İslam ahlakı hakkında bilgi verir misiniz?

Tarih: 19.11.2011 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Dünyanın bütün hak dinlerinin temeli, güzel ahlâk üzerine kurulmuştur. Allah (c.c.)'ın yeryüzüne gönderdiği bütün peygamberler ve eğitimciler, kötü eylemlerin insanlar tarafından yapılmaması ve güzel eylemlerin yaygınlaşması için çalışmışlar ve ahlâki değerlerin güçlenmesi için çabalar göstermişlerdir.

Cenâb-ı Hak, en son olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)'i, iman, ibadet, hukuk ve ceza konularında olduğu gibi ahlâk konularını da ıslah ve mükemmele ulaşmak için müjdeleyici ve korkutucu bir elçi olarak göndermiştir.

İnsanın Allah (c.c.)'a karşı olan görev ve sorumlulukları, iman ve ibadet esaslarıyla belirlenmiştir. Ancak iman ve ibadet esaslarını yerine getirme görevi, ahlâkî olmaktan çok dinî bir karakter taşımaktadır. Özünde dini olmakla birlikte, iman ve ibadet esaslarının çok önemli ahlâkî fonksiyonları da vardır. Allah (c.c.)'a karşı görev ve sorumluluklardaki temel amaç; başka insanlara karşı olan yükümlülüklerinde insanı duyarlı olacak hale getirmek ve onu ruhsal yönde yükseltmek ve geliştirmektir.

Örneğin İslâm'da hac, umre, zekât, fitre, öşür, sadaka vermek gibi mali ibadetler, Allah (c.c.)'ın emri olarak ve ibadet niyetiyle yapılırken, başka insanlara verildiğinden dolayı o insanları ilgilendirdiği gibi, kişinin insanlara yardım etmek, nimetleri bölüşmek, şükretmek gibi ahlâki erdemleri de birlikte taşımaktadır.

İman ve ibadet esaslarını yerine getiren insan, bununla ahlâki görev ve sorumluluklarını kolayca gerçekleştirebilecek güzel bir karakter yapısı kazanır. Onun için de insanın ahlâkî eğitiminde, 'Allah (c.c.)'a Karşı Görevler' içinde görülen iman ve ibadet esasları son derece büyük rol oynarlar.

İslâm dininde iman esasları; iyilikleri işlemeye, kötülüklerden kaçınmaya ve yükümlülüklerini gerçekleştirmeye teşvik eden itici bir kuvvet durumundadır. İbadetler ise, insanı Yaratıcı'sına kulluk ve ahlâk yönünden olgunlaştıran ve onu kötülüklerden uzaklaştıran birer araç gibidir.

İnsanı güzel ahlâk sahibi kılmak için, teorik bilgilerle yapılan bir eğitim, yeterli olamamaktadır. Bunun için de gerekli olan şey; teori kadar pratiğe de önem veren köklü bir eğitim, uzun bir çalışma ve sürekli bir uygulamadır.

İşte bütün bunlar İslâm ahlâkında mevcuttur. İslâm'ın iman ve ibadet esasları, sözünü ettiğimiz kalitedeki ahlâk eğitiminin sağlam alt yapısını oluşturmaktadır. Ahlâkta esas olan yaşantıdır. Ahlâkî olanı yaşantı haline getirebilmesi için insanın, aynı zamanda hem ruhsal hem de bedensel sağlığını koruması gerekir. Bunun için de insan, bedensel yetilerine olduğu gibi, ruhsal yetilerine de zarar veren sarhoş edici ve uyuşturucu olan her şeyden uzak durmalıdır.

İslâm dini, diğer konularda olduğu gibi ahlâk bakımından da Câhiliye anlayışlarına karşı büyük bir değişim ve yükseliş hareketidir. Bu açıdan, belki de İslâmiyet'in gerçekleştirdiği en büyük anlayış değişikliği, ırkçılık, kabilecilik ve bölgecilik bağlarını kırarak insanları evrensel değerler ve yüksek ahlâk ilkelerine yöneltmesidir.

Gerçekten İslâmiyet, bütün insanların bir tek erkek ve kadının -Adem (a.s) ile Havva- soyundan geldiğini, onların birbirleriyle kişisel veya ırk üstünlüğü yarışına girmek için değil "tanışıp bilişmek için kavimlere ve kabilelere ayrıldığını", (1) böylece yaratılışa ilişkin ve biyolojik farklılıkların ahlâkî ve mânevî anlamda üstünlük sebebi sayılamayacağını, üstünlüğün yalnızca insanın kendi çabalarıyla kazanabildiği ve samimi dindarlığın, dinî ve ahlâkî erdemlerin ana kavramı konumundaki 'takvâ' terimi ile ifade edilen meziyetlerde olduğunu ortaya koydu.

Her ne şekilde olursa olsun, 'asabiyet' anlayışının temeli durumundaki soy-sop üstünlüğü, kabilecilik ve ırkçılık davalarını bütünüyle reddetti. Âl-i İmran sûresinin 103. ayetinde Müslümanlara hep birlikte Allah'ın dinine (hablullah) sarılmaları emredildikten sonra, Allah'ın Câhiliye asabiyetinden kaynaklanan düşmanlıkları kardeşliğe çevirmesi ve böylece onları "bir ateş çukuru"na düşmekten kurtarması, Allah'ın kendilerine bir "nimet"i olarak nitelenir.

Başka bir âyette ise Kur'an- Kerîm'in evrensel ve sistematik diyebileceğimiz bir ahlâk buyruğu şu şekilde ifade edilir:

"İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, kötülük ve düşmanlık yolunda yardımlaşmayın." (2)

Hz. Peygamber (s.a.v.), ırkçılık ve kabileciliği kastederek, "asabiyet duygusuyla birbirine öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken ya da asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin bu ölümü"nün, "Câhiliye ölümü" olduğunu belirttiği hadislerinde (3) hem asabiyet ruhunu yıkmakta hem de genel olarak Câhiliye ahlâkı karşısında İslâmiyet'in bunu reddeden tavrını vurgulamaktaydı.

İslam dini 'adalet' ve 'zulüm' kavramlarını da orta çağ anlayışından büsbütün başka bir konumda ele aldı ve adalete kesin olarak 'evrensel' bir boyut kazandırdı. Şûrâ sûresinin 15. ayetinden anlaşıldığına göre Kur'ân-ı Kerîm adaleti, başkalarının gelişigüzel istek ve telkinlerinden etkilenmeyen istikrarlı bir doğruluk ve ahlâk kanununa itaatle gerçekleşen ruhsal denge ve ahlâkî kemal olarak ortaya koymuştur.

Daha sonra İslâm ahlâk bilginlerinin 'itidal' ve 'adalet' bazen de 'vasat' kavramlarıyla ifade ettikleri bu denge ve olgunluğun oluşmasıyla insanın davranışları da aşırılıklardan uzak olarak meydana gelecektir. Kur'ân-ı Kerîm'de İslâm toplumunun bir niteliği olarak geçen "vasat ümmet" tabirindeki "vasat" kelimesi bütün tefsirlerde adalet anlamında anlaşılmıştır.

Buna göre İslâm ahlâkı toplumsal bünyede de aşırılıklardan uzaklığı, dengeli ve uyumlu bir hayat tarzını öngörmüştür. Kur'ân-ı Kerîm'de adalet sıfatından yoksun kalmış kişi dilsiz, âciz ve hiçbir işe yaramayan köleye benzetilerek böyle birinin, adalet erdemini kazanmış, dolayısıyla doğru yolu bulmuş olanla bir tutulamayacağı belirtilmiş; böylece adaletin bir kemal (olgunluk ve yücelik) sıfatı olduğuna işaret edilmiştir. İslâm dininde insanın kazanması istenen ahlaki eylemlerin hepsine birden genel anlamda 'fazilet' ve 'hayır' denir; kaçınması istenen fiillere de 'rezilet' ve 'şer' adı verilir.

Her Müslüman, 'hayır' adıyla bilinen güzel davranışları öğrenmek ve onları yapmak durumunda olduğu gibi, 'şer' olarak kabul edilen fiillerden de kaçınmak zorundadır. Bu sebeple onun iyi ile kötüyü dengeli bir şekilde tanıması gerekir. Kur'an-ı Kerim'de bu ölçüye titizlikle uyulduğunu görmekteyiz. Zira bir şeyin güzelliği veya çirkinliği, onun zıddıyla daha iyi anlaşılır.

Anlatılmak istenen anlam ve amaç böylece daha net ve kolay bir şekilde belirtilmiş olur. Verilen bu tür örnekler üzerinde insanın derin derin düşünmesi, bunlardan dersler ve ibretler alması istenir:

"Allah'ın nasıl örnek verdiğini görmüyor musun? İyi bir söz, kökü sağlam, dalları gökyüzüne yükselmiş, Tanrısının izniyle her zaman meyvesini verip duran iyi bir ağaç gibidir. Kötü bir söz ise, gövdesi yerden koparılmış ve artık tutunacak yeri kalmamış bir ağaç gibidir." (4)

Her seviyedeki insanın kolayca anlayabileceği bu güzel örnekte iyi ve faydalı sözün kalıcılığı ve her zaman fayda vereceği anlatılırken, altında oturup gölgesinden ve meyvesinden yararlanmak için herkesin arzuladığı büyük ağacın örnek olarak seçilmesine dikkat etmek gerekir.

Bir zamanlar ne kadar büyük ve heybetli olursa olsun, kesilmiş bir ağaç da insanların gelip geçmesine engel olan bir odundan başka bir şey değildir. Malını, Allah (c.c.) rızası için harcamanın iyiliği ve insana sağlayacağı yararlar, görünüşüyle bile insanı sevindiren ve ona nice duygular esinlendiren olgun başak örneği ile şöyle anlatılır:

" Mallarını, Allah yolunda harcayanların hali, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tek tohuma benzer. Allah dilediğine kat kat verir. Allah ihsanı bol olan ve hakkıyla bilendir." (5)

Malını, Allah (c.c.) rızası için yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine vermek, iyi bir davranış olmakla beraber, verilen kişiyi utandırarak, gönül kırarak, başa kakarak yapılan iyiliğin de hiçbir değeri yoktur.

Bu durum da, sevimsiz bir manzara görünümünde şöyle bir benzetme ile yerilir.

" Ey iman edenler! Mallarını sırf gösteriş için veren ve Allah ile ahirete inanmayanlar gibi sadakalarınızı başa kakmak ve azarlamak ile değersiz bir hale getirmeyin. Bunların hali, bol yağmur yağınca, üzerindeki toprakların sıyrılmasıyla kaskatı bir taş kesilen bir kayanın haline benzer. Riyakârlar da yaptıklarından hiçbir şey kazanamazlar. Allah, inanmayan toplumlara hidayet vermez." (6)

İnsanları arkadan çekiştirmek, yüzlerine karşı söylenemeyecek sözlerle onların dedikodularını yapmak İslâm ahlâkına göre çirkin bir davranıştır. Müslümanları bu ahlaksızlıktan sakındırmak ve bunun iğrençliğini göstermek için Kur'an-ı Kerim'in verdiği örnek de çok anlamlıdır:

" Ey iman edenler! Zannın (şüphenin) bir çoğundan sakının. Zira zannın (şüphenin) bir kısmı günahtır. Birbirimizin kusurunu araştırmayın. Birbirimizi arkadan çekiştirmeyin. Hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Ondan tiksinirsiniz. Allah'tan sakının. Allah tövbeleri kabul eder, bağışlar." (7)

İslâm öncesi Arapları’nın ahlâk anlayışı hakkındaki en önemli kaynaklar câhiliye şiiri, atasözleri (emsâl) ve hitâbet örnekleriyle Kur’ân, hadisler ve ilk döneme ait diğer İslâmî belgeler; Roma, Bizans, İran gibi yabancı milletlere ait kaynaklardır. Özellikle câhiliye şiiri, atasözleri ve hitâbet örneklerinden edinilen bilgilere göre câhiliye edebiyatında ahlâk ve bu kelimenin tekili olan hulk çok az kullanılmıştır.

Kabileci Arap toplum yapısında hayatta kalma mücadelesi aşiret insanının herhalde en temel uğraşıydı; bu da büyük ölçüde kabilenin insan ve mal gücü yanında mânevî gücüne ve saygınlığına bağlı bulunduğu için özellikle şeref, cesaret ve cömertlik câhiliye ahlâkında bütün erdemlerin en üstünde yer alıyordu; bu erdemler de genellikle mürûe (mürüvvet) kavramıyla ifade ediliyordu.

Özellikle yaygın bir ahiret inancının bulunmayışı da onları dinî sorumluluktan ve ahiret kuruluşu için çaba gösterme düşüncesinden uzaklaştırmıştı. Nitekim ünlü câhiliye şairi Tarafe Muallakasın'da, ebedîlikten söz edilemeyeceğine göre insan için yapılacak en iyi şeyin, bütün varlığıyla hayatın zevklerini yaşamak olduğunu belirtirken, döneminin bu hedonist ahlâkını dile getiriyordu.

Kuşkusuz bu dönemde az çok helal-haram anlayışı vardı, fakat bu anlayışı sadece örfler belirlemekteydi. Örfler ise kabilelere göre değiştiğinden toplayıcı ve kuşatıcı olmaktan uzaktı. Hak ve adalet kuvvete göre değişiyordu. Bu anlayışın bir sonucu olarak kuvvetten yoksun olan çocuklar, kadınlar, akıl hastaları ve savaşma gücü olmayanlar mirastan pay alamazlardı.

Kaynaklar:

(1) Hücûrat sûresi, 49/13.

(2) Maide sûresi, 5/2.

(3) Müslim, İmare, 57.

(4) İbrahim sûresi, 14/ 24-26.

(5) Bakara sûresi, 2/ 261.

(6) Bakara sûresi, 2/264.

(7) Hucûrat sûresi, 49/12.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun