Peygamberlerin gönderilmesinin sebepleri nelerdir? Fetret ehlinin durumu nedir?

Tarih: 01.07.2010 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Bazı filozoflar ve sapık mezhebler: “İnsanların doğru yolu bulması için akıl kâfidir, peygamber gönderilmesine ihtiyaç ve lüzum yoktur” diyerek, Peygamberlik müessesesini inkâr yoluna gitmişlerdir. Bu fikrin tesirinde kalarak İslâm âleminde de Ebü’l-Hüseyin Ravendi ve Ebû Bekir er-Râzî gibi bazı şahıslar, peygamberliği reddetme gibi bir ilhad (dinsizlik) cereyanının öncülüğünü yapmışlardır.

Peygamberliği inkâr edenlerin dayandıkları delil, bütünüyle çürük ve temelsizdir.

İnsanlar, akıllarıyla Allah’ın varlığını ve birliğini anlayabilseler bile, O’na mahsus isim ve sıfatları kavrayamazlar, ne şekilde ibadet edeceklerini bilemezler. Âhiret işlerini, âhiretteki sorumluluğu idrak edemezler. Bütün bu konuları Allah’ın kendilerine bildirip öğretmesine muhtaçtırlar.

İşte Allah, insanların bu ihtiyaçlarını karşılamak üzere peygamberler göndermiştir. İnsanlık “hiçbir şeyi bilmez” durumda iken; her şeyi, her san’atı ve her hüneri peygamberlerden öğrenmişlerdir. Dünya ve âhirette mutlu olmanın ve huzurlu yaşamanın yollarını, birbirleriyle hoş geçinmenin düsturlarını, ahlâk ve görgü kurallarını insanlara öğreten, yine peygamberler olmuştur.

İmam-ı Gazali bu hususta şöyle der:

İnsan aklı, öldürücü zehirle faydalı ilaçlan birbirinden ayırmaya yetmediği ve mutlaka bir doktora veya eczacıya ihtiyaç duyduğu gibi, dünya ve âhirette kendisini kurtuluşa erdirecek inanç ve amelleri de kendi başına bilip bulamaz. Kendisini felâkete ve şekavete düşürecek işlerden, saadete ulaştıracak işleri açık olarak ayıramaz. Mutlaka bir mürşide ihtiyaç vardır. O mürşid de peygamberlerdir.” (Gazali, İhya ter., I, 291.)

Bediüzzaman da bu sırra işareten:

“Karıncayı emirsiz, arıyı ya’supsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette beşeri nebisiz bırakmaz,” (Sözler, 792) demiştir.

Gerçekten de şu kâinatta, bilhassa canlılar âleminde hiçbir şey; gayesiz, vazifesiz, sistemsiz, hattâ rehbersiz bırakılmamıştır. Bunu parça parça ve bütün halinde görmek mümkündür. Ne arılar beysizdir, ne de karıncalar melikesiz.

Diğer bütün canlılarda rehberlik hiçbir şekilde ihmal edilmediğine göre, din ve fennin beraberce üstünlük ve yüceliğini kabul ettiği insanlar acaba, yaratılıştan bu yana asli rehberler olan nebilerden ve resullerden ve onların hidayetlerinden ayrı kalmış olabilir mi? Yani insanlık âlemini, peygambersiz ve kitapsız düşünmek mümkün müdür?” (a.g.e.)

Elbetteki hayır...

Bu kısa girişten sonra, peygamberlere olan lüzumu başlıca şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Toplumda Düzen ve Adaletin Sağlanması:

Toplumda düzen ve asayişin sağlanması, fertlerde huzur ve mutluluğun te’mini, zulüm ve haksızlıkların önlenmesi, Peygamberlik müessesesinin varlığına bağlıdır. Bu husus, İşâratü’l-İ’câz’da, şu şekilde izah edilmektedir:

“İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acîp ve lâtif bir mizaç ile yaratılmıştır. O mizaç yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Meselâ: İnsan, en müntehab şeyleri ister en güzel şeylere meyleder; zinetli şeyleri arzu eder; insaniyete lâyık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.

Şu meyillerin iktizası üzerine, yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini istediği gibi güzel bir şekilde tedarikinde çok san’atlara ihtiyacı vardır, O san’atlara vukufu olmadığından, ebna-yı cinsiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur ki; her birisi, semere-i sa’yiyle arkadaşına mübadele suretiyle, yardımda bulunsun; ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler.

Fakat insandaki kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye, kuvve-i akliyye Sâni’ tarafından tahdid edilmediğinden ve insanın cüz’-i ihtiyarîsiyle terakkisini te’min etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelâtta zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-i insaniyye, çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lâkin her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, külli bir akla ihtiyaç vardır ki; ferdler, o külli akıldan istifade etsinler. Öyle külli bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır.

Sonra, o şeriatın te’sirini, icrasını, tatbikini te’min edecek bir merci, bir sahib lâzımdır. O merci ve o sahib de, ancak Peygamberdir. Peygamber olan zatın da, zahiren ve bâtınen halka olan hâkimiyetini devam ettirmek için, maddî ve manevî bir ulviyete ve bir imtiyaza ihtiyacı olduğu gibi, Halik ile olan derece-i münasebet ve alakasını göstermek için de, bir delile ihtiyacı vardır. Böyle bir delil de ancak mu’cizelerdir.” (İşâratü’l-İ’câz, 92-93)

2. İnsana Yaratılış Gayesinin Öğretilmesi ve Dinî Hükümlerin Bildirilmesi:

Kur’ân-ı Kerîm’de ifade edildiğine göre, insanların yaratılıp bu dünyaya gönderilmesinin gaye ve hikmeti; kâinatın yaratıcısını tanıması ve O’na iman edip ibadet etmesidir. (ez-Zâriyat, 56;  ayrıca bk:  Âyetü’l-Kübrâ, 8)

Akıl, insanın bu yaratılış gayesini tek başına kavramaktan acizdir. Bazı Kelâm âlimlerinin iddia ettiği gibi, insanın aklıyla Cenâb-ı Hakk’ın varlığını anlayabileceğini kabul etsek bile, ona nasıl ibadet yapacağını, rızasını nasıl kazanabileceğini, akıl yalnız başına idrak edemez. İşte peygamberlere bu cihetle büyük ihtiyaç vardır.

Cenâb-ı Hak, insanlar arasından seçtiği bu mümtaz kullarına bütün emir ve yasaklarını bildirmiştir. Onlar da, Cenâb-ı Hak’tan vahiy yoluyla aldıkları bu hükümleri, önce herkesten ziyade kendileri yerine getirmişler; sonra da diğer insanlara duyurmuşlar, kâinatın yaratıcısını onlara tanıtmışlardır. (Geniş bilgi için bk: Sözler, 56)

3. İnsanların Allah’a İtiraz Yollarının Kapatılması:

Kur’ân-ı Kerim’de her kavme ve millete, mutlaka onları rahmetle müjdeleyici ve azabla korkutucu bir Peygamber gönderildiği belirtilmektedir.

Her ümmete bu şekilde Peygamber gönderilmesinin bir hikmeti de, yine Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:

 “Cennetle müjdeleyici ve cehennem azabıyla korkutucu olarak, bir kısım peygamberler gönderdik ki, bu peygamberlerin gelişinden sonra, insanların (yarın) kıyamette ‘bizi imana çağıran olmadı’ diye Allah’a bir hüccet ve özürleri olmasın. Allah aziz ve hakimdir (Boş ve faydasız işten münezzeh ve uzaktır)” (en-Nisâ, 165)

Diğer bir âyet de şu mealdedir: 

“(Ey Resulüm! Eğer Kureyş kavmine) yaptıkları inkâr ve isyan yüzünden (kıyamet günü) başlarına bir azab geldiği zaman ‘Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber göndereydin de âyetlerine uyan mü’minlerden olsaydık ya’ diyecek olmasalardı, seni peygamber olarak göndermezdik. (Biz ancak onların bu bahanesini kesmek için seni gönderdik)” (el-Kasas, 47)

Bu âyet-i kerîmelerden peygamberlik müessesesinin mühim bir varlık sebebi anlaşılmaktadır. Ayrıca, kendisine peygamber gönderilmeyen kavimlerin veya peygamberlerin varlığından haberdâr olmayan kişilerin -ki bunlara fetret ehli denir- mes’uliyetten kurtulacakları da ortaya çıkmaktadır. Nitekim, şu âyet-i kerîme, bu hususu daha da açıkça ifade etmektedir: 

“Biz hiç bir ümmete, kendilerine peygamber göndermedikçe azab etmeyiz.” (el-İsrâ,  15)

Müfessir Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’an adlı eserinde, bu âyeti: “Ce-nâb-ı Hak peygamber lisaniyle kendi varlığına ve birliğine delil getirmedikçe azab etmez” mânâsında izah etmiştir. (Tecrid terc., IV/539) Ehl-i sünnet âlimlerinin büyük çoğunluğu da, bu âyete dayanarak bir peygamberin daveti kendine vâsıl olmadan vefat eden kimsenin azabtan kurtulacağında ittifak etmişlerdir. (a.g.e., IV/540)

Ehl-i Fetretin Durumu:

İslâm Âlimleri, Fetret Zamanı deyince, daha ziyade, Hz. İsa (A.S.) ile Resûl-i Ekrem (S.A.V.) arasında geçen zamanı kastederler. Bu altı yüz küsur sene zarfında yaşamış olanlara “Ehl-i Fetret” denir.

Hz. İsa’dan kısa bir müddet sonra, Hristiyanlığın aslı değiştirilmiş, Tevhid dini olmaktan çıkarılmış ve Hak Dinin nuruna perde çekilmiştir. Bundan sonra, Resûlüllah Efendimiz gelinceye kadar geçen altı asırlık zaman içinde, başta Arap yarımadası olmak üzere, dünyanın pek çok yeri Peygamberden ve Hak Dinden habersiz kalmıştır. Bu devrede gelip geçenlerin mes’uliyet durumu ne olacaktır?

İmam-ı Matüridî ve bazı ehl-i sünnet âlimlerine göre, ehl-i fetret, Allah’ın varlığını ve birliğini anlamaktan sorumludur. Zira insan aklı, yalnız başına, kâinata bakarak Allah’ı bilebilme kabiliyetindedir. Fakat Allah’a imanın dışındaki diğer dinî emirlerden sorumlu değildir. Âhirette de ehl-i necattır, yani Cehennem azabından kurtulur.

İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş’arî ise, -yukarıda mealini verdiğimiz âyet-i kerimeye dayanarak- peygamberin davetinden habersiz fetret devri insanlarının, Allah’ı bulmakla da mükellef olmadıklarını; hattâ küfre de girseler, iman dairesinden uzakta bile kalsalar, ehl-i necat olacaklarını söyler. (*) Bunlara göre, “ilâhi teklif, ancak irsal ile, yani peygamber göndermekle olur. Ve irsal dahi, ıttıla ile, yani peygamberin geldiğini anlama suretiyle gerçekleşir. Ferd, Peygamberin davasını duyduğu andan itibaren teklif altına girer. Madem gaflet ve zamanın geçmesi, geçmiş peygamberlerin dinlerini setretmiş, onlar o fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azab görmez. Çünkü Hak Din gizli kaldığından hüccet olamaz.” (Bk: Mektûbat, 397. Tafsilât için ayrıca bk: Sadrettin Yüksel, Dini ve ilmi incelemeler. 140-146.)

 (*) İki imamın nokta-i nazarını te’lif edenler de vardır: Bir kimse hiçbir peygamber görmemiş ve fakat inkâr mesleğine de girmemiş ve puta tapınmamışsa ehl-i necattır. Zira insanlar arasında öyleleri vardır ki, hiçbir terkip ve tahlil kabiliyetine sahip olmadığı gibi, eşya ve hâdiselerin seyrinden bir mânâ çıkarması da mümkün değildir. Binaenaleyh böyle biri, evvelâ irşad edilir, ondan sonra davranışlarına göre ceza veya mükâfat verilir. Amma bir insan küfrü meslek ittihaz ederek onun felsefesini yapıyor ve müktesebatıyla Allah’a karşı ilân-ı harp ediyorsa o dünyanın en ücra yerinde dahi olsa, inkâr ve ilhadının cezasını görecektir 

Fetret zamanında kendilerine Peygamber gelmeden ölen veya Peygamberin geldiğinden haberdar olamadan vefat eden kimselerin necat ehli olduğuna dair, yukarıda mealini verdiğimiz âyetten başka ayrıca birçok âyet ve hadîsler de bulunmaktadır. (Bu âyet ve hadîsler için bk: Tecrid ter., IV, 540-543)

Peygamber Efendimizin ana-baba ve dedelerinin ehl-i cennet ve ehl-i necat olduğuna en kuvvetli delil olarak bu husus ileri sürülmektedir. Zira onlar Resûlüllah’ın nübüvvetinden evvel, fetret zamanında vefat etmişlerdir. (Bu hususta tafsilatlı bilgi için bk:  Mektûbat, 397-398; Tecrid ter.)

Burada akla şöyle bir soru gelebilir. Peygamberin ismini ve vazifesini işiten, ancak bundan menfî şekilde haberdar edilen, hiçbir müsbet şey duymayan kimselerin durumu ne olacaktır?

Bu suale cevap olarak İmam-ı Gazali Hazretlerinin aşağıdaki tasnifine bir göz atalım. Bu tasnifinde İmam-ı Gazali Hazretleri, kendi zamanında yaşayan Hristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:

“İnancıma göre, inşaallah Allahü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hristiyan ve Türklerin pek çoğunu da rahmet-i İlâhiye şümulüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâmın daveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:

a. Hazret-i Muhammed’in (S.A.V.) ismini hiç duymamış olanlar,

b. Hz. Peygamberin ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu’cizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kâfir ve mülhidlerdir.

c. Bu iki derece arasında bulunan gruptur. Hz. Peygamberin ismini duymuşlarsa  da vasıf ve  hususiyetlerini  duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamberi tâ küçüklüklerinden beri “İsmi Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur” şeklinde tanımışlardır. Kendilerine Resûlüllah bu şekilde tanıtılmıştır. Tıpkı bizim  çocuklarımızın  “Adı el-Mukaffa’ olan yalancının biri Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur” sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamberin ismini, sahip bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez.”

Çağımızda gerek Hristiyan âleminde ve gerekse demir perde ülkelerinde İmam-ı Gazali Hazretlerinin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara rastlamak mümkündü, belki bugün bile bu hüküm geçerlidir. Hristiyan âleminde ücra bir köşede içtimai hayattan uzak ve Din-i Hakkı bulma imkânından mahrum birçok insanlar bulunduğu gibi, demir perde gerisinde esaret kamplarında hür dünyanın varlığından bile habersiz nice maznunlar vardı. Bunların içinde bulundukları hayat şartları ve imkânları ile Din-i Hak olan İslâm dinini bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti her şeyi ihata eden Allahü Azimüşşân’ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütenasip olacaktır.

Şurası da herkesin malûmudur ki, bir rejimin perdesi arkasında ulûhiyeti inkâr maksadiyle mutlak inanca, hususan İslam dinine karşı dessasâne faaliyet gösteren ifsat komitelerinin mes’uliyetleri, gafil ve mazlumlarla elbette bir olamaz. (Mehmet Kırkıncı, Kader Nedir?, 71-72)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun