Ahirete inanmayan kimseye ne diyebiliriz? İnsanlık olarak iyi olan bir arkadaşım Allah'a inanıyor, ama kıyamet kopmayacak diyor, ahirete, cennet ve cehennemin varlığına inanmıyor?..

1. Ahiret: “son, sonra olan”,“dünyadan sonraki ebedî âlem”, “dünyadan sonraki menzil” demektir. Hayat yolculuğumuzda, baba sulbü, ana rahmi, çocukluk menzillerinden geçerek bulûğa erdiğimizde, önümüze iki ayrı yol açıldı: inanmak veya inanmamak. Bu akışın bir devamı olarak, ölüm, kabir, mahşer ve mizan safhalarından sonra kendimizi iki sonsuzun kavşağında bulacağız. Ebedî cennet ve cehennem...

Zaman nehrinin sürükleyip götürdüğü bu âciz insan, dünyadan sonra bir başka âleme gitmeyeceğini nasıl iddia edebilir!? Âhirete inanmadıklarını söyleyenler, öldükten sonra dirilmeye akıl erdiremeyenlerdir. Onların inanmadıkları aslında ba’s yâni diriliş hâdisesidir. Yoksa, ahirete inanmamak, zamanın akışına karşı durmak ve yarına inanmamak gibi bir saçmalık olur.

Her insan, sekerat denilen can çekişme ameliyesi ile dünyadan sıyrılır, elbisesini soyunur. Öldüğü anda kendisini bir yeni âlemde bulur. "Mevt (ölüm), nevmin (uykunun) kardeşidir." buyruluyor. İsimleri de benziyor birbirine. Her gece, ölümün küçük kardeşi olan uykuya dalan ve her sabah yeniden dirilircesine dünyaya gözünü açan insan, kıyametin ve haşrin alâmetlerini her gün seyrediyor demektir.

“Bu gecenin sabahı ve şu kışın baharı ne kadar makûl ve lâzım ve kat’i ise haşrin sabahı da berzahın baharı da o kat’iyettedir.” (Bediüzzaman, Sözler)

O hayatın huzmeleri bize daima el ediyorlar. Ama önemli olan, oraya varmadan orasını kabullenmek; ilk ağartılarda güneşi seyredebilmek. Güneş doğduktan sonra, artık onu kabullenmenin bir değeri mi kalır? O güneşin bir nuru da kendi ruh dünyamızda!.. Ebed arzusu. Söz sultanı büyük Üstad bu arzunun âhiretin varlığına ayrı bir delil olduğunu şu harika vecizeyle ifade buyurur: “Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.” Evet, bizi yaratan zât, şu âlemi seyretmemizi istemeseydi, ana rahminde bize göz takar mıydı? Bu güzelim sesleri işittirmek dilemeseydi bize kulak verir miydi? İşte, âhiretin varlığına en büyük bir delil insan ruhuna konulan bu “ebedî yaşama” arzusu. Bazı insanlar:

“Allah’ın sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu gözet. Dünyadan da nasibini unutma.” (Kasas, 28/77)

Âyet-i kerimesindeki ilâhî emrin ilk şıkkını tamamen ihmal ederek bütün enerjilerini dünya hayatı için harcarlar.

Dünya; “denî”, “aşağı” mânâsına geliyor. Bütün ömrü boyunca aşağı olanı isteyen, aşağılığa alışan, aşağı işler peşinde koşan insan, artık âhiret yurdunu gözetemez olur. Yüksek idealler, ulvî sıfatlar, güzel ahlâklar ruhundan gitgide silinir. Bir de bunun zıddı var. İnsan imanda terakki ettikçe, Rabbine kavuşmağa daha fazla iştiyak gösterir. Âhirete bol sermaye gönderdikçe, oraya kavuşmayı daha çok istemeye başlar. İstikbalini düşünen ve ileride kavuşacağı mevkileri dikkate alan çalışkan bir öğrencinin artık okulun bahçesine, sınıfına, kantinine, sırasına rağbet etmemesi gibi, onun kalbinde de dünya sevgisi gitgide azalır. Bozulmamış hiçbir akıl, hayatın bu dünyada başlayıp yine bu dünyada biteceğine ihtimal veremez. Bedenindeki milyarlarca hücrenin, etrafındaki milyonlarca çeşit canlının ve nihayet semayı şenlendiren o sonsuz yıldızların sadece şu kısacık dünya hayatının başını beklediklerine hiçbir akıl “evet” diyemez.

“Onlar kendi kendilerine düşünmediler mi ki, Allah gökleri ve yeri ve onların arasında bulunanları ancak hak olarak ve muayyen bir süre için yarattı. İnsanların birçoğu rablerine kavuşmayı gerçekten inkâr edicidirler.” (Rum, 30/8)

Mi’ractan sonra, şanlı Peygamberimiz (a.s.m.), âhiret âlemini ashabına şöyle anlatmıştı:

“Ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş ve ne de beşerin kalbine, hatırına gelmiştir.”

Cennet bundan daha iyi anlatılamaz. Çünkü bu tarif cenneti görenin tarifidir. Üstad bediüzzaman’ın: “Bize gösterdiğin numunelerin, gölgelerin asıllarını, membalarını göster.” duasını şöyle anlayamaz mıyız? Dünya ancak sûretler ve gölgeler âlemi. İnsanın fotoğrafı kendisinden ne kadar geri ise, cennetteki hâli de bu dünyadakinden o kadar ileri. Ağacı söz dinleyen cennetin, insanı lâf anlamayan bu dünyadan ne kadar ileri olduğu az çok hissediliyor. Kaldı ki, akıl da “bunun böyle olması lâzım” diyor. İnsan birkaç kilometre yürüdü mü birkaç saat dinlenme ihtiyacı duyuyor ve söyleniyor kendi kendine: Nasip olur da cennete gidersem, bu ayaklarla gitmemeliyim. Bana o sonsuz âlemde, yorulmayan ayak gerek. Bir sohbet ne kadar tatlı olursa olsun, birkaç saat sürdü mü zihin yorulmaya, dikkat dağılmaya başlıyor. Demek ki, bu dimağla da cennete gidilmez. Bize dinledikçe hazzı artan, yorulmak nedir bilmeyen, usanmayı tanımayan bir dimağ lâzım...

Otobüs, taksi, uçak, bunlar bizi zamanla yarıştıran, arzumuza tez elden kavuşmamıza yardım eden vasıtalar. Bu dünya âhirete nispeten gölge makamında kalacağına göre, oradaki sürat da bunların hiçbiriyle kıyaslanacak gibi olmasa gerek. Orada madde zamanın üstüne çıkacak. Gemi deryayı yutacak. Uzak yakın farkı kalkacak ortadan. İnsan, dilediği makamda ânında bulunacak. Daha ilerisi, insan bir anda birçok yerlerde bulunabilecek. Orası asıllar âlemi. Bu dünyada gaybî olarak inandığımız iman hakikatlerini orada müşahede edeceğiz. Şu anda peygamberlerle (a.s.m) görüşmemiz ancak hayâlen olabiliyor; gölgeden ileri geçemiyor. Orada bütün muazzez zevatla bizzat görüşeceğiz. Mazhar olacağımız bu şerefler silsilesi, “rü’yetullah” ile en ileri seviyesine ulaşacak...

Yürümenin ardında yorgunluğun saklandığı, tebessümlerin riyaya büründüğü, yemenin doyma ile sınırlandığı, elemlerle sevinçlerin gece ile gündüz gibi birbirini durmadan kovaladığı bu sûretler âlemine aldanmayanlar, asıla kavuşacaklar. Gerçek saadeti orada bulacaklar.

“Allah’a karşı hüsnüzan ibadettir.”(bk. Ebu Davud, Edeb, 81, no: 4993)

hadis-i şerifinden güç alarak, Rabbimizin lütfuna itimaden, hep cennetten söz ettik. Cehennem de asıllar âleminden bir başka köşe. Elemin, ıstırabın, pişmanlığın, hüznün, ahın, eyvahın da aslı orada. Buradakiler onlara göre gölge ve resim kabilinden. Onlardan o kadar zayıf, o kadar geri...

Elbette böyle bir azaba ebediyen duçar olacak bir insan da bu dünyadakinden farklı bir yaratılışa sahip olmalı. Nitekim öyle de... Cehennem ateşinde yanıp kavrulan bir âsinin bedeni, ânında yeniden yerine gelecek ve azap böylece aralıksız sürüp gidecek... Âhiret için “kudret âlemi” tabiri kullanılıyor. Orada her şey zamansız, ânında vücut bulacak. Ama kudretin bu zamansız tasarrufu da yine hikmet üzere yürüyecek. Cennet ve cehennem, mizandan sonra. O halde, bu âlemlerdeki bütün icraatlar ölçülü ve mizanlı olacak. Mizanda zerre mıskal hayır da şer de tartıldığı gibi, cennetteki haz da cehennemdeki azap da çok ince bir adaletle taksim edilecek. Herkes sevabınca lezzet alacak ve günahınca elem çekecek...

Yavaş yavaş olan hızla da olur. Safha safha meydana gelen bir anda da vücut bulabilir. Kanunu koyan kaldırabilir veya değiştirebilir. Hayâlimiz dünyanın öte ucuna bir anda gidiyor, ayaklarımız ise seyrini adım adım yürütüyor. Âhirette ayaklarımıza hayal kanunu uygulansa buna kim mâni olabilir? Nitekim öyle de olacak. Kaldı ki, yavaş gitmemiz de Allah’ın kudretiyle, hızlı gitmemiz de... Bizim işin içinde neyimiz var?

2. Ölüm, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Şehadet aleminden "berzah alemi"ne bir hicrettir. Ruh, Azrail Aleyhisselam vasıtasıyla "berzah alemi"ne götürülür. Göreceğimiz ilk melek Azrail (as)'dir. En kıymetli cevherimiz olan ruhumuzu gönül rahatlığıyla teslim edebileceğimiz güvenilir bir emanetçidir o.

Ölüm anında, ruh, beden hapsinden kurtulur; fakat bütün bütün çıplak kalmaz. Çünkü, "misali bir cesetle" başka bir tabirle "latif bir gılaf" ile kuşatılmıştır.

Dünyada kaldığı sürece bedene bağlı olan ruh, ölüm sebebiyle bir derece serbest kalır. Bedendeyken görmek için göze, işitmek için kulağa, düşünmek için beyne muhtaçken, artık bu aletlerin varlığına gerek duymadan görür, işitir, düşünür ve bilir. Rüyada olduğu gibi…..

Berzah, "geçit" demektir ve berzah alemi, dünya ile ahiret arasında bulunan bir "bekleme salonu"dur. Ruhlar, orada kıyameti ve dirilişi beklerler. "münker ve nekir taifesinden" olan sorgu melekleriyle karşılaşma, ilk mahkeme, ilk ceza ve ilk mükafat burada gerçekleşir.

Berzah, başka bir tabirle kabir hayatı, hadisin ifadesiyle, "ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur."

Ancak, burada azabın veya lezzetin muhatabı, cisimden mahrum kalan ruhtur. Kabir hayatından sonra, "mahşer"de, yeniden yaratılan bedenine döner, dünyada yaptıkları için o "büyük mahkeme"de hesap verir. Sonrası, ebedi cennet veya cehennem!..

Haşir... Bütün bedenlerin yeniden yapılanması ve canlanması... Ruhların bir anda bedenlere dönüşü... Büyük olay! Dar akıl kabulde zorlanıyor. Kabirde kemikleri çürüyen ve etleri toprak olan bir insanın yeniden, dirilebileceğine akıl erdiremeyenler var. Bunlar, yanlış bir kıyasın kurbanı oluyorlar.

Nasıl mı?

Bedeni yaratma ve insanı diriltme fiillerini kendileri üstlenerek... Hayalen, bildikleri bütün yolları deniyor, bir insan yaratmaya çalışıyorlar. Mümkün olmuyor. Gölgeden farkı olmayan azıcık ilim, irade ve kudretleriyle meseleyi halledemeyince, "Ben yapamıyorum, şu halde başkası da yapamaz." hükmünü veriyorlar. Muhakeme ederken kendilerini ölçü kabul ediyorlar. Şüphesiz, bu bir vehimdir ve insanı aldatır.

Nitekim, asırlar önce bazı münkirler, Peygamber Efendimizin (asm) yanına gelmiş, "Ölmüş, çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diye sormuşlardı. Bu meydan okumaya karşı ayet indi: "Onları önceden kim yarattıysa o diriltecek. O, her türlü yaratmayı bilendir." bu kesin cevaptan sonra, söyleyecek söz bulamamışlardı.

Bunların hali, kendileri beceremediği için aya gitme haberini inkar eden cahillerin haline benziyor. Bir zamanlar, ilim ve teknikten mahrum bazı kimselerin, "ben yapamıyorum, başkası da yapamaz" mantığıyla ay seyahatini reddettiklerini görmüştük. Onlar da, hayallerinde, bildikleri bütün usulleri deniyor, yine de bir yol bulamadıkları için, açık bir gerçeği kabule yanaşmıyorlardı.

Akıl, malumatının mahkumudur ve zamanın esiridir. Böyle olmasa, dün söylenince yalanlanan bir olay, bugün sıradan bir hakikat haline gelir miydi? Acaba, üç asır önceki insanlara, "bir kutu içinde bütün dünyayı seyredeceksin" deseydik, ne der, ne düşünürlerdi? Herhalde inkar edenler olacak ve zaman da onları haksız çıkaracaktı. Yanlış anlaşılmasın, biz, her söylenene hemen inanalım demiyoruz, ancak, sınırlı aklın yeterli ölçü olamayacağını hatırlatmaya çalışıyoruz. Vahiy nurudur ki, akla ışık verir ve yol gösterir, o da hakikatı anlar.

Bakmayı bilen göz, görür. Düşünmenin yollarını bulan akıl, anlar. Evet, insaflı bir akıl, yeryüzündeki harika sanat eserlerine bakar ve anlar ki: Allah, sonsuz ilim, irade ve kudret sahibidir.

İşte bahar! Zamanı geldi mi kış, soğuğunu, karını, fırtınasını toplar, gider. Toprak, tatlı bir esneyişle uyanır, gevşer, çözülür. Kupkuru ağaçlara su ile birlikte hayat da yürür. Tohumlar açılır, yumurtalar çatlar, dış dünyaya canlılar doğar. Her canlı, kendine has "suret libasını" giyer.

Bahar! Sümbüllerin tebessümü, menekşelerin neşesi, rüya gibi kelebeklerin uçuşu, çiçeklenmiş badem ağaçlarında kuşların cıvıldayışı. Kışın soğuk nefesiyle ölen, silinen, kuruyan canlıların "öldükten sonra diriliş" sırrını yaşayışı. "öldüren ve dirilten" bir görünmez kudretin, görünen mucizeleri.

Sonbaharda kıyameti kopan bir alemin, kış kabristanında bekledikten sonra bahar sabahında yeniden dirilişi. Ölümden sonraki hayatın ve mahşerin göze görünen misali.

Allah, bize her baharda sonsuz ilim, irade ve kudretini bir kere daha gösteriyor. Ölüleri dirilteceğini, ahireti getireceğini ispat ediyor. Ve her akıl sahibine şu kanaati veriyor: Alemi yoktan var eden ve insanı modelsiz yaratan Allah, elbette ölüleri diriltebilir, yeni bir dünya yaratabilir.

Bir defa yaratan, bir daha niçin yaratamasın!

İlave bilgi için tıklayınız:

Ahirete giden gelen var mı?

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun