Himmet nedir; nasıl yapılır?

Tarih: 02.10.2006 - 09:02 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Efendimizden örnekler var mı?
- Büyüklerden himmet nasıl istenir?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Himmet: Gaye, ideal, hedef, maksat demektir.

İnsanın değer ve kıymeti, hedef ve gayesine göre bilinir ve ölçülür.

İnsanın gayesi, toplum ve cemiyet olmalıdır. İnsan kendisi için değil cemiyet ve toplum için yaşamalıdır.

İslamiyet; insanların kendileri için değil, başkaları için yaşamalarını emreder. Kendi çıkar ve menfaatlerini düşünenler aciz, zavallı ve zelil olarak addedilir. Dolayısıyla insanların maksadı toplum olmalıdır. Bu hedef ve maksat da herkese göre değişir. Bazı insanlar bir aileyi, bazıları bir mahalleyi, bazıları da bir beldeyi, bazıları da bir şehri ve milleti ikaz ve irşat edebilir. Bazı yüksek ruhların hedeflerine ise bütün insanlığın kurtuluşu vardır; Peygamber Efendimiz (asm) ve onun varisi olan büyük âlimler ve mürşitler gibi.

İşte Bediüzzaman bu veciz ifade ile en yüksek maksat ve gayeyi ortaya koymuştur.

Her bir insanın değeri gayesi ile ölçülür. Kimin hedef ve maksadı bütün insanlık ve onların kurtuluşu ise onlar en yüce ve âli hedef sahipleridir. İnsanlar da nefes ve soluklarını, huzur ve keyiflerini yalnız başlarına değil, toplumla birleştirmelidirler. Yeri geldiğinde kendilerini topluma feda etmelidirler.

Himmet ve Gayret Münasebeti

Diğer taraftan, himmet kelimesinin gayret etmek, cehd göstermek, çalışıp didinmek, emek vermek ve bir işe dört elle sarılmak gibi manaları da vardır. “Dede himmet, oğul gayret” atasözü ancak fiilî bir duayla seslendirilen yardım isteğinin kabul göreceğini vurguladığı gibi, himmet bulmanın gayrete bağlı olduğunu da belirtmekte ve himmet ile gayret arasındaki alâkaya da dikkat çekmektedir. Bu zaviyeden himmet, kula nisbetle, çalışma ve gayret gösterme; Cenâb-ı Hakk'a nisbet edildiğinde ise, kulun ortaya koyduğu faaliyetlere rahmet ve inayetle mukabelede bulunma manasına gelmektedir.

İşte, bir yönüyle teveccüh etmek ve yönelmek, diğer bir açıdan yardıma koşmak ve el uzatmak, bir başka zaviyeden de gayret etmek ve çalışıp didinmek manalarına gelen himmetin, bugün halk arasında infakta bulunma ve hayır yollarında koşturup durma anlamında sıkça kullanılan himmetle ciddi bir münasebeti vardır. Belki, dün denecek kadar yakın bir geçmişe dek bu kelime bu ölçüde yaygınca kullanılmıyordu. Fakat son senelerde, âdetâ Cenâb-ı Hakk'a teveccühün bir unvanı sayılan ve onun rızasına ulaşmanın bir basamağı kabul edilen hayırlı faaliyetlerin bütününe “himmet” denir oldu. Çünkü dine ve vatana hizmet, bir teveccüh, bir yardım eli ve bir cehd ü gayret bekliyordu. Önce bu milletin fertleri böyle bir iman ve Kur'an hizmetine teveccüh ettiler; çağrıya koştu, bir çeşit inâbede bulundu ve millet yolunda yapılması gereken işlere el uzattılar. Yönelinmesi, elinden tutulup kaldırılması ve uğrunda ter dökülmesi icap eden husus dine ve millete hizmetti. Dolayısıyla, herkes elindeki imkanlarıyla seferber oldu; herkes maddi–manevi himmette bulunmaya çalıştı. İlmi olan kimseler ilimleriyle himmet ettiler; beyan kabiliyetine sahip bulunanlar söz ve yazılarıyla imdada yetiştiler; malî imkanları geniş insanlar da cömertlik hisleriyle dolup Allah yolunda infak yarışına giriştiler. Yardımına koşulması ve elinden tutulması gerekli olan şey bir şahıs değildi; o iman ve Kur'an hizmetinin ta kendisiydi. Bu itibarla da fedakar ruhlar, bir ya da birkaç şahsa değil, bir mefkureye yöneldiler; bir ya da birkaç şahsa değil bir davaya gönül verdiler ve yine bir ya da birkaç şahsa değil insanlığa hizmetin kendisine el uzattılar, himmet ettiler.

Himmetin İnfaka Bakan Yanı

Bugün himmet denince bazıları sadece maddi olarak yardımda bulunmayı (infak) anlasalar da aslında infak, himmetin sadece bir yönünü teşkil ediyordu. Himmetin infak yönü de yine örneğini Allah Rasûlü'nün ve sahabe efendilerimizin hayat-ı seniyyelerinden alıyordu. Mudar kabilesinin fakir insanları huzuruna geldiğinde ya da Tebük Seferine çıkılacağı sırada, Allah Rasûlü (asm) insanları nasıl yardım ve infak etmeye çağırmışsa, daha sonraki dönemlerde de seferberlik anlarında maddî-manevî fedakârlıkta bulunma çağrıları sık sık yapılmıştı. Belki o zamanlar bu türlü hayır ve hasenâta himmet denmiyordu; fakat, ihtiyaç hissedildiği ve zaruret hasıl olduğu zamanlarda hep yardım, iâne ve infak çağrısında bulunuluyordu. Altından kalkılması gereken bir zorluk veya taşınması icap eden bir yük karşısında herkesin el uzatması isteniyordu. Peygamber Efendimiz'in (asm) manen el uzatmasına ya da bir Hak dostunun imdada koşmasına benzer şekilde, o istimdadı işiten bütün mü'minler de sesin geldiği yere yöneliyor, ellerindeki imkanlarla seferber olup imdada koşuyor ve yapılması beklenen şeyleri yapma adına ciddi bir cehd ortaya koyuyorlardı.

İşte, bizim zamanımıza doğru gelinirken, yine ortada kaldırılması gerekli olan ağır bir yük vardı. Merhum Akif'in “Hâlık'ın nâ-mütenâhî adı var, en başı Hak / Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak!” mısraıyla ifade ettiği gibi, samimi kullar, hakkı tutup kaldırma vazifesiyle karşı karşıyaydı ve her biri o vazifenin kendi omuzlarına yüklendiğine inanıyordu. Hayır ve hasenât adına yapılacak her şey hakkı tutup kaldırma, dine el uzatıp onu sürüm sürüm olmaktan kurtarma, kendi kıymetine yükseltme ve gerçek konumuna ulaştırma demekti. Dolayısıyla, bu manaların hepsi birden mülahazaya alınarak hem yardım çağrısına hem de insanların bu çağrıya icabet edişine himmet dendi.

Bu açıdan, himmeti umumi manada el uzatma şeklinde anlayabilirsiniz. Meseleyi bu yönüyle değerlendirirseniz, Peygamber Efendimiz'in (asm) ümmetine el uzatması ya da velilerin bazı insanların imdadına koşması ile günümüzde bazı kimselerin iman ve Kur'an hizmetine el uzatmaları arasında ciddi bir münasebet görürsünüz. Sonra, bu el uzatma ve yardıma koşmanın sadece maddî imkanlarla olmadığını ve insanların, kendilerine lutfedilen nimetlerin her birine karşı, o nimetlerin kendi cinsinden bir nevi şükür edasına giriştiklerini de müşahede edersiniz. Evet, Bediüzzaman Hazretleri'nin de İşaratü'l-İ'caz'da belirttiği gibi, “...ve mim mâ rezaknâhum yünfikûn / Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden infak ederler.” (Bakara, 2/3) ayet-i kerimesindeki “mâ” umumî bir manayı ifade etmektedir. Yani, infak sadece mala ve paraya münhasır değildir; ilim, fikir, kuvvet ve amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara infakta bulunulması gerekmektedir.

İşte, mal ya da para, ilim veya amel, sıhhat yahut zeka.. Cenâb-ı Allah'ın lütuf buyurduğu her türlü rızıktan infakta bulunmak ve bu şekilde dine ve millete hizmet etmektir himmet. Zaten, dünden bugüne bu kudsî vazifeye dilbeste olan fedakârlar, mukaddes mefkure adına bir işin ucundan tutmak için el uzatırken karşılarında kendilerine de bir el uzandığını düşünmüş, böylece hem himmet etmiş hem de himmet dilemişlerdir. Kendi kurtuluşlarını başkalarını kurtarmaya bağlamış ve böyle bir yolda yürürken gerekirse canlarını feda etmeye bile razı oldukları gibi maddî-manevî her türlü füyûzat hislerinden feragatta bulunmayı da daha baştan kabul etmişlerdir. Bu adanmış ruhlar kelimenin tam manasıyla beklentisizlerdir. Evet, bu himmet kahramanları bütün bütün beklentisiz insanlardır; zira onlar, daha yolun başında,

“Kadrim bilinmedi, deyip darılma!
Bilinmeden göçüp gitti büyükler."

"Darılıp yerinden sakın ayrılma!
Himmet bekler taşınacak bu yükler.”

nasihatını dinlemiş ve bu sözleri bir ahd ü peyman olarak kabul etmişlerdir.

Tek Başına Bir Millet

Bu meselenin önemli bir buudu da şudur ki; arz etmeye çalıştığım çerçevede iman ve Kur'an hizmetine himmette bulunmak insanı değerler üstü değerlere ulaştırır. Çünkü Hazreti Üstad'ın da işaret ettiği gibi, “Bir insanın kıymeti himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.” Aksine, hep “nefsî, nefsî" diyen, sürekli şahsî menfaatlerini düşünen ve milletin istikbaliyle alakalı hiçbir planı, projesi ya da derdi olmayan bin adam, sadece bir adam hükmündedir. Evet, kimin himmeti yalnızca nefsi ise, o kimse insan bile sayılamayacak bir derekeye düşmüş demektir. Zira, insan fıtraten medenî olarak yaratılmıştır; o tabiatı itibarıyla, kendi cinsinden olanları da düşünüp onlarla beraber yaşamaya mecburdur.

Cenâb-ı Allah'a sonsuz hamd ü senalar olsun ki, günümüz de himmeti milleti olan insanlardan nasipsiz değildir. Bugün de, himmet çağlayanları, ilahi lütuflarla desteklene desteklene bir ummana doğru gürül gürül akmaktadır. Bu devrin himmet erleri de çeşit çeşit olumsuz hadiselere rağmen, kaderî programların kendilerine yüklediği misyonu temsile çalışmaktadırlar.

Ne var ki, her dönemde olduğu gibi içinde yaşadığımız şu zaman diliminde de mesuliyet insanlarının himmet duygularını ve kuvve-i maneviyelerini kırabilecek unsurlar mevcuttur. Bediüzzaman Hazretleri hem himmetin belini kıran bu manileri bir bir saymış hem de onları defedebilmek için gereken tedbirlere işarette bulunmuştur. Bu manilerden ve tedbirlerden bazılarını -biraz tasarrufla- zikrederek bu bahsi bitirmek uygun olsa gerektir:

“Himmetiniz, şevke gelip meydana çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedîd olan yeis (ümitsizlik) rast gelir, onun kuvve-i manevîyesini kırar. Siz o düşmana karşı “lâtaknetû” (ümidinizi kesmeyiniz) kılıcını istimal ediniz. Sonra meylü't-tefevvuk istibdâdı (üstün olma tutkusu) hücuma başlar. Siz “kûnû lillahi” (Allah'ın rızası dairesinde olunuz) hakikatini o düşmana gönderiniz. Sonra sebepler zincirindeki sırayı atlamakla her şeyi karıştıran acûliyet (acelecilik) çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz ”ısbirû vesabirû verâbitû” (Sabırlı olun, birbirinize metanet tavsiye ederek sabırda yarışın, daima hazırlıklı ve uyanık bulunun ) kalkanını siper ediniz, sonra tabiatı itibarıyla medeni olan insanın âmâlini dağıtan fikr-i infirâdi (bencillik) ve tasavvur-u şahsî karşı çıkar. Siz de “hayrunnâsi enfeuhum linnasi” (insanların en hayırlısı onlara en yararlı olanıdır) hakikatini onun karşısına çıkarınız. (...) Sonra da umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olan “meylürrahat” (rahat etme arzusu) gelir; himmeti bağlayıp sefalet zindanına atar. Siz de “Leyse lilinsânî illâ mâ seâ” (İnsan için çalıştığından başkası yoktur) mücahidini ona gönderiniz. Evet, size meşakkatte büyük rahat vardır. Zira fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı sa'y ve cidâldedir.”

İnancım o ki, bütün bu manilere rağmen, adanmış ruhlar şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da “Himmetü'r-rical, taklau'l-cibal / Yiğitlerin himmeti dağları yerinden söker.” (Ubeydullah-ı Ahrâr) ‎ anlayışıyla hareket edecek ve bütün samimiyetleriyle Cenâb-ı Hakk'ın inâyetine sığınıp sorumlulukları istikametinde dönüp arkalarına bakmadan yürüyeceklerdir. Allah'ın rızasını “olmazsa olmaz” bir esas kabul ederek onun dışındaki bütün değerlere karşı kapanacak ve Hazreti Mahbûb'a kavuşma iştiyakıyla, ona tahsîs-i nazar ederek yollarına devam edeceklerdir ve bileceklerdir ki, himmet ettikleri ölçüde himmet görecekler; başkalarına el uzatma gayreti içinde bulundukları nispette de kendilerine ötelerden bir el uzanacaktır.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun