceklerini ezelde bilen Allah Teâlâ, o alanda kader ve kazâsını bu hür tercihe uygun kılmıştır. Bu düzeni kuran güç ve irade, varlıklara mahiyet ve özelliklerini veren yaratıcıdır.

Bu noktadan bakıldığında kulun serbest iradesiyle yaptığı fiiller de dahil olmak üzere, her şey O'nun ilim ve iradesine uygun olarak oluşmakta ve gerçekleşmektedir. O istemeseydi kul irade ve tercih sahibi olamazdı; hayrı veya şerri, doğruyu veya yanlışı, küfrü veya imanı tercih edemezdi; kulağını hak davetine açamaz veya tıkayamazdı. Bu anlamda "hidayete erdiren, saptıran, mühürleyen, hayrı veya şerri işleten Allah'tır."

Bu makro düzeyden mikro düzeye inilerek kulun hayatı, idrak ve şuuru içinde olup biten davranışlara bakıldığında, kula ait hürriyet, irade ve tercih ortaya çıkmakta, etkili olmaktadır. Davranışları değerlendirmeye, aidiyeti tespite böyle yaklaşıldığında, doğru veya yanlış yola giren, hayır veya şer işleyen, mümin veya kâfir olan, idrakini sınırlayıp karartanın... kulun kendisi olduğu anlaşılmaktadır.

Ayet ve hadisler farklı üslûplarla bu iki bakış açısını da dile getirmekte, gerçeğin her iki yönden de görünüşünü vermektedir. Nitekim Nisa sûresinin 155. âyetinde kâfirlerin kalplerinin kılıflanması veya mühürlenmesi, onların irade ve tercihlerini bu yönde kullanmış olmalarına bağlanmıştır. Yûsuf sûresinin 105. âyetinde de kâfirlerin "yer ve göklerde mevcut olup Allah'ın varlık ve birliğini gösteren nice delili (âyet) görmemek için yüzlerini çevirip geçtikleri" ifade edilmiş, böylece "kalplerin kılıflanması ve mühürlenmesi"nin mânasına, sebebine ve bu oluşta kulun tesirine ışık tutulmuştur.

Şu hadîs-i şerif de konuya bir başka yönden açıklık getirmektedir:

"Mümin bir günah işlediğinde onun kalbinde bir nokta oluşturur. Kul tövbe eder, günahı terk eder ve pişmanlık duyarsa kalbinden o lekeyi siler; aksine günaha devam eder ve arttırırsa leke de artar, sonunda bütün kalbini kaplar ve kilitler. Allah'ın 'Hayır! Doğrusu şudur ki, yapıp ettikleri kalplerini kaplayıp karartmıştır.' (Mutaffîfîn 83/14) buyruğundaki 'karartma'dan maksat budur." (Tirmizî, Tefsir, 5; İbn Mace, Zühd, 29; bk. Kuran Yolu, Heyet, ilgili ayetin tefsiri)

Ayette geçen kelimelerin tahliline gelince:

"Mühürledi."

Onların iman etmeyeceklerini bildiren ayetten sonra kalbin mühürlenmesinin bildirilmesi, kötü bir amele cezanın terettüp etmesi gibidir. Sanki ayet şöyle der: "Onlar cüz'i ihtiyarilerini kötüye kullanıp iman etmeyince, kalbin mühürlenmesiyle ve kapatılmasıyla cezalandırıldılar."

Mühürlemeyi bildiren bu lafız, temsili bir üsluba ima eden mürekkep bir istiareye işaret eder. Bu temsili üslup onların dalaletlerini tasvir eder.

Çünkü bunun manası, hakkın kalbe nüfuzunun men edilmesidir. “Mühürlemek” tabiri şunu tasvir etmektedir:

Allah, kalbi mücevherat hazinesi olsun diye bina etmiştir. Sonra insan iradesini kötüye kullanınca bu kalp bozulmuş, kokuşmuş, içindekiler zehir haline gelmiştir. Sakınılması için kapatılmış ve mühürlenmiştir.

"Allah"

Burada tekellümden gayba bir iltifat vardır. Önceki ayetin sonunda “onlar iman etmezler” yani Allah’a inanmazlar, denilmişti. Bu ayetteki “Allah” lafzının o ayette niyette bulunan “Allah” lafzıyla münasebeti düşünülünce şöyle bir letafete işaret eder: “Marifetullah nuru onlara geldiğinde, kalp kapılarını açmadılar. Allah da onlara gadap edip yüz çevirdi ve kapıyı üzerlerine kilitledi, mühürledi.”

Mühürlemeyi anlatan fiil geçişli olmakla beraber, harf-i cerle kullanılması, bu mühürlemenin damgalamayı tazammun etmesindendir. Sanki şöyle demektedir: “Allah o mührü kalbe bir damga ve alâmet kıldı. Melekler onu bir işaret olarak bilir, görür.”

Keza, dünyaya bakan maddi ve süfli kalp kapısının değil, ulvi olanın kapısının kapatıldığına bir ima vardır.

"Onların kalplerini"

Kâfirlere ilahi ceza anlatılırken kalbin kulak ve gözden önce gelmesi, imanın mahalli olduğu içindir.

Keza, Saniin ilk delilleri, kalbin nefsiyle müşaveresinden ve vicdanın fıtrata müracaatından tecelli eder.

Keza, insan nefsine müracaat ettiğinde şedid bir acz hisseder, bu acz onu bir nokta-i istinad bulmaya zorlar. Ayrıca ümitlerini nemalandırmak için şiddetli bir ihtiyaç duyar. Bu da onu nokta-i istimdad aramaya mecbur eder. İstinad ve istimdad ise, ancak imanla gerçekleşir.

Kalpten murad latîfe-i Rabbaniyedir. Bu Rabbani latîfenin hislerinin zuhur yeri vicdan, fikirlerinin yansıdığı yer ise dimağdır, yoksa çam kozalağına benzeyen maddi kalp değildir.

Öyleyse buna da kalp denilmesinde, cesed için maddi kalp ne ise, insanın manevi hayatında da bu Rabbani latîfenin öyle olduğuna bir remz vardır. Maddi kalp bedenin her tarafına âbıhayat neşreder, tıkandığında ve durduğunda cesed cansız hale gelir. Onun gibi bu latîfe de kişinin maneviyatına, hallerine, emellerine hakikatin nur-u hayatını neşreder. Kendisiyle kâinata meydan okuyabileceği o kalp -Allah korusun- iman nuru yok olduğunda, hareketsiz bir hâle gelir, sahibini karanlıklar içinde bırakır.

"Ve işitmelerini de."

Burada “ala” harf-i cerri tekrar edilmiştir. Bunda, kalp ve kulağın delillerinin müstakil olduğuna bir işaret vardır. Kalbin delilleri aklî ve vicdanî delillerdir, kulağınki ise, naklî ve hârici delillerdir.

Keza bunda kulağın mühürlenmesinin kalbin mühürlenmesi cinsinden olmadığına bir remiz vardır.

Kulaktan önce zikredilen kalp ve sonra zikredilen göz çoğul olmakla beraber kulağın tekil gelmesine gelince:

Burada kalp ve gözlerin çoğul, kulağın tekil olarak kullanılmasının hikmetlerinden biri şudur: Kalp ile gözün misyonlarını icra ettikleri alanlar çeşitlidir, yolları farklıdır, delilleri değişiktir, talim ve telkin edicileri türlü türlüdür. Üstlendikleri görevleri itibariyle çok farklı yönleri bulunan kalp ile gözün çoğul olarak kullanılması, lafzın manaya uygunluğu açısından güzel bir belagat örneğidir. İşitme organı olan kulak ise, göz ve kalbin hilafına çalışma alanı bir birlik ifade etmektedir. Yani, kulak bir anda çok sesleri birden işitip de anlayamaz. Kulak için bir anda farklı yönlerden kaynaklanan farklı bir işitme söz konusu değildir. Altı cihetten gelen sesleri aynı şekilde işitebilir. Kalp gibi manen, göz gibi maddeten sağa-sola yönelmeye muhtaç değildir.

Ayrıca kulak için kullanılan “SEM' / İŞİTME” kelimesi bir mastardır. Mastar ise, -tekil olmasına rağmen- çoğulluğu da ifade etmektedir. Keza mastar gramer bakımından bütün farklı ve çeşitli kalıpların kaynağı olduğu gibi, buradaki mastar olan "sem" kelimesi de tekil olmasına rağmen bütün farklı yönlerden gelen sesleri işiten, tekil veya çoğul olan bir yönden gelen sesleri aynı şekilde işitebilir. Bir cemaatin / çoğulun işittikleri de ferttir / tekildir, bir ferdin işittikleri de ferttir. Bu açıdan işitme olayını ifade eden sözcüğün tekil olması son derece güzel düşmüştür.

Kur’an’ın hakikatlerini ispat ve tespit etmeye yönelik -enfusî ve âfakî- delilleri araştırmaya koyulan farklı insanların gözleri ve kalpleri çok farklı dersler, farklı ibretler alabilir, farklı deliller çıkarabilirler. Aynı insanların işittikleri gerçekleri, kulakların farklı  işitmeleri söz konusu değildir. Bu da bütün kulakların aynı işitme ortak paydasında bir tek kulak haline getirmektedir. (bk. İşaratu’l-i’caz ve İbn Aşur,  ilgili ayetin tefsiri).

Diğer taraftan, kalpten sonra kulağın gelmesi ise şundandır: Kulak, insanın melekelerinin babasıdır, ona daha yakındır. Kalbin altı cihetten etkilenmesi gibi, o da her taraftan gelen seslerden etkilenir.

“Ve gözlerinde bir perde vardır.”

Burada üslup değişmiştir. Kalbin ve kulağın mühürlenmesi fiil cümlesiyle ifade edilmişken, “ve gözlerinde bir perde vardır” denilerek isim cümlesi gelmiştir. Bunda, gözün kendisinden deliller topladığı bahçelerin, kalp ve kulağın bahçelerinden farklı olarak sabit ve daimi olduğuna işaret vardır. Onların bahçeleri ise değişkendir, daima yenilenir.

Kalp ve gözün mühürlenmesi Allah’a isnad edilirken, gözlerdeki perde isnad edilmemiştir. Çünkü mühürlemek onların kesbine bir cezadır, gözlerindeki perde ise kendi meksublarıdır. Yani, gözlerini kapayınca görmemeleri gibi, kendi iradeleriyle böyle bir perde meydana getirmişlerdir.

Keza işitmede ve kalbî temayüllerin başlangıcı irade ile olur, görmenin başlangıcında ise ızdırar vardır. İradenin mahalli, görmezlikten gelme perdesidir.

“Perde” ünvanında göz için bir cihet olduğuna işaret vardır. Yani, göz sadece önünü görür. Bu perdenin elif-lâmsız ifade edilişi, bilinmez bir perde oluşuna işarettir. Yani, kafirin görmezden gelmesi, alışılmamış bir perdedir. Bundan dolayı ondan sakınması kolay değildir.

"Onların kalplerini" ifadesinin “perde”den önce gelişi gözleri gözlere çevirtmek içindir. Çünkü göz, kalbin sırlarına bir aynadır.

“Onlar için büyük bir azap vardır."

Ayetin önceki kelimeleriyle mel'un küfür ağacının dünyadaki acı meyvelerine işaret ettiği gibi, bununla da bu ağacın ahirete uzanan acı meyvesine, yani cehennem zakkumuna işaret etmiştir.

Burada üslubun seyri onlara çok şiddetli bir cezayı bildirmeyi iktiza ederken, her biri nimette kullanılan kelimelerle “onlar için büyük bir azap vardır" denilmesi onlara bir nevi kınayıcı, tarizli bir tehekkümdür. Sanki şöyle der: "Menfaatleri, lezzetleri, büyük nimetleri bu azaptan başkası olmadı."

Belağatte “onların birbirine selâmları tekme ve tokattır” örneğiyle anlatılan bu tehekküm üslübu, Kur’anda geçen “Elim bir azapla onları müjdele” (Âl-i İmran, 3/21) gibi ayetlerde de söz konusudur.

"Onlar için"

Buradaki “lam” harfi, amelin akıbeti ve faydası içindir. Sanki onlara şunu okur: “Alın bakalım amelinizin ücretini.”

Onlar dünyada günahlarla lezzet peşinde koşmuş, tatlı şeyler aramıştı. Çünkü “azab” kelimesinde bir nevi tatlılık dahi olmasından gizli bir remizle onlara dünyadaki hallerini hatırlatıyor, sanki “tatlı şeylerinizin acısını tadın bakalım” diyor.

“Azîm / büyük” ifadesinde, onlara cennette büyük nimet sahiplerinin halini hatırlatmaya gizli bir işaret vardır. Sanki onlara şunu telkin eder: “Nefislerinizi mahrum bıraktığınız şu büyük nimetlere bakın! Bir de, düştüğünüz bu elîm eleme…” (bk. Nursi, İşaratü’l-icaz, ilgili ayetin tefsiri)

Demek ki, insanlara ceza ve azap görmelerini gerektiren günahları işleten, onları buna mecbur bırakan Allah değildir. Onlara irade, tercih, güç gibi imkânları ve kabiliyetleri veren Allah'tır. Bunları O'nun rızâsı veya gazabı yönünde kullanan, sarfeden -ki, bu sarfa "kesb" denilmiştir- insandır. Dünyadan göçüp giderken insanın elinde ya cennetin anahtarı ya da cehennemin ateşi vardır. Bunları o kesbetmiştir. Dünya hayatı, sermayesi ömür olan bir ticarettir, bunlar da kulun elde ettiği kazanç veya uğradığı zarardır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Zira Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır ve büyük azab onlar içindir.(Bakara Suesi, 2/7), ayetine göre, ...

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun