Her kıtaya peygamber gönderilmiş midir? Neden peygamberlerin çoğu Arap yarımadasına gelmiştir de başka bir kıtaya gelmemiştir? O zamanlar diğer kıtalarda insanlar yaşamıyor muydu?

Tarih: 02.02.2007 - 12:32 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Nebi, “Allah Teala’dan aldığı vahyi halka tebliğ için gönderilen insandır.” Resul ise, “Hükümlerini tebliğ için Allah Teala tarafından halka gönderilen insandır.” Genellikle resullerin yeni bir şeriat ve yeni bir ilahi kitap getirdikleri, nebilere ise zamanlarında geçerli olan şeriatın çerçevesi içinde Allah Teala’dan vahiy aldıkları kabul edilir. (bk. Et-Teftazani, Şerhu’l-Makasıd, İst. 1305. II, 173; S. Şerif Cürcani, et-Tarifat, Kahire, 1938, s. 98, 214; er-Ragib, el-Müfredat, Kahire, 1961, s. 53, 195, 482)

Kur’an-ı Kerim’de, peygamberlik kavramı ile ilgili nübüvvet, bi’set, risalet ve irsal; peygamber de nebi, meb’us, resul, mürsel (çoğulları enbiya, meb’usûn, rusul, murselun) terimleri kullanılmıştır. Peygamberliğe sefaret, peygambere sefir (çoğulu: sufera) dendiği de olur. Peygamber kelimesi peygam, peyam (=haber) ve ber (=getiren) kelimelerinden oluşmuş birleşik bir isim sıfat veya isim olup Farsça’dır. Türkçe’si yalvaçtır.

Nebi ve peygamber haber getiren; resul, mürsel ve mebus ise elçi anlamına gelir. Şu halde peygamber Allah tarafından gönderilen elçi ve haberci demektir. Görevleri Allah Teala’dan aldıkları bilgileri, haberleri, emir ve yasakları (hükümleri) insanlara tebliğ etmekten ibarettir.

“Resulün görevi tebliğden ibarettir.” (Maide, 5/92, 99)

Bu tebliğin her türlü tereddüdü ortadan kaldıran apaçık bir durum da olması (Belağ-ı Mübin, Nahl, 16:35,82) lazımdır. Ancak peygamber herhangi bir haberci, alelade bir elçi değildir, hele bir postacı hiç değildir. Peygamberlerin, Allah’tan aldıkları vahyi halka anlatımcı ve açıklama görevleri de vardır. Nitekim Kur’an’da:

“Size açıklamalar yapan Resulümüz gelmiştir.” (Maide, 5/15, 19, 89)

buyrulmuştur. Aslında Kur’an’ın kendisi de bir açıklamadır. (Tibyan, Beyyine, Beyan, bak. Nahl, 16:89, En’am, 6:157, Al-i İmran, 3:138) Peygamberin yaptığı açıklama, kutsal metni ve ilahi açıklamayı çeşitli kişi ve zümrelere anlayabilecekleri bir dille ve daha ayrıntılı bir şekilde anlatmayı esas alan bir beyandır.

Peygamberin en önemli görevlerinden biri de insanları hakka davet ve bu uğurda mücadele etmektir.

“Allah’ın yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et.” (Nahl, 16/125; Hac, 22/167; Kasas, 28/87; Şura, 42/15)

Daha evvelki peygamberler gibi Muhammed (a.s.m.) da halkı Allah Teala’nın yoluna davet etmiş ve bu uğurda çeşitli sıkıntılara ve baskılara maruz kalmış, türlü türlü zorluklarla karşılaşmıştır. Şu halde Kur’an’ı açıklama ve bu yolda çetin bir mücadele yürütme de tebliğin bir parçasıdır.

Bir anlamda Kur’an (vahiy) ile peygamberin görevi, amacı ve işleri birebir aynıdır. Vahyi peygambersiz, peygamberi vahiysiz düşünmek mümkün değildir. Vahyi peygamberden ayırma ve soyutlama gayretleri abestir. Vahiy nebinin kişiliğiyle bütünleşmiştir.

Yüce Allah Kur’an’a Mübîn, Nur, Hidayet (Huda), Rahmet, Meriza, Şifa, Mübarek, Hikmet, Hakîm, Sırat-ı Müstakim, Nezir, Beşir, Basiret, Beyan, Hak, Hâdi, Tezkire, Zikir, Münadi, Aziz, Belağ gibi isimler ve sıfatlar vermiştir. (bk. İtkan, Kahire, 1951, I/50) Yani Kur’an bir açıklama, bir bildiri, bir duyuru, bir ışık, bir kılavuz, bir rahmet, bir öğüt, bir şifa, bir mübarek çağrı, bir hikmet, bir dosdoğru yol, bir uyarı, bir müjde, bir ufuk açan görüş, bir doğru, bir gerçek, bir hatırlatma, bir çağrı, bir aziz davettir. Burada sıralanan kavramlar, nitelemeler ve isimler aynen Muhammed (a.s.m.) hakkında da bahis konusudur. Yani Hz. Peygamber de bir Mübin (açıklayıcı), bir ışık, bir rehber, bir uyarıcı, bir müjdeleyici, bir rahmet.... ilh’dir. Muhammed (a.s.m.) ve Onun mübarek hal, hareket ve sözlerini Kur’an’dan soyutlamak mümkün olmadığından ulema Kur’an’a “Vahy-i Metluvv”, hadislere ve sünnete de “Vahy-i Gayr-i Metluvv” adını vermiş, Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) hal, hareket ve sözlerini bir tür vahiy saymış,

“O, havadan konuşmaz, söyledikleri kendisine vahyolunandan ibarettir.” (Necm, 53/4)

mealindeki ayetle de bu görüşünü desteklemiştir. Elbette ki Hz. Peygamber (asm), bir beşerdir, bizim gibi bir insandır. O, insanüstü bir varlık da değildir. Bundan dolayı dünya işleriyle ilgili hal, hareket ve sözleri vahiy değildir, yemek yemesi, su içmesi, uyuması, elbise giymesi, gezmesi ve evlenmesi gibi dünyevi davranışları bizim için önemlidir, ama bağlayıcı yanı yoktur. Hz. Peygamber (a.s.m.):

“Ben de sizin gibi bir insanım, sizin gibi ben de bazı şeyleri unuturum, unuttuğum bir şey olursa bana hatırlatınız.” (Buhari, Salat, 31; Müslim, Mesacid, 90)

buyurmuştur. Bununla beraber Onun beşer tarafı da önemli ve saygıdeğerdir.

Hz. Peygamber (a.s.m.) hâdidir, mürşiddir, rehberdir, yolu bilen ve yol gösterendir. Gerçek anlamda ve en yüksek seviyede hâdi, yani hidayete erdiren ve yol gösteren Hak Teala’dır, ama peygamberler de birer önemli hidayet vasıtalarıdırlar. Nitekim:

“Her kavmin bir hidayetçisi vardır.” (Rad, 13/7) buyrulmuştur.

“İman eden zat dedi ki: Ey kavmim, bana uyun, sizi doğru yola ileteyim." (Gafir, 40/29)

Peygamberler hem Allah Teala’dan aldığı vahyi tebliğ ederek, hem de hal, hareket ve davranışlarıyla örnek olarak ve beyanlarda bulunarak insanlara doğru yolu gösterir, onları Hakkın yoluna iletirler. Kur’an’da sebilullah ve sırat-ı müstakim gibi isimler verilen bu yol Allah’a, yaratılandan Yaratan’a ve kuldan Mevlasına giden manevi bir yoldur. Bir kulluk, ibadet ve ahlak yoludur. Bir kurtuluş yolu olduğu kadar da kemale erme ve faziletle donanma yoludur. Daha önemlisi bu yol ahiret yoludur, Hakka dönme ve Ona erme yoludur, ebedi mutluluk yoludur. İşte bu yolu en iyi bilen peygamberler ve onların gerçek varisleri ve ehliyetli temsilcilerdir. Bunlara da bu yolu Hak Teala öğretmiştir.

Bahis konusu edilen yol bir yerden diğer bir yere giden maddi bir yol olmadığı gibi dünyevi işlerle ilgili olarak tutulan bir yol (meslek) de değildir. Hz. Peygamber (asm)’in, hicret esnasında Mekke’den Medine’ye gelirken, kendisini takip eden Kureyş müşriklerine yakalanmadan sağ salim Medine’ye ulaşmak için bu yolu iyi bilen bir rehbere ihtiyacı vardı. Onun için Abdullah b. Erkat isminde yol bilen bir kişiyi delil (kılavuz) edinmişti. (İbn Hişam, es-Sirl, Kahire, 1963, I, 337) Üstelik bu zat o zaman Müslüman da değildi. Görülüyor ki İlahi, uhrevi ve manevi alanda bütün cihan halkına yol gösteren Muhammed (a.s.m.)’a, maddi ve dünyevi bir konuda bir putperest kılavuzluk yapmakta ve yol göstermektedir. İşte dünyevi-uhrevi ayrımı yapmanın temeli budur.

Yüce Allah, vahye mazhar kıldığı Resul-i Ekrem’e:

“İş konusunda onlara danış.” (Al-i İmran, 3:159),

yani dünyevi işlerde onlarla istişare et, çevrendekilerin görüş ve deneyimlerinden yararlan, onlarla fikir alışverişinde bulun, karar alırken onların bilgilerinden faydalan, diyor. Buna uyan Hz. Peygamber (asm) devlet ve toplumla ilgili işlerde sahabesiyle müşaverelerde bulunurdu.

Akıl ve Vahiy

Allah Teala, insana akıl ve fikir vererek Onun yaratıkları arasında seçkin ve ayrıcalıklı bir konumda bulunmasını temin etmiştir. İnsan hayrı şerden, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan, güzeli çirkinden, hakkı batıldan ayırt eder. Aklın tanımlarından biri: “İyiyi kötüden ayırt eden bir meleke”, diğeri: “İnsanı öbür canlılardan ayırt eden ve teorik bilgileri edinmeye elverişli bir durumda olmasını sağlayan özellik.” şeklindedir. Aklı: “Doğuştan insan zihninde var olan zorunlu bilgiler” şeklinde tanımlayanlar da vardır. (bk. Gazali, İhya, Kahire, 1938, I/90) Burada şu soruyu sormak öteden beri âdet olmuştur:

Madem ki ulu Allah insana hayrı, faydalıyı ve hakkı şerden, zararlıdan ve batıldan ayırt etmeye yarayan bir akıl vermiştir, peygamber göndermeye ve kitap indirmeye ne lüzum vardır? İnsanlar akıllarıyla dünyada hayatlarını düzenleyip mutlu bir şekilde ve huzurlu olarak yaşayamazlar mı?

Ateistler, deistler ve vahye dayalı olmayan Brahmanizm ve Hinduizm gibi beşeri dinler, dünyada mutlu bir hayat yaşamak için insana aklın yeterli olduğunu savuna gelmişlerdir. İslam alimleri ise, çok önemli bir bilgi edinme aracı olmakla beraber aklın yeterli olmadığını, vahiy ile desteklenmesi ve tamamlanması gerektiğini ispat etmeye çalışmışlar, bu maksatla bu konuda çeşitli deliller ileri sürmüşlerdir. Bunlardan bazıları kısaca şöyledir:

Vahiy gelmemiş olsaydı bile dinde emredilen şeylerin güzel, yasaklanan şeylerin çirkin ve kötü olduğunu akıl bilebilirdi ama bunların tümünü bilemezdi. Mesela Allah Teala’yı bilirdi, fakat Onun sıfat, fiil ve isimlerini tam olarak bilemez, bu konuda herkes aklına göre farklı bir şey söyler, doğru ve gerçek olan bilinmezdi. İnsan Allah Teala’nın varlığını akılla bulur; ama Ona ibadet edip etmeyeceğini, ibadet edecekse hangi şekilde ibadet edeceğini kestiremez, herkes kendi aklına göre değişik bir ibadet şekli ortaya koyar, bu da çekişmelere ve karışıklıklara yol açardı. (bk. F. Razi, el Muhassal, Kahire, 1323. s. 156.) Razi, peygamber göndermenin vahiy ile bildirilmemiş olsaydı, insanlar ölümden sonra yeni bir hayatın bulunduğunu tam ve kesin bir şekilde akılla bilemezlerdi. Nelerin ahirette ecir ve sevap almaya, nelerin ceza görmeye ve azab çekmeye vesile olduğunu akıl ve fikirle kavrayamazlardı. Özellikle Allah ve ahiret konularında akıl yetersizdir. Vahiyle aklın aydınlanması şarttır. Gazali’nin de dediği gibi akıl temel, vahiy bu temel üzerine inşa edilen bina gibidir. Akıl göz, vahiy ışıktır. Ya da akıl lamba, vahiy onun yağıdır. Hak Teala “Nur üstüne nur” (Nur, 24/35) derken akıl ve vahiy nurlarına işaret ediyor. Akıl insanın içindeki şeriat, şeriat ise insanın dışındaki akıldır. Kur’an’da (bk. Rum, 30/30) akla din ismi verilmiştir. Fıtrat sağlam bir dindir. (bk. Gazali, Mearicu’l-Kuds, Kahire, 46) Akılla aydınlanmayan bir din hurafelere boğulur, taassup ve batıl inançlara saplanır. Vahiy ile desteklenmeyen akıl ise sapıtır, azgınlaşır, kudurur, sefahet ve ahlaksızlık bataklığına yuvarlanır, tanrılık iddia eder. Şu halde akli ve fikri hayatın vahiyle desteklenmesi bir zorunluluktur. Her toplum için dinin zorunlu olmasının sebebi budur. Cehenneme atılacak olanlar diyecekler ki:

“Eğer vahye kulak verseydik veya aklımızı kullansaydık, cehennemlik olmayacaktık.” (Mülk, 67/10)

Vahiy de, akıl da rehberdir. Kısacası akıl-vahiy ilişkisi şöyle ifade edilir:

a) Aklı aşan ve akılla bilinemeyen ibadet ve ahiret konularında vahiy insana sağlıklı ve güvenilir bilgiler verir, ebedi mutluluğa giden yolu gösterir.

b) Akılla bilinen ziraat, sanat, ticaret, iktisat, siyaset, hukuk ve ahlak konularında, vahiy akla yardımcı olur, onu destekler ve tamamlar.

c) Sırf akılla bilinebilen aritmetik, geometri, fizik, kimya, mantık, astronomi, tıp gibi akli ve tecrübi ilimleri vahiy tavsiye ve teşvik eder. Daha önemlisi bu ilimlerin insanlığa zararlı olacak şekilde kullanılmasını önler.

Bu üç alan nübüvvet bakımından önemlidir. Birinci alanda akıl vahye tabidir. İkinci alanda geniş ölçüde akıl hür ve serbest, üçüncü alanda ise tamamıyla hür ve serbesttir. Bu hiyerarşinin korunması halinde, ne kadar hür ve serbest olursa olsun akıldan ve onun ürünü olan ilimlerden fertlere ve topluma zarar gelmez.

Her topluma bir peygamber gönderilmiş midir?

Vahiy-akıl ilişkisi ister istemez bütün kavimlere ve toplumlara peygamber gönderilmesi gereğini düşündürür. Çünkü eğer vahiy ve peygamber toplum için çok faydalı ve hayati öneme sahip bir husus ise, Hekim-i Müteal dediğimiz Hak Teala’nın hiçbir kavmi ve toplumu bundan mahrum bırakmaması, vahiy ve peygamber göndermeyi sadece İbranilere ve Araplara tahsis etmemesi gerekir. Eğer bir kavme ve bir topluma peygamber gönderilmiş, diğer birine gönderilmemişse, sonra bu iki toplumun ahlaki ve dini yaşayışları arasında önemli sayılacak bir fark yoksa, peygamber göndermenin faydalarından bahsetmek anlamlı ve ikna edici olmaz. Mesela Yahudi kavmi ve ırkı ahlak ve karakter bakımından öbürlerinden daha iyi durumda değildir. Üstelik Yahudiler dünyanın her tarafında pis, çıkarcı, yalancı ve sömürücü olarak görülmüşler, aşağılanmışlar, zaman zaman sürgün edilmişler, hatta jenoside uğramışlardır. Antisemitizm (Yahudi düşmanlığı) bu kavmin karakterinden kaynaklanmaktadır. Eğer peygamberler bir kavmi edep, terbiye, ahlak, medeniyet ve insaniyet bakımından daha iyi bir duruma getireceklerse, İbranilerde bu hal gözlenmemektedir. Bu noktada Müslüman alimler iki farklı görüş ileri sürerler:

Yüce Allah her topluma ve her kavme bir resul, bir nebi göndermiştir. Nitekim Kur’an’da:

“Biz her topluma bir resul gönderdik.” (Nahl, 16:36)

“Her kavmin bir rehberi (hâdi) vardır.” (Ra’d, 13:7)

buyrulmuştur. Hak Teala her kavme ve topluma bir nebi ve bir resul göndermiş, belli bir kavmi öbürlerine karşı kayırmamış, bir ayrıcalık tanımamış ve özel bir muamele yapmamıştır. Kur’an’da bahis konusu edilen peygamberlerin çoğunun Yahudi soyundan olmaları, başka toplumlara ve kavimlere peygamber gönderilmediği anlamına gelmez. Nitekim Allah Teala bazı peygamberlerden Kur’an’da bahs ettiğini, diğer bazılarından ise bahs etmediğini bildirir. (bk. Gafir, 40:789; Nisa, 4:163) Kur’an’da bahs edilen peygamber sayısı otuzu bulmaz, halbuki ulema 24.000 veya 124.000 peygamberin gönderilmiş olduğundan bahs eder. Bazen bu sayı 224.000 olarak da verilir. Ama bu rakamlar bir kesinlik ifade etmez.

Bildiğimize göre peygamber ve peygamberlik (prophet, prophercy) sadece semavi dinler dediğimiz Musevilikte, Hristiyanlıkta ve İslam’da var. Bu üç din mensupları da peygamberlerin nitelik, kişilik, görev, ahlaki ve dini durumlarını birbirinden farklı şekilde algılanmıştır. Öbür dünya dinlerinde ise böyle bir peygamberlik kavramı yoktur. Tarih ve bugünkü sosyolojik araştırmalar pek çok toplumun ve kavmin peygamberlik kurumundan habersiz olarak yaşadığını ve yaşamakta olduğunu göstermektedir. Şu halde her kavme ve topluma peygamber gönderilmediği ifade eden ayetleri tahsis etmek, yani bunu belli kavimlere ve toplumlara hasr etmek gerekmektedir. Ya da rehber (hâdi) sözünü vahiy olmasa bile ilham alan veli (evliya), alim, kurtarıcı ve yol gösterici şahsiyet olarak anlamak gerekmektedir. Bu durumda müşkülat kalmaz. Zira her toplumda ve kavimde yol gösterici ve kurtarıcı olarak kabul edilen bilgili, aydın, dürüst, fedakar ve inançlı rehber ve örnek zevat vardır. Bunlar her zaman olmuştur. Şu dönemde de vardır, bundan sonra da var olacaktır. Ama İslam inancına göre bunlar peygamber değildir. Derece itibariyle peygamberliğin altında ama ona yakın konumda bulunan salihler, takva sahipleri, sıddıklar, bilginler, bilgeler ve velilerdir. Her yüzyılın başında gelen ve din yenileyen müceddid de bunlardan biridir.

Vahiy ve ilham yoluyla Hak Teala’dan insanlara bilgi akışı, ilk insandan beri kesintisiz olarak sürmektedir. Bu akışın yeni bir din tesis etme şeklinde olan Hz. Peygamber (asm)’in vefatıyla son bulmuşsa da diğer şekilleri devam etmektedir. Mutlak Hakim olan Allah:

“Peygamber göndermeden bir kavmi cezalandırmam.” (bk. İsra, 17:15; Kasas, 28:59)

buyuruyor. Bu ve benzeri ayetlerden her kavme ve topluma peygamber gönderilmediği, bu sebeple de bu kavimlerin sadece vahiy ile bilinebilen hususlardan sorumlu olmadıkları, ama akılla bilinen hususlardan sorumlu oldukları anlamı çıkarılmaktadır. Buna göre Allah Teala bütün toplumlara eşit muamele etmiş ve adil davranmıştır, sorumluluğu ve cezayı bilgiyle sınırlandırmıştır.

Peygamberlikten bahsederken bunun evrensel boyutunu daima göz önünde bulundurmak gerekir. Hak Teala, alemlerin Rabbidir, adildir, hiçbir kuluna zulmetmez; rahmet ve merhamet sahibidir, herkese ihsanda ve lütufta bulunur, ayrım yapmaz, peygamberlik meselesini bu çerçevede görmek gerekmektedir.

Peygamber göndermenin Allah açısından gerekliliği tartışma konusu olmuştur. Mutezileye göre peygamberin insanlığa faydası çoktur. Onun için peygamber göndermek Allah üzerine vacib (gerekli)dir. Meseleye sosyal hayat ve sosyal düzen açısından bakan İslam filozofları da peygamber göndermenin zorunlu olduğu görüşünü savunmuşlardır. Eşa’ri kelam bilginlerine göre peygamber göndermek ne vacib (gerekli) ne de zorunlu (zaruri)dir, sadece caizdir, yani Allah peygamber gönderse de göndermese de olur. Maturidiler ise bunu İlahi bir lütuf olarak görürler.

Müslüman filozoflar vahyi ve nübüvvet meselesini akıl teorileri çerçevesinde ve kuvve-i kudsiye ile açıklamışlardır. Aristo biri pasif, diğeri aktif iki türlü akıldan bahseder. Pasif (münfail veya hayvani) akıl boş bir levha gibidir, kuvve halinde akıldır. Kendi kendine şekilleri maddeden soyutlayamaz. Aktif (faal) akıl ona şekilleri maddeden soyutlama imkanını verir. Pasif akıl maddi değildir, bedene bağlı olarak vardır ve fanidir. Aktif akıl ise, fiilen makulleri kendisinde bulunduran bedenden önce vardır, bedenden sonra da varlığı devam eder. Aktif akıl pasif aklı etkileyerek bilgi edinmesini sağlar.

Farabi’de akıl kuvve halindeki nefistir veya nefsin bir kuvvetidir. Fiil halindeki akıl ise kuvve halindeki aklın faal hale geçmesidir; müstefad akıl ise formları maddeden soyutlama niteliğine sahip keşf ve ilhama açık yüksek seviyede teorik bir akıldır. Göz ışık sayesinde nesneleri gördüğü gibi insan aklı da faal aklın aydınlatması sayesinde bilgi edinir. İnsanın faal akılla ilişkiye girmesine ittisal denir. Bazı insanlar faal akılla yüksek düzeyde ve güçlü bir şekilde irtibat kurarlar. Bunlar nebiler, veliler ve hakimlerdir. Peygamberin faal akılla ilişki kurmasına vahiy, velilerin ilişki kurmasına ise ilham adı verilir. Farabi faal aklı da Cebrail olarak açıklar. Peygamberlerin faal akılla yüksek seviyede ve güçlü bir şekilde ilişki kurma yeteneğine Farabi kuvve-i kutsiye (kutsal yeti) adını vermektedir.

İslam filozoflarının çoğu vahyi ve peygamberliği bu şekilde açıklar. Bazı mutasavvıflar ve kelam alimleri de az çok bu görüşlerden etkilenmişlerdir. Gazalinin çeşitli eserlerinde filozoflara ait bahis konusu görüşlerin izlerini görmek mümkündür. Gazali peygamberlik konusundan şöyle der:

“Peygamberlik insanlık mertebesinin üstünde bir mertebedir. Hayvanlar insanların mertebesini anlayamadıkları gibi insanlar da peygamberlerin mertebesinin (vahyi) anlayamazlar. Nübüvvetin mahiyetini nebiden başkası bilmez.” (İhya, III/8)

İnsan için insanlık rütbesine sahip olmak Hak vergisidir, kesbi değildir. Peygamber için peygamberlik rütbesi de böyledir. Fakat peygamberler tefekkür ve çile ile vahiy almaya müsait hale gelirler. Nitekim insanlar da insanlığın gereklerini yapa yapa kamil ve faziletli kişiler olurlar.

İnsan, nefs-i natıka (akıl) ile hayvandan temayüz ettiği gibi peygamber de doğru yolu isabetle bulan ve bunu başkalarına gösteren (mehdi-hâdi) bir akılla diğer insanlardan seçkinleşir. Bu akıl, diğer insan akıllarının üstünde bir akıldır. Peygamber fatındır, yani zeki ve basiret sahibidir.

İnsanların davranışları hayvanlara göre mu’cize olduğu gibi, sair insanlara göre de peygamberlerin bazı özel sözleri, fiilleri ve tavırları mu’cizedir.

Peygamber, müfarek akıllara benzeyen bir akılla sair insanlardan seçkinleştiği gibi semavi nefislere benzeyen bir nefis (ruh) ile de insanlardan seçkinleşir. Böyle bir akla ve nefse sahip olduğundan tabiat ve mizaç itibariyle de diğer insanlardan temayüz eder. Nizam-ı alem için peygamber lüzumludur. Peygamber Allah’ın sefiri olmaya hazır, vahiy ile desteklenen ve ruhanilerden yardım gören bir akla sahiptir.

Peygamberlerde güçlü bir muhayyile, ameli nazarî akıl, hads (sezgi) ve özel bir nefs önemlidir. (bk. Gazali, Mearicu’l- Kads, Kahire, s. 107-108 )

Fahreddin Râzi aynı konuda şunları söyler:

"Peygamberlerin özellikleri şunlardır:

a) Güçlü bir düşünme ve akıl yürütme kuvvetine sahiptir, hızla sonuca gider.

b) Kuvvetli bir muhayyilesi vardır, uyanıkken melekleri görür, Allah’ın kelamını işitir, gaybtan haber verir.

c) Nefisleri madde ve cisimler aleminde tasarruf eder, etkili olur."

İnsan bilgi ve davranış bakımından kamil (olgun, ergin) bir durumda bulunabilir. İnsanın nazarî kuvveti (düşünme gücü) o kadar mükemmel olabilir ki şeylerin suret ve mahiyetlerini hatasız olarak ve net bir şekilde görebilirler. Ameli kuvvet (davranışları) o kadar mükemmel olur ki iyi, güzel, doğru ve faydalı işleri kolaylıkla yapabilir ve bu tür işleri yapma onda bir meleke haline gelebilir. İşte peygamberler bu özelliklere sahip insanlardır.

Yukarıda bahis konusu edilen durumlar itibariyle insanlar üç kısımdır:

1. Bazıları doğru bilgi ve isabetli davranış hususunda eksiktir. Halk böyledir.

2. Bazıları söz konusu hususlarda mükemmel bir durumdadırlar; ama başkalarını mükemmel hale getirme imkanına sahip değillerdir, başkalarını tedavi edemezler. Evliya böyledir.

3. Bazıları hem kamildirler, hem de başkalarındaki eksikliği tedaviye ve gidermeye kadirdirler. Nebiler ve resuller böyledir.

Halk, evliya ve peygamberler de kendi aralarında çeşitli tabakalar oluştururlar, birbirinden farklı mertebeler meydana getirirler. Halkın en yüksek derecede olanı evliyanın en aşağı mertebede olanı ile ittisal ve irtibat halindedir. Velilerin en yüksek derecede olanı ile en alt seviyede olan nebi arasında da bir ittisal (contact) vardır. Resul ile melek arasında da böyle bir ilişki ve temas bulunuyor. Alt düzeydeki birinin erişemediği bir bilgiye, bir hakikate ve bir sırra bir üst düzeydeki erişebilir. Bir üst düzeydekinin davranışı, bir alttaki düzeyde bulunandan daha doğru ve daha isabetli olabilir.

Peygamberlerin görevi halkı Hakk'a davet etmek, bu amaca ulaşmayı engelleyecek şekilde Haktan gayri olanla meşgul olmamaları konusunda onları uyarmaktır. Amaçları insanları dünyaya değil, ahirete yönlendirmektir. (bk. F. Razi, el-Metabu’l-Âliyye, VIII/104, 115, Beyrut, 1987; F. Razi , el-Mebahisu’l-Meşrikiyye, II/555, Beyrut, 1990)

Genellikle büyük kelamcıların ve Müslüman filozofların nübüvvet meselesine yaklaşımları rasyonel, psikolojik ve teoriktir, meselenin pratik yönü de vardır, ama o da aklî temele dayanır.

Ünlü Hintli alim Şah Veliyyullah ed-Dihlevî (ö. 1176-1762) meseleyi hem din, hem de toplum ve tarih açısından ele alır. Dihleri önce "mufhemûn" (Anlatılanlar, Hakkın kendilerine anlattığı hakikatleri ve bilgileri anlamış olanlar) adını verdiği bir insan sınıfından bahseder. Ona göre bunlar, çeşitli tabakalardan oluşan toplumun en yüksek tabakasını oluşturur. Bunlar iyi hal sahibidirler, doğru düşünür, iyilik isterler. Bu bakımdan meleklere oldukça yakındırlar. Samimi bir şekilde toplum hayatında iyi, adil, dürüst ve güvenli bir düzen kurmak isterler. Bunların üzerlerine Mele-i A’la’dan, melekler âleminden bilgiler ve güzel haller serpiştirilir. Mizaçları mutedil, huy ve beden, siret ve suret itibariyle düzgündürler. Ruh-beden, küllî-cüz’î dengesini kurarlar. Akıllı, zeki ve anlayışlı olup kesinlikle bön, aptal ya da kurnaz değildirler, yerleşik ve doğru geleneklerden ayrılmazlar. İbadet hayatları güzel, insanlara karşı davranışları dürüstçedir. Kamu yararını ve toplum düzenini korumak öncelikli hedefleridir. Genel bir fayda ve haklı bir sebep olmadıkça kimseye işkence edilmesini istemez, kimseyi incitmez ve kırmazlar. Gayb âlemine karşı özellikle eğilimlidirler, hep oraya yönelirler. Böyle oldukları bütün hallerinden bellidir. Başkalarına açılmayan o alemin kapıları (kurb, sekinet, Hakka yakın ve itminan hali içinde olma) onlara açılır. Bunların çeşitleri şunlardır:

a) Kamiller, b) Hakimler, c) Halifeler, d) Ruhu’l-kuds’un teyidine mazhar olanlar, e) Hâdi-müzekkiler, f) İmamlar, g) Münzirler/uyarıcılar, h) Nebiler.

Kamiller, ibadet ederek nefislerin nasıl düzeltileceğine ilişkin bilgiyi Hakk'tan alırlar.

Hakimler faziletli ahlaka, aile ve toplum idaresine ilişkin bilgiyi Hakk'tan alırlar.

Halifeler, daha ziyade toplumda adaleti gerçekleştirmeyi ve haksızlıkları önlemeyi temin eden küllî siyaseti Hakk'tan alırlar. Bunlarda mele-i a’la ile temas kurmak ondan talim görmek onun hilafına mazhar olmak ve onu temaşa etmek gibi türlü kerametler zuhur eder ve bunlara “Ruhu’l-kuds ile desteklenenler” adı verilir. Yine bunlardan diline kalbine nur konulan sohbet ve öğütleriyle halka faydalı olan; nuru ve huzuru yakınlarına ve çevresindekilere sirayet edip onları kemal mertebesine erdiren ve onların doğru yolda olmalarını canı gönülden isteyenlere “Hâdî-Müzekki” (Rehber ve kötülüklerden arındıran) adı verilir. Daha çok dinin kuralları ve çıkarları hakkında bilgi sahibi olup bunlardan yıkılanları yeniden inşa etmeye arzulu olana imam denir.

Dünyada mukadder olan felaketleri insanlara haber vermesi için kalbine ilham gelen, Hakk'ın bir toplumu lanetlediğini sezip bunu onlara haber veren veya bazı vakitlerde nefsinden soyutlanıp kabirde ve mahşerde olacak planı anlayıp bunu halka bildirene münzir/uyarıcı denir.

Nebiler de mufhemlerdendir. İnsanları karanlıktan aydınlığa çıkarmak için gönderilmişlerdir. Nebilere itaat farzdır, onlara muhalefet edenler lanetlidirler. En büyük nebi Hz. Muhammed’dir (a.s.m.), en hayırlı ümmet de Onun ümmetidir. Onun gönderilmesi ve vücuda getirmesi, “Başka bir göndermeyi ve vücuda getirmeyi”de kapsar. İlk ba’s (gönderme):

"Ümmilerin içinde onlardan Resul gönderen Odur.” (Cuma, 63/2),

yani Hak önce Muhammed’i (a.s.m.), peygamber olarak göndermiştir. İkinci gönderme:

“İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyi olanı emreder, kötü olanı yasaklarsınız.” (Ali İmran, 3:110),

yani yüce Allah önce Muhammed’i (a.s.m.), peygamber olarak göndermiş, sonra Onun ümmetine her zaman İslam dini çerçevesinde iyi olanı emir kötü olanı men eden bir grup, alim ve kamil kişilerden oluşan bir özel sınıf göndermiştir. Ve de hâlâ göndermektedir, kıyamete kadar da gönderecektir. Evrensel risalet ve nübüvvet de budur.

Dihlevîye göre insanların pek çok hakları ve görevleri vardır. Onlar, peygamber aracılığı olmadan bunları tam olarak öğrenemezler. Bazılarının zayıf olan yeteneklerini peygamberler güçlendirir, yaptırıma başvurmadan ortadan kalkmayan kötülükler de peygamberler sayesinde ortadan kalkar. Bu sebeple ilahi inayet ve lütuf bir toplumun zeki /temiz olanını onlara peygamber olarak göndermeyi gerekli görmüştür.

Bir efendi düşünün kulları/köleleri hasta, yakın bir adamına “isteseler de, istemeseler de onlara ilaç içir” diye emir veriyor, o da onlara zorla ilaç içiriyor. Haklıdır, ama daha doğru olan önce onlara hasta olduklarını söyleyip ilaç kullanmalarının faydalı olacağına onları ikna etmektir. Bu konuda inanılır ve güvenilir bir kişi olduğunu ispatlamak için de harikalar gösterirse de inandırıcı olur. Bu durumda hastalar bilinçli olarak içer ve acısına da katlanırlar. Peygamber ve gösterdiği mu’cizenin misali budur.

Peygamberlerin mu’cize göstermeleri ve yaptıkları duaların kabul edilmesi peygamberi dıştan destekleyen hususlar olup nübüvvet için gereklidir.

Nebilerin günahsız (masum) olmaları kötü ve aşağı arzulardan arınmış bulunmaları başarı imkanını artırır.

Peygamberler insanlara, anlayabilecekleri bir dille hitap eder, her insanda doğuştan var olan anlama ve kavrama seviyesini tebliğe esas alır, insanları Allah’ın tecellilerini temaşaya ve Onun nimetleri üzerinde düşünmeye davet ederler. Astronomi, meteoroloji, botanik ve zooloji gibi ilimlerle uğraşmazlar; ama gökteki cisimlere, bitki ve hayvanların yaratılışlarına bakıp yüce Yaratıcının inayetini, hikmetini ve nimetini düşünmeyi, kıssadan hisse almayı muhataplarından isterler. (Dihlevî, el-Hüccetü’l-Baliğa, Kahire, 1966, s. 176-81)

Görülüyor ki Dihleri’nin mufhemun dediği zümreler kamiller, hakimler, halifeler, kutsal ruha müeyyed olanlar, hâdiler-müzekkiler, imamlar, münzirler, nebilerdir. Yani ona göre zeki, dürüst, erdemli, topluma hizmet için hevesli ve fedakâr insan zümreleri Hak Teala’dan aldıkları güç ve bilgiyle toplumu düzeltmek, ahlak kurallarına bağlı kalmayı, Allah’a kulluk ve ibadet etmeyi sağlamak için çalışır. Hak ve hukuku, adalet ve nasafatı esas alan bir siyasi, idâri, iktisadî ve sosyal düzen kurmak için gayret ederler.

Muhammed (a.s.m.)’in , daveti ve tebliği genel ve evrensel olup bu davet ve tebliği küçük çaplı pek çok davet ve tebliğ hareketlerini kapsar. Akıllı, zeki, bilgili, dürüst ve inançlı olmaları şartıyla devlet ve siyaset adamlarının, ilim ve fikir adamlarının, bilge kişilerin, sanatkarların, şairlerin, ediplerin, yazarların, velilerin davet ve tebliğ hareketleri hep o evrensel davet ve tebliğin kısımları, farklı mekan ve zamanlarında ihtiyaçlara göre ortaya çıkan şekilleridir. Muhammed’in (a.s.m.), alemlere rahmet olmasının (Enbiya, 21:107,) herkese gönderilişinin (Sebe, 24:28), son peygamber oluşunun (Ahzap, 33:40) anlamı budur.

İslam’daki ferdî, mevziî, içtimaî, siyasî, ahlakî, dinî, resmî veya gayrî resmî ihya ve ıslah, davet ve tebliğ hareketleri bir yenileşme ve yeniden çeki-düzen verme (tecdid-ıslah), bir kendine gelme, bir kan tazeleme, bir özeleştiri, bir derlenip toparlanma, bir dinamizm ve yeni bir ivme kazanma hareketleridir. Ancak bunların hepsi aynı derecede seviyeli ve gerçekçi değildir. Bunların içinde irticaî mahiyette tahripkar olanları da vardır.

Son peygamber Muhammed(a.s.m.)’den  sonra bazı sahte ve yalancı peygamberler (mütenebbiler) ortaya çıktığı gibi Onun getirdiği dine, şeriata ve Kur’an’a bağlı olduklarını söyledikleri halde Kur’an ve hadislerin ruhu ve özü ile bağdaşmayan, hatta o ruhu ve özü zedeleyen ve bozan bir takım yorumlar (te’viller) ile ortaya çıkan hareketler de vardır. Batıniler, Karmatiler, Yezidiler, Dürziler v.s gibi. Bundan başka Kur’an’ı esas alıp Hz. Peygamber (asm)'in söz, hal, tavır ve uygulamalarını (Hadis ve sünneti) görmezlikten gelen veya buna fazla değer vermeyen veya sınırlı bir şekilde buna başvuran bir çok hareketler daha vardır. Önce şunu belirtelim Muhammed (a.s.m.), itikad, ibadet, ahlak ve ahiret gibi dinin özüne ilişkin sözleri ve beyanları ile Kur’an’daki aynı konular hakkındaki hükümler ve ifadeler arasında bağlayıcı olmaları açısından hiçbir fark yoktur. Yeter ki hadisler bize tevatür veya sahih, bir rivayetle gelmiş olsun. Kur’an metluv vahiy, sahih hadisler ise gayr-i metluv vahiydir. Hz. Peygamber (asm) ahiret konusunda bir şey söylemiş ise, bu bilgiye akılla ulaşamadığına göre vahiyle ulaşmış kabul edilir. Allah, sıfatları, fiilleri ve isimleri konusunda da durum böyledir. Onun için ayetler gibi sahih ve mevsuk hadisler de delildir. Ehl-i sünnetin görüşü budur. Hak Teala buyurur:

“Resulün getirdiğini alınız, bir şeyi yasaklarsa onu da terk ediniz.” (Haşir,59:7)

“De ki: Allah’a ve Resule itaat ediniz.” (Al-i İmran, 3:32, 132; Enfal, 8:1, 20, 46; Nur, 24:54, 56; Mücadele, 58:12, Teğabün, 64:12)

“İhtilaf ettiğiniz konularda Allah’a ve Resulüne başvurunuz.”(Nisa, 4:59)

“Rabbine hamd olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda hakemliğine başvurup verdiğin kararı içlerinde bir tereddüt kalmayacak şekilde canı gönülden benimsemedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 4:56)

“Şüphesiz ki Allah Resulünde sizler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzap, 33:21)

Hadisleri kabul etmenin şekli ve sınırı:

Demek Kur’an gibi hadis de delildir, hadislerin delil olduğunu söyleyen de Kur’an’dır. Kur’an’ı delil kabul etmeleri zorunludur, aksini söylemek ve iddia etmek ise çelişkilidir. Bundan dolayıdır ki Şia, Hariciler ve Mu’tezile de dahil olmak üzere hiçbir mezhep ilke olarak hadis ve sünnetin, yani Hz. Peygamber (asm)’in söz ve uygulamalarının delil olmadığını açıkça söylemiş değildir. Hadise sınırlı bir alan ayıran, güvenilir ve kabul edilebilir hadisleri olabildiği kadar aza indirenler, hadis ve sünnetin bize nakil ve rivayet edilişi, yani bize geliş yolu ve şekli üzerinde durarak bu sonuca ulaşmışlar, kabul etmedikleri hadislerin Hz. Peygamber (asm)’e aidiyetinin kesin olmadığı söyleyip kendilerini haklı çıkarmak için bir hayli mazeretler üretmişlerdir. Bu mazeretler şu iki maddede özetlenebilir:

a) Hadis ve sünnetin kesin ve bağlayıcı bir delil olması için bize tevatür yoluyla gelmesi gerekir. Oysa tevatür yoluyla bize ulaşan hadisler yok denecek kadar azdır. Bunlar da daha ziyade fiili sünnetlerdir.

b) Vahid haber, yani tevatür yoluyla gelmeyen hadisler kesin bilgi vermez, zan ifade eder. Onun için de delil sayılmaz.

Bu iki konuda uzun tartışmalar yapılmıştır. Bir yandan senetleri zayıf hadisleri âlimlerin ilmî kanaatlerine tercih eden, Hanbeliler ve selef mezhebi mensupları, öbür yandan az sayıdaki mütevatir hadisler dışında kalan ahâd hadisleri delil saymayan âlimler. İşte bu iki farklı ve karşıt görüş, çeşitli şekillere gire gire günümüze kadar gelmiştir. Tarihteki şekliyle bugünkü şekli karşılaştırmak için İbn Kayyım’ın (ö. H-751/M-1350), es-Savaıku’l-Mürsele (Kahire, 1981, s. 630) isimli eserinde verdiği şu bilgilere bakalım:

Bid’atçılar, zayıf bile olsa kendi kişisel görüşlerine uyan hadisleri delil sayar, fakat görüşlerine uymayan sahih hadisleri terk ederler. Bu tür hadisleri reddetmekten âciz kaldıklarında tahrif denilecek kadar hadisleri garip bir şekilde yorumlar, sözü amacından saptırırlar. Derler ki:

Ezan ve kamette cümlelerin tekrarlanıp (Terci) tekrarlanmayacağı, namazda Besmele’nin açıktan okunup okunmayacağı konusunda bile ihtilaf edilmiştir. Oysa Hz. Peygamber (asm)’in bu hususlarla ilgili uygulamalarına herkes şahit olmuştu. Bu sebeple bu konuda görüş ayrılığının olmaması gerekirken ihtilaf çıkmıştır. Buna nasıl güvenilebilir. Hz. Peygamber (asm)’in Veda Hacc'ında bile bir çok ihtilaf vardır. Hz. Peygamber (asm) bu haccı kimine göre ifrat, kimine göre temettü, kimine göre Kur’an usulüyle ifa etmiştir. Bu kadar açık ve herkesin gözü önünde cereyan eden hac olayı bu kadar farklı şekilde yorumlanırsa o hadislere nasıl güvenilebilir?

İbn Kayyım’a göre sünneti kökten reddeden bu grup İslam'ın dışına çıkmıştır. Çeşitli fırkalar (mezhepler) yukarıdaki görüşü kendilerine göre farklı şekillerde yorumlamışlardır:

1) Bazıları sünneti tümden reddeder. Allah Resulünün yanılmış ve yanlışa düşmüş olmasını mümkün görürler. İlk Haricilerde bu düşünce vardır. (bk. Buhari, Menakıb, 25, Müslim, Zekat, 142)

2) Bir grup Kur’an’a uygun düşen sünneti kabul, aykırı olanı reddederiz derler. (bk. Müslim, İmaret, 33)

3) Bir grup “mütevatir olan hadisleri kabul, ahad hadisleri reddederiz” derler.

Sahabe, Tabiin, etbâu’t-Tabiin ve ulu bilginlerde bu görüşte olanlar yoktur. Bu görüşler bidatçıların başlarına ve uydularına aittir.

4) Bir grup ceza hukuku gibi kesin delil bulunması gereken konularda vâhid haberi delil saymaz ve “şüphe cezayı düşürür” derler. Mutezilenin mezhebi budur. Bunlara göre hadisi rivayet eden râvinin hata etmiş veya yalan söylemiş olması ihtimali daima dikkate alınmalıdır.

5) Bir gruba göre umumi belvanın bulunduğu konularda sünnet kabul edilmez. Sonraki dönem Hanefi alimlerinden İsa b. Ebâh ve Ebu’l- Hasan el-Kerhî bu görüştedirler.

6) Bazılarına hadisi rivayet eden Sahabe Ebu Hureyre gibi fakih değilse rivayet ettiği hadis kabul edilmez.

7) Bir gruba göre bir hadis Kur’ân’ın zâhirine aykırı ise kabul edilmez. Bir hadisin kabul edilebilmesi için Kur’ân’ın genel kurallarına uygun olması lazımdır. Bunun içini “Müminler ahirette Rablerini görürler.” hadisi “Gözler Onu idrak edemez.” (En’am, 6: 103) ayetine, şefaat hadisi “Rabbimiz ateşe attıklarını rezil rüsvay edersin.” (Ali İmran, 3: 192) ayetine, “Fatiha suresi okunmadan kılınan namaz namaz değildir.” hadisi “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyunuz” (Müzzemmil, 73: 20) ayetine, “Eti yenen bir hayvanın anasını besmele ile kesmek karnından çıkan yavrunun da besmele ile kesilmesi demektir.” hadisi “Size ölü hayvanların eti haram kılındı.” (bk. Maide, 5: 3) ayetine aykırı düştüğünden kabul edilemez. Daha açık iki örnek:

Hadiste: “Ailesinin kendisi için ağlamasından kabirdeki ölü acı çeker.” (Buhari, Cenaiz, 33; Müslim, Cenaiz, 23) deniliyor. Kur’an’da “Kimsenin vebali başkasına yüklenmez” (Fatır, 35:18; Necm, 53:38) buyruluyor. Bazıları bu ayete aykırı gördükleri yukarıdaki hadisi kabul etmiyorlar.

Hadiste: “Hz. Peygamber Bedir’de ölen müşriklere hitab etti ve onlar sözlerimi işitirler, buyurdu.” (Buhari, Cenaiz, 87; Müslim, Cennet, 76) Kur’an’da “Sen ölülere sesini işittiremezsin.” (Neml, 27:80) buyruluyor. Bazıları bu ayete aykırı gördükleri Buhari ve Müslim hadisini kabul etmiyorlar.

İbn Kayyım’ın da belirttiği gibi Kur’an’a dayanıp hadisi kabul etmeme adeti sahabede de vardır. Ama azdır. Sahabenin çoğu bu çeşit hadisleri kabul ederler.

İbn Kayyım diyor ki; sahih bir hadis ne Kur’an’a, ne de aklın açık bir hükmüne aykırı olur. Daha doğrusu Allah Resulünün sözleri Kur’ân’ın açıklaması ve yorumudur, ona uygundur.

Görülüyor ki hadis ve sünnet İslam tarihinde ve çeşitli mezhepler arasında değişik şekillerde anlaşılmış ve tartışılmıştır. Ehl-i sünnet kelamcılarında da durum böyledir. Geçen asırda Hindistan da ortaya çıkan neo-itizâl ve Ehl-i Kur’an’cılar veya mealciler olarak bilinen Türkiye’deki hareket sözü edilen akımların bir başka şeklidir.

Özellikle ifade etmek gerekir ki tartışmalar daha ziyade hadis ve sünnetin hukuki meselelerde, haram-helal konularında çoğu zaman böyle bir problem yoktur. Vaaz ve nasihat konularında ise makul olması şartıyla zayıf hadislerden faydalanmanın cevazı da kabul edilmiştir.

(Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Uludağ Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi)

İlave bilgi için tıklayınız:

Her topluma peygamber gönderilmiş midir?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun