"Allah, saptırdığı kimseyi doğru yola iletmez." (Nahl, 16/37) ayetine göre, Allah bir kulunu niçin saptırır?

Tarih: 26.05.2011 - 00:29 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Soruda geçen ayetin mealini, bir önceki ayetle beraber okumak daha uygun olacaktır:

“Andolsun ki biz her ümmete, 'Allah'a kulluk edin, sahte tanrılardan uzak durun.' diyen bir elçi gönderdik. Onlardan kimini Allah doğru yola iletti, kimileri de saptırılmayı hak ettiler. Yer yüzünü dolaşın da hak dini yalanlayanların akıbetinin ne olduğunu görünüz. Sen onları doğru yola yönelmelerini tutku derecesinde istesen de Allah, yoldan çıkardığı kimseyi hidayete erdirmez. Onların asla yardımcıları da olmaz.” (Nahl, 16/37-38)

Genel anlamıyla "ümmet", çoğu aynı kökten gelen, önceki kuşaklardan devralınan özelliklerin yahut ortak menfaat ve ideallerin veya din, zaman, vatan gibi faktörlerin bir araya getirdiği geniş insan topluluğunu ifade eder. Çoğulu ise “ümem”dir.

Dinî anlamda, bir peygambere inanıp onun yolundan giden cemaate, ilâhî dinlere mensup kavimler topluluğuna ümmet denir. Muhammed ümmeti, İslâm ümmeti, Hristiyan ümmeti gibi.

Konumuz olan âyette ilk anlamda kullanıldığı anlaşılmaktadır.

Allah her millete, geniş insan topluluğuna bir elçi göndermiştir; bunun da gayesi sadece âyetteki öz ifadesiyle “Allah'a kulluk edip sahte tanrılardan uzak durmak”tır. (bk. Mâide, 5/60) Çünkü dinîn özü ve peygamberler gönderilmesinin ana gayesi tevhiddir; Allah'ın birliği ilkesini zedeleyecek her türlü inanç, düşünce ve davranıştan titizlikle kaçınmaktır.

Allah'ın peygamberler gönderdiği milletlerden kimi, peygamberlerinin kendilerine duyurduğu ilâhî hakikatler karşısında iyi niyetli ve ön yargısız tutumları sayesinde Allah'ın hidayetine mazhar olmuş; kimi de -bir kısım Mekke putperestlerinin yaptıkları gibi- daha baştan peygamber ve vahiy karşısında sergiledikleri inkarcı, inatçı ve uzlaşmaz tutumları yüzünden yanlış yolda kalmışlardır.

Hz. Peygamber (asm), Allah'ın kendisine yüklediği tebliğ ve irşad görevini eksiksiz yerine getirme sorumluluğunun bir gereği olduğu kadar yüce ahlâkının, derin insanlık sevgisinin de bir tezahürü olarak, kendisine son derece haksız ve insafsız muameleleri reva görenler de dahil olmak üzere, bütün insanların dünya ve âhiret esenliğine kavuşmaları için büyük bir istek taşıyor, elinden geleni yapıyor, Kur'an'ın anlatımıyla, "bu uğurda âdeta kendini tüketiyor"du. Nitekim bu durum,

“Ey Muhammed! Mü'min olmuyorlar diye âdeta kendini helâk edeceksin!..” (Şuarâ, 26/3)

mealindeki ayette açıkça bildirilmektedir.

Konumuz olan âyette de Hz, Peygamber (asm)'in, putperestlerin hidayete ermelerini ne kadar çok istediğine işaret edilmektedir. Fakat burada şu husus özellikle hatırlatılmaktadır:

İnsanların kurtuluşu için Peygamber (asm)'in böyle bir istek ve gayret içinde olması yetmez. İnsanlar bu dünyada bir imtihan hayatı yaşamakta olup kurtuluşu hak etmeleri, Allah'a karşı sorumlu oldukları bu imtihanı başarmaları ve iradelerini o yönde kullanmaları sonucunda, O'nun kendilerine hidayeti nasip etmesine bağlıdır; bu hususta insanların Allah'tan başka yardımcıları da yoktur. Şu hâlde kurtuluşu hak etmeyene Peygamber (asm)'in bile yardımı dokunamaz.

İmanın bir gereği olan bu durum,

“Doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin. Fakat Allah kimi dilerse ona hidayet verir. Ve hidayete erecekleri en iyi o bilir.” (Kasas, 28/56)

mealindeki ayette ifade edilmiştir. Demek ki hidayet, kulun kendi iradesini kullanmasından sonra, Allah’ın o kulun kalbine koyduğu bir nurdur.

Hayır ve şerrin Allah'tan olması cihetiyle, insanları hidayete erdiren ve dalalete düşüren ancak o'dur. İnsanlar birbirinin hidayet ve dalaletine sadece sebep olurlar. Hidayet ve dalaleti Cenab-ı Hakk’ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, “Hidayet Allah'tandır, o nasip etmedikten sonra insan doğru yola giremez.” diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşat etme yolunu kapatmakta, hem de kendilerini kusurlarında mazur göstermek istemektedirler.

İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak Allah’tır. Lakin yüce rabbimizin bir kulunda dalalet yaratması, o kulun kendi cüz'i iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa, kul kendi kabiliyetini dalalet yoluna yöneltmedikçe, Cenab-ı Hak onu o yola sevk etmez.

Aynı durum hidayet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeplere tevessül ettikten sonra neticeyi Allah'tan bekler. Zira Rezzak (rızık verici) ancak Odur. Sebepleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle rızkı elde etmeğe muhakkak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah'ın emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira, hadi (hidayete erdirici) ancak Odur. Allah'ın dilediğine hidayet vermesi ise, hidayet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidayet vermesi demektir. Yoksa, “hidayet için gerekli hiçbir sebebe riayetin gerekmediği” manasına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık misalinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeğe benzer.

Bu noktada bir hususun açıklanması gerekmektedir:

Tarlasına tohum ekemeyen kimsenin mahsul alamayacağı kesindir. Her sebebe hakkıyla riayet eden kimse ise yüzde doksan dokuz ihtimalle mahsule kavuşur. Yüzde bir ihtimal ile dolu, sel, kuraklık gibi bir musibet söz konusu olabilir. İşte, az da olsa netice alamama ihtimalinin bulunması insanın dergah-ı ilahiyeye iltica etmesi ve Ona yalvarması hikmetine binaendir. Bu misal ile izah ettiğimiz hakikat, hidayet meselesi için de söz konusudur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah'ın kula hidayet etmesi için kulun ne yapması lazım gelir?
- "Zira Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. ... (Bakara, 2/7), ayetine göre, kişileri kâfir yapan ...
Kur'an-ı Kerim'de; “Allah kime hidâyet verirse, doğru yolda olan odur; kimi de ...Burada Allah' ın insanı zorlaması söz konusu mu?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun