Bir radyo programında dikkat edilmesi gerekenler nelerdir?

Tarih: 25.11.2006 - 14:44 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Malayani ne demektir; müzik yayınında ölçü nasıl olmalıdır?
- Ulusal bir radyoda radyo programı yapma durumum var. İçinde müzik olan, yalnızlıklarımız, hüzün, kadın erkek birbirini niye anlamaz, evlilik dünyası vb.. insan ilişkilerine ait konular işlenecek.
- Mailler gelecek, şiirler, denemeler okunacak, yorumlar yapılacak....
- Tabi ki konuşulanar ve yorumlar dini ya da şeriati ölçülere göre olmayacak.. normal yaşantımızdan olacak.
- Böyle bir program yapmamın sakıncası var mı?
- İnsanlara boş vakit geçirtmiş olur muyum?

- Bunun için bana günah yazılır mı?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Konuyu bir kaç açıdan ele almak gerekiyor. Öncelikle şehevi duyguları tahrik eden, insanları aşağılayan, gayri İslami tarz ve düşüncelerini teşvik eden konuşma, tavır ve müziklerden uzak durmak gerekiyor. Bunlara sebep olmak yapmak gibidir.

Helal biri işi yaparken, kullanılan yolları da helal olmalıdır. Haram yollar kulanılarak helale gidilmez.

1. Malayani ne demektir, ahirete hiç faydası olmayan ve sadece dünyaya bakan çalışmalarımız malayani midir?

“Kişinin İslâmî güzelliklerinden biri de malayani şeyleri terk etmesidir.” (Tirmizî, Zühd 11. Ayrıca bk. İbni Mâce, Fiten 12)

Mağazalarda alıcıyla satıcı arasında yapılan kıyasıya pazarlıklar ne kadar ibretlidir?!.. Birisi malının kıymetini bilmektedir, beriki parasının değerini. Her ikisi de bu ticaretten mutlaka kârlı çıkmak için çalışırlar.

Şimdi şu soruyu soralım kendi kendimize: Paramız ve malımız için gösterdiğimiz hassasiyetin binde birini hayatımız, ruhumuz ve aklımız için gösteriyor muyuz? İşte bu büyük sermayelerin boşu boşuna harcanmasına “malayani” deniliyor.

“İki büyük sermaye ziyana uğratılmaktadır: Sıhhat ve boş zaman.” (Buhârî, Rikak 1. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 1; İbni Mâce, Zühd 15)

Malayani, yani kendisiyle hiçbir hedef gözetilmeyen, iş olsun diye, lâf olsun, vakit geçsin, ömür tükensin diye yapılan boş konuşmalar ve faydasız işler ...

Malayaninin en yaygın tarifi, “ne dünyaya ne de ahirete yaramayan şeyler, işler, konuşmalar” şeklindedir. Bu tarif, şu dünyada yaşadığımız sürece bize bir şeyler verir. Ve ömrümüzü ya dünya için, yahut ahiret için faydalı olacak sahalarda geçirmemizi telkin eder. Aslında İslâm’da bu iki saha birbirinden ayrı değildir. Çünkü, İlâhî rızayı esas alan ve meşru dairede, istikamet üzere çalışan bir mümin, dünya işleriyle meşgûl olduğunda da yine ibadet üzeredir ve ahiretine bir şeyler göndermektedir.

Şu var ki, ahirete göçtüğümüz zaman malayaniyi, her halde, biraz daha farklı anlayacağız. O zaman diyeceğiz ki, “ebedî âleme fayda sağlamayan ve meyveleri sadece dünyada kalan her şey malayanidir.”

Nur Külliyatı'nda dünyanın üç yüzü olduğu ifade edilir. Birisi İlâhî isimlere ayna olma yönü, diğeri ahirete tarla olma ciheti, üçüncüsü de dünyanın zevk ve safa, oyun ve eğlence tarafıdır. İşte bu tasnifteki ilk ikiye girmeyen her iş, her faaliyet, her konuşma malayanidir.

Şu var ki, ahiret denilince cennet ve cehennem birlikte düşünülecektir. Eğer bir iş, sadece cennete vesile olmamakla kalmayıp insanı cehenneme sürüklüyorsa, bunu malayani içinde değerlendiremeyiz. Böyle bir iş boş değildir; azap yüklü ve ceza doludur.

Malayani, ahiret namına bir faydası olmayan, ama günah yahut haram da sayılmayan meyvesiz işler demektir.

Nur Külliyatı'nda “malayani” konusu sıkça işlenir ve bu hastalığın tedavisi de şöyle belirtilir:

“Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev-i beşer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasib- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgûl eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.” (Şuâlar, On Birinci Şua, Dördüncü Mesele)

İnsan kendi nefsiyle sürekli beraberdir. Bu beraberlik kabir âleminde ve ahiret hayatında da devam edecektir. İnsan, cüzi irade ve hürriyet nimetleri sayesinde kendi nefsini dilediği gibi yönlendirebiliyor. Bu en küçük dairede en büyük söz onundur. İstediği yere gitmekte, dilediği işi görmekte, arzu ettiği kitabı okuyabilmektedir. Ama bir sonraki daire için bunu söylemek çok zordur. İnsan, kendi aile fertlerini istediği gibi yönlendirme şansına çoğu zaman sahip olamaz. Çünkü onlar da insandırlar, onların da nefisleri ve cüzi iradeleri vardır. Şeytan onların da peşindedir; dünya, onları da durmadan kendine çağırmaktadır.

İnsanın bu dairede yapabileceği tek şey, doğru ve faydalı olanı, onlara güzel bir şekilde anlatmaktan ibarettir. Şehir dairesinde, insanın tesiri çok daha aşağılara düşer. Bütün şehir halkını istediği yöne sevk etme şansına sahip değildir. Memleket ve bütün bir insanlık âlemi için ise, insanın müessiriyeti sıfıra çok yaklaşır.

Ama, insan, bu geniş dairelerde kendisine düşen vazifenin cüzi olduğunu çok iyi bildiği halde, onların cazibesine kapılır, onlara daha çok önem verir, onlar hakkında çok daha fazla konuşur, yahut kafa yorar. Bu, insan için büyük bir zarardır; ömür sermayesini boş yere harcamaktır. İşte Nur Müellifi, insanın nazarını hayatın ve siyasetin geniş dairelerine çeviren malayani afetine, önemle dikkat çekmekte ve bu derdin devası olan söz konusu Dördüncü Mesele'nin sıkça okunmasını tavsiye etmektedir.

Bir başka  Risalesinde ise, bu afetin vahim neticesini şöyle nazara veriyor:

“Lüzumsuz ve malayani bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdisatına merak ile dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler.” (Kastamonu Lahikası,  84. Mektup)

İnsanın nefs-i emmaresi, malayaniye yatkındır. Çünkü onda ahiret için bir fayda yoktur. Şeytan da insanı küfür, şirk, günah şıklarından hiçbirine sevk edemediği taktirde, onu malayaniye sevk eder. Nefis ve şeytanın bu ortak arzusuna uyan insan, boş konuşmaları saatlerce dinlemekten zevk alır. Aynı insan ilmî bir eseri okuduğunda, yarım saat sonra sıkılmaya ve yorulmaya başlar.

O halde, doğru olan yol, kötülüğü emreden nefsin aksi istikametidir ve bu yola giren insan, malayaniyi elden geldiğince terk etmek mecburiyetindedir. Ancak böyle yapmakla, güzel ve faydalı sahalarda daha fazla mesafe alabilir.

Malayani konusunda, şu hususun gözden uzak tutulmaması gerekiyor: Hayatın ve siyasetin geniş dairelerinde vazife almış kimselerin, bu konularla derinlemesine ilgilenmeleri, dünyaya çalışmak demektir ve malayani sayılmaz. Ama, dört senede bir defa rey vermekten öte, siyaset dairesine müspet yahut menfi hiçbir tesir gücüne sahip olmayan insanların, dört yıl boyunca bu konuya büyük zaman ayırmaları malayaninin tâ kendisidir.

“Benim ve kardeşlerimin herbirimizin yüz derece aklı ve fikri ziyadeleşse, bu muazzam vazife-i kudsiyenin hizmetine ancak kâfi gelebilir. Sair mes’elelere bakmak, bize fuzulî ve malayani olur.” (Bediüzzaman, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, R.Nur'dan Parlak Fıkralar...)

Bu ifadede geçen “bize” kaydı, bu noktada çok önemlidir. “Ben imanın cereyanındayım, karşımda imansızlık cereyanı var, başka cereyanlarla alâkam yok” diyen Nur Müellifi, “iman ve Kur’an hizmeti” olarak özetlediği bu büyük vazifenin dışındaki hâdiselerle ilgilenmeyi, kendisi ve hizmet arkadaşları için, malayani sayar. Ama aynı işler, vazifeli kimseler için malayani olmayabilirler.

“Hikmet müminin yitiği gibidir. Onu nerede bulursa alır.” (Tirmizi, İlim 19; İbn Mâce, Zühd 17)

hadis-i şerifinin ışığında, batı insanından malayani konusunda alacağımız birçok dersler olabilir; tıpkı onların, İslâmı yaşayan Müslümanlardan iman, ahlâk, fazilet gibi konularda alacakları nice dersler olduğu gibi.

Konuya ibretli bir misâl olması bakamından, bir arkadaşımızın şu enteresan hatırasını nakletmek isterim:

Söz konusu arkadaşımız ihtisas için Amerika’ya gitmiştir. Çalıştığı salonun ayrı bir köşesinde, bir Amerikalı önündeki kitabı dikkatle incelemekte, ara sıra da kahvesini yudumlamaktadır. Odaya yeni gelen kişinin kim olduğuyla ilgilenmez bile. Bizimki fazla dayanamaz ve Amerikalının yanına giderek kendini tanıtır. Birkaç kelam ettikten sonra, biraz konuşmak ve İngilizce’sini de ilerletmek niyetiyle, kendisine şu soruyu sorar:

- Kissinger’in çalışmalarını nasıl buluyorsunuz?

O yıllarda ABD dışişleri bakanı Kissinger’dir ve bütün Orta Doğu bu ismi ezberlemiştir. Kendisine bir de lakap takılmıştır: “Barış Güvercini”. Arap ülkeleriyle İsrail arasında durmadan mekik dokuyan, yer yer Türkiye’ye de gelen bu adamı artık bilmeyenimiz yoktur. Amerikalı bilim adamının bu soruya verdiği cevap arkadaşımızı hayli şaşırtır:

- Kissinger kim?

İşte Amerikanın bugünkü muhteşem seviyeyi yakalamasının altında yatan sırrı, burada aramak gerek. Herkes kendi işini en iyi şekilde yapmaya çalışır ve onun dışındaki hâdiselerle gereksiz yere vakit kaybetmez.

Batı insanının sadece şu kısa dünya hayatı için gösterdiği bu hassasiyetten ders alarak, biz de hem dünyamız hem de ahiretimiz için gereken her türlü çabayı göstermeli, ömür sermayemizi israftan azami ölçüde kaçındırmalıyız.

Boş sözleri ve faydasız işleri hiç olmazsa, asgariye indirmeliyiz.

2. Musikî hususunda umumî ölçümüz şu ifadeler olmalıdır:

“Şeriatça bazı savtlar (dinî bakımdan bazı sesler) helâl, bazılar ıharam kılınmıştır. Evet, ulvî hüzünleri, Rabbanî aşkları iras eden (hatırlatan) sesler helâldir. Yetimane hüzünleri, nefsanî şehevâtı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.” (İşaratü’l-İ’câz, s. 78; Sözler, s. 382, 687-688)

Musikîde iki ses kullanılır: insan sesi ve âlet sesi. Bir eser icra edilirken ya tek başına insan sesi veya müzik âletleri kullanılır; çok kere de her ikisinden birden istifade edilir. Her üç halde de insanın hoşuna giden, onun zevk duyduğu ve tesirinde kaldığı ölçülü, belli bir makamda ses çıkarılır. Bu sesler mahiyetine, mevzuuna ve tesirine göre değerlendirilir. Ya insanın ruhuna tesir eder, onda ulvî, dinî, hamâsî hislerin canlanmasına sebep olur; ya da dinlediği bir musikî parçası, nefsine ve süflî hislere hitap ederek yüce hislerin körelmesine sebebiyet verir. Yukarıdaki ifadelerde de açıkça görüldüğü gibi, meşru olan, dinlenilmesinde bir mahzur bulunmayan ses, insana ulvî hüzünleri, yani dünyanın fâniliğini, ölümün her an gelebileceğini, insanın bir gün gelip toprak olacağını, Allah korkusunu hatırlatmalı veya ilâhî aşkı, Allah sevgisini, dünya üzerinde Cenab-ı Hakk'ın güzel sanat eserlerindeki yüce isimlerinin ve sıfatlarının tecellîlerini hatıra getirmeli. Bu hisleri tahrik eden her türlü sesi dinlemek helâl ve caizdir. Fakat yetimane hüzünleri; insana ümitsizlik veren, sevdiği kimselerden ve nimetlerden ayrılmanın ıztırabını hatırlatan, insanı bedbinliğe, karamsarlığa iten; insanın şehevanî hislerine hitap eden, dinlediği zaman nefsin hoşuna giden sesler ise haramdır, dinlemek caiz değildir.

Bu iki sınıfa girmeyen birtakım sesler de vardır ki, insandan insana değişir. Meselâ aynı musikî parçasını dinleyen iki kişiden birisi nefsânî bir his duyarken, diğeri ondan daha ulvî bir mânâ çıkarmaktadır. Meselâ “İncecikten bir kar yağar, tozar elif elif diye / Deli gönül abdal olmuş, gezer elif elif diye.” parçasını bir musikî eşliğinde dinleyen iki kişiden birisi “elif”ten Allah’ı hatırlayıp ilâhî aşkı düşünürken, öbürü zahirî mânâsına bakarak “elif”ten bir kadını hatırlar, mecâzî bir aşk düşünür.

Bir başka misâl: Yunus’un,

Aşkın aldı benden beni,
Bana seni gerek seni.
Ben yanarım dünü gün,
Bana seni gerek seni."

"Aşkın şarâbından içem,
Mecnûn olup dağa düşem,
Sensin dünü gün endîşem,
Bana seni gerek seni.”

şiiri bugün hem ilâhî olarak, hem de türkü olarak söylenmektedir. Şimdi biri burada geçen “aşk”tan ilâhî aşkı düşünürken, diğeri zâhirî mânâsına bakarak mecâzî bir aşkı hatırlar.

İmam Gazalî Hazretleri ise musikîyi, haram, mekruh ve mubah olhmak üzere üç ana başlık altında inceleyerek şöyle der:

"Dünya arzusu ve şehvet hisleri ile dolup taşan kimseler için yalnızca bu duyguları tahrik eden sesler haramdır.

Vakitlerinin çoğunu buna veren, meşguliyeti âdet haline getiren kimse için mekruhtur.

Allah sevgisi ile dolup taşan, duyduğu güzel ses kendisinde yalnızca güzel sıfatları tahrik eden kimse için müstehaptır."

İmam Gazalî daha sonra, musikîyi haram kılan şeyin kendisi değil, sonradan ârız olan bazı sebepler olduğunu ifade eder, bunu da şöyle tasnif eder:

"Şarkı söyleyen kadın olur, dinleyen de kadın sesinin şehvetini tahrik edeceğinden korkarsa dinlemek haramdır. Burada haram hükmü müzikten değil, kadının sesinden gelmektedir."

"Şarkı ve türkünün güftesi bozuk, İslâm inancına ve ahlâkına aykırı ise, bunu müzikli veya müziksiz söylemek ve dinlemek haramdır. Gençliği icabı şehevî duyguların mahkûmu olan bir kimse aşırı derecede müziğe düşer, vaktinin çoğunu bu yolda geçirirse sefih olur." (İhyâ, II/279-281)

(Mehmed Paksu, Helal – Haram)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun