Ahir zaman kavramını nasıl algılamalıyız ve neler yapmalıyız?

Tarih: 27.07.2006 - 03:31 | Güncelleme:

Soru Detayı
Bir çok İslam eserinde, zamanın ahir zaman olduğundan ve çok zor bir zaman içinde olduğumuzdan ekseriyetle bahsediliyor...
Cevap

Değerli kardeşimiz,

BİR MAYIS günü, artık orta yaşlılığa terfi etmiş biri olarak yollardaydım. Hava, tam bir bahar havasıydı. ‘Ahir zamanda çocuk olma’nın bütün ağırlığını yaşayan çocuklarımızı, biraz hafiflemeleri arzusuyla, erkenden ninelerine götürmüştü hanım. Çocuklar hem nine, hem de toprak yüzü göreceklerdi. Ben ise ihtida öyküleriyle meşguldüm. Hayatında ilk kez üniversitede iken bir Müslümanla, üniversite bitiminde ise İslâm’la tanışan bir hanımın önyargılarla cedelleştiği nice yıllardan sonra İslâm’a gelişinin öyküsünü Türkçe’ye aktarmaya çalışmış; bu arada, bir hayli bunalmıştım.

Hava güneşliydi ve güneş yakmıyordu. Bahar beni dışarıya davet ediyor, yorgun zihnim yeni bir ihtida öyküsünün tercümesine elvermiyordu.

Çoluk çocuk emin ellerde, hava da günlük güneşlik olduğuna göre, birçok yazımın doğum vesilesi olagelmiş bir işe gönül rahatlığıyla koyulabilir; ilk anda nereye çıkacağı belirsiz biçimde, sokaklar arasında rastgele bir yolculuğa çıkabilirdim.

Çıkmıştım da. Yolun daha ilk adımında karşıma çıkan gazete manşetleri keyfimi kaçırmıştı lâkin. Zihnim bu manşetlere takılmış halde, sokaklar arasında yürümeyi sürdürdüm. Dar sokaklar, arabaların işgali altındaki kaldırımlar, arabalar arasından selametli bir geçit bulma çabası derken Kadıköy meydanına çıktığımda, bir sürprizle karşılaştım. Bayram değil, seyran değil, hafta sonu hiç değildi. Ama meydan ve meydanı çevreleyen her yer kalabalıktı. Kafeler, kafeteryalar, muhallebiciler, pastaneler, mağazalar, fast-food mekânları, dükkanlar, otobüsler, dolmuşlar, banklar, vapur iskelesi, otobüs durakları.. her yer doluydu. Her yaştan insan, ama özellikle de gençler doldurmuştu meydanı. Cep telefonuyla oyalanarak arkadaşını bekleyenleri de vardı, arkadaşına kavuşmuş halde gezip dolaşanı da. Kimi bir kafede tek başına oturuyor, kimi gruplar halinde gülüp eğleniyordu.

Hafta ortası bu meydanda bu kadar genç olmazdı aslında. Yoksa bir gösteri, bir olay, yahut bir konser filan mı vardı?

Neden sonra anladım ki, bugün hafta ortasıydı, ama yine de tatil günüydü. Bugün, vaktiyle bayram olarak gençlere adanmış bir Mayıs günüydü.

Günün anlam ve önemine gecikmeli de olsa intikal ettikten sonra, bugün bu meydanı gençliği esas alarak gözlemleme düşüncesi içimde belirdi. Bir gözüm denize, bir gözüm meydana yakın vaziyette bir banka oturdum. Vaktiyle bana ‘meydan okumaları’ yazısını düşündüren bu mekânda gençliğe adanmış bir Mayıs günü ‘gençlik okumaları’na başladım. Neye niye bakacağımı aşağı yukarı biliyordum. Ne niyetle bakmayacağımı da. Gözüme ilişen kareler arasında “Gençliğimiz acınacak halde” gibisinden hükümlere ulaşmayı sağlayacak bir seçmecilik yapmaya niyetim yoktu meselâ. Hem, “Gençliği eğitmek lâzım” gibi pedagoji özürlüsü cümleleri oldum olası sevmiyordum. “Gençler kötü durumda” demek kolay, ama genç olmak zordu; bunu çok iyi biliyordum. Rudyard Kipling gibi, ben de, “I know what it is to be young” diyebilirdim, zira vaktiyle ben de bir gençtim, gençliğin ne demek olduğunu iyi bilirdim. Ayrıca, birilerine tepeden bakmak, kişileri yönetilecek ve yönlendirilecek nesneler olarak görmek, hiç sevemediğim tavırlar arasındaydı. Dahası, her hal ve şartta, Allah’ın insanı temiz bir fıtratla yarattığına dair inancım vardı. Her insanın aynı temiz fıtratla dünyaya geldiğini, Sevgili Peygamberim'den öğrenmiştim zira. O yüzden, fetret manzaralarının hakim olduğu durumlarda dahi, fetrete karşı fıtrata itimadım tamdı.

Ne var ki, bu ülkede sittin senedir ‘durumdan vazife’ çıkaranların ‘vazife’den çıkardıkları ‘durum’ da meydandaydı işte. Ve bende uyanan düşünce, meydandaki bu ‘durum’dan bir ‘vazife’ çıkarmaktı.

O gün o meydanda o banka oturmuş halde, bu ülkede birilerinin kendi tekellerinde zannettiği birşeyi yaptım. Ortadaki ‘durum’a baktım ve bu durumdan bir ‘vazife’ çıkardım. Ne ki, kelime anlamı dahi ‘selam’ ve ‘barış’ olan İslâm’a savaş açanların yaptığı türden bir sosyal-siyasal mühendislik vazifesi değildi çıkardığım. Bilakis, ‘empati’ydi. Otuzaltı yaşına gelmiş, evlenip barklanmış, gençlikle gelen bir dizi soru ve sorundan bir şekilde kurtulmuş biri olarak gençlere dair ahkâm kesmek kolaydı; ama aslolan, empatik olmak, kendisini o gençlerin yerine koyup onları anlamaya çalışmaktı. O yüzden, o meydanda, kendi gençlik günlerime dair hafıza arşivimde kayıtlı notlardan da istifade ile, kendimi yirmi yaş genç olarak düşündüm. Onbeş, onyedi yahut ondokuz yaşında olsaydım şu ortamda ne yapardım, ne düşünürdüm, neden nasıl etkilenirdim, neye nasıl tepki verirdim; anlamaya çalıştım. Meydanda bu düşünceyle gezindim, vitrinleri bu nazarla seyrettim; mağazaları, gazete bayilerini, seyyar CD tezgahlarını, kitapçıları, kasetçileri bu nazarla taradım; yol boyu gelip geçen arabalara, insanlara bu nazarla baktım. Vâkıa ortadaydı: Genç olmak her zaman zordu ama, ahir zamanda genç olmak zorun zoruydu.

Ahir zamanda genç olmak, bir bakıma, herşeyin maddeye indirgendiği bir çağda, maddenin olanca ağırlığı ve duygusuzluğu ile üzerine çöktüğü bir karabasan yaşamaktı. Lisede yahut üniversitede okuyan yahut şu veya bu işyerinde çalışan veyahut çalışacağı iş arayan bir genç, genç olarak heveslerin ve heyecanın zirveye tırmandığı bir süreci yaşarken, her gün bir üst modeli çıkan arabaların metalik ağırlığı altında eziliyordu meselâ. İnsanların araba modeli, gömlek markası ve beden ölçüsü ile değerlendirildiği bir zamandı yaşanan.

Böyle bir zamanda ‘genç’ denince anlaşılan şeyin ne olduğu, ‘gençlik’in neye indirgendiği, öncelikle ‘gençlik ve spor’ bakanlığının adından; ilaveten, sözümona gençlik filmlerinin birbirinin tekrarından öteye geçmeyen ana temasından; keza, gençlik adına çıkarılan dergilerin ruj-blucin-jöle-parfüm-gömlek reklamları arasına serpiştirilmiş bol resimli yığınla şarkıcı-manken-oyuncu-kim kiminle-in’ler ve out’lar haberinden rahatlıkla anlaşılabilirdi. Maamafih, gerek gençlik dergilerinde, gerek sair dergilerin, gazetelerin, TV’lerin, internet sitelerinin ve radyoların gençlikle ilgili yayınlarında ‘gençliğin sorunları’na değinilmiyor değildi. Gelin görün ki, buralara bakınca, gençliğin ‘cinsel sorunlar’dan öte bir derdinin olmadığını, genç olmanın da ‘cinsel sorunlu olmak’tan ibaret olduğu pekâlâ sanılabilirdi. Sergilenen, gençliği cinselliğe indirgemekten ibaretti.

O gün o meydanda dolaşan blucinli yahut mini etekli kızların, gözucuyla onlara bakan delikanlıların, hatta o kızlar gibi giyinmeye utanan genç kızlar ile o şekilde giyinmiş kızlara bakmaya utanan delikanlıların sorunları arasında ‘cinsellik’in olmadığı söylenemezdi elbette. İnsanın ete-kemiğe indirgendiği bir zamanda; gençlik adına yapılan her etkinliğin ve her yayının ‘cinsellik’ boyutunu muhakkak içerdiği bir zamanda; gözlerin, gönüllerin ve zihinlerin bu yöne adeta zorla ve ısrarla sürüklendiği bir zamanda, ortada bir ‘cinsel sorun’un varlığı kaçınılmazdı. Ne ki, helâlinden çözüm yolunu Rabbimizin bize rahmetiyle bildirdiği bu sorunun ötesinde, gençlerin başka bir dizi sorunu vardı. Ama bunlar aklı fercine inmiş ahir zaman ukalalarınca asla yazılmazdı. İnsanların ‘para’sı kadar değerli olduğu şu ortamda, kendisini ‘para’sızlıktan dolayı değersiz bilen kaç genç vardı acaba; bilemezdiniz. Hem, kaç gencin hayatının gayesi, ‘bu zamanda her şeyin anahtarı’ olduğu hükmünden hareketle, ‘para’ya kilitlenmişti kimbilir?

- Dün caddeden son model Ferrari’yle lastikleri öttüre öttüre yol alan züppe, kaç gencin aklını çelmelemişti acaba?

- Babası kapıcı olduğu için kendisini değersiz zannederek okula giden kaç genç vardı?

- Babasının dürüstlüğünün, yumuşak huyluluğunun, dindarlığının, temizliğinin beş para etmediğini hissederek, kendi geleceğini böylesi gerçek değerlere bedel ‘hakim değerler’e göre kurma yönünde şeytanî iğvalara maruz kalan genç sayısı acaba ne kadardı?

- Hem bu sabah kaç genç kız, aynaya bakarken siyah saçı ve esmer teni için üzülmüştü? Bugün kaç genç kız, saçını sarıya boyatmak üzere kuaföre uğramıştı?

- İnsanlar nazarında ‘değerli,’ yani ‘manken gibi’ olabilmek için fazladan on santim boy kazanmaya kendini mecbur bilen, o yüzden her türlü ortopedik felaketi göze alarak on santimlik topuklu ayakkabılarla yollara düşen genç kız sayısını kim biliyordu?

- Bu gençlerin her birinin yüreğinde kopardığımız hoyrat fırtınaların bedelinden haberdar mıydık?

Gençliği cinselliğe, genç kızlığı sarı saçlı beyaz tenli 1.70’lik manken görüntüsüne, delikanlılığı ise asgari 1.75’lik atletik bedene ve spor arabaya indirgeyen hakim anlayışın yol açtığı sorunların her biri, başlıbaşına bir inceleme konusuydu. O sorunların her biri, dünyanın her yerinde her gün binlerce, yüzbinlerce, hatta milyonlarca genci mutsuz ediyor; binlerce, yüzbinlerce aileyi kavga, öfke ve gözyaşı içinde mutsuzluğa sevkediyordu. Babası kendisine Reebok ayakkabı alamadı diye intihara yeltenen gençlerin olduğu bir dünyadaydık da, bu dünyanın bir ayakkabıyı uğrunda intihara teşebbüs edilecek hale nasıl getirdiğini analiz edebilmiş miydik?

Oysa, birilerine kalsa, liseli Neşe’nin sorunu ‘kepek sorunu’ndan ibaretti. Filan şampuan üç artı bir formülüyle bu sorunu çözerdi. Genç dediğin, bir cep telefonuyla özgür olur, bir şişe kola’yla kolayca özgürlüğün tadını bulur, karşısındaki insana değil, arabasına veyahut blucinine aşık olurdu!

Bırakalım ötesini; sadece bu örnekler dahi, ahir zamanda genç olmanın zorluğunu ilk elden bildiren işaretlerdi.

Kendime bir bilimsel uzmanlık alanı seçsem, galiba ‘semiyotik’i, yani ‘göstergebilim’i seçer; sonra, böylesi bin türlü ‘gösterge’yi alıp, yaşadığımız günlerin ‘genç’liğe yüklediği anlamı ayrıntısıyla gösterirdim. Maamafih, bir semiyolog olmadan da, gençliğe yüklenen bu anlamın, özetle, ‘görüntü ve gösteriş budalası bir tüketim kölesi’ olmaktan öteye geçmediğini söyleyebilecek durumdaydım. Hayır, gençlik hiçbir çağda bu kadar aşağılanmış olamazdı. Genç olmak, hiçbir çağda bu kadar ucuz biçimde harcanmış olamazdı!

Hem, bir Foucault yahut Baudrillard olsam, sözde bir özgürlük görüntüsü altında alttan alta zihinlere kazınan modern dayatmaların analizine girebilirdim. Bütün bir dünya gençliğinin kıyafeti blucin ve tişörte indirgenmişse, bu, bilince dokunmuyor gözüküp bilinçaltına hükmeden bir modern despotizmin eseri değil miydi?

Ahir zamanda genç olmak zor, hem de çok zordu. Zira, ahir zamanın despotizmi, evvel zaman despotları gibi doğrudan dayatmalara kalkışıp direnç üretmiyordu, kendi tercihini size sizin kendi tercihinizmiş gibi hissettirerek dayatan sofistike teknikler kullanıyordu. Özgür olduğunuzu hisseden bir köle, kendi kararını verdiğini zanneden bir güdümlü kılıyordu sizi. Fark edemiyordunuz.

Kendimi herhangi bir gencin yerine koyduğum, sonuçta ‘ahir zamanda genç olma’ya dair bir yazıyla ilham olunduğum o günlerin üstünden haftalar, aylar, hatta neredeyse bir yıl geçmişti ki, yine aynı mekânlardaydım. Özel bir sebebi olmasa da, özellikle kitapçıları, kasetçileri, sahafları, CD satan dükkanları, seyyar CD ve kitap tezgahlarını dolaşmak gelmişti içimden. Yüzlerce dergi, on binlerce kitap, binlerce kaset ve CD arasından ruhuma uygun birşeyler bulmaya çalışmış, böylece müthiş bir sorgulama yaşamıştım.

- İnsan, bu kadar çeşidin ve bu denli büyük bir enformatik kalabalığın ortasında, aradığı şeyi nasıl bulabilirdi?

- Ne aradığını az çok kestirir halde dahi aradığı şeyi bulmak öylesine zorken, yalnızca ‘aradığı’nı bilen, gerçeği aramak için yollara düşen, ama henüz gerçeğin ne olduğunu dahi kestiremeyen biri bu labirentin içinden nasıl çıkabilirdi?

O gün kendimi bir keşmekeşin ortasında bulduğumda, ahir zamanda genç olmanın zorluğu bir kez daha pekişmişti zihnimde. Ahir zamanda genç olmak zor, ahir zamanda arayan genç olmak daha zor, ahir zamanda aradığını bulabilmiş genç olmak ise çok daha zordu.

Kendimi bir labirentin ortasında hissettiğim o kitap-kaset-CD-dergi yolculuğumun sonrasında vardığım sonuç buydu. Karamsar bir sonuca ulaştığımı biliyor; ancak “Bu kalabalığın, bu keşmekeşin, bu çukurlar, girdaplar ve çıkmaz sokaklar yüklü labirentin hakikate çıkan yolunu bulmayı kim nasıl becerebilir ki?” sorusuna bir türlü olumlu cevap veremiyordum.

O günüm bu karamsar sorgulamanın getirdiği mahzun ve müessif ruh haliyle geçmiş; sıkıntılı ve muzdarip bir hal, gece yarısı gözümü kapayıncaya kadar bana eşlik etmişti. O sıkıntı yüzünden pek uykumu alamamış olmakla birlikte, ertesi gün sabah namazına kalkabilmiştim neyse ki. Gözüm yorgun, ruhum daha da yorgun olsa bile, namazdan sonra yatma isteği hissetmedim ve bir günü daha sıkıntıyla geçirmeyi de istemediğim için, daha önce kaldığım yerden Kur’ân okumayı sürdürerek uyanık kalmayı yeğledim.

Kehf sûresine gelmiştim! İlk anda, yaşadığım ruh haliyle sıranın bu sûreye gelişi arasındaki tevafuku hissedebilmiş değildim gerçi. Ne ki, âyetler arasında ilerleyip sayıları bizce meçhul gençlerin anlatıldığı kısma geldiğimde, uyanmış sayılırdım. Bütün bir toplumun şirkten yana durduğu bir zamanda, hidayet üzere kalabilmiş Ashab-ı Kehf’in tamamının genç olması bir tesadüf müydü? Yoksa, şartlar ne kadar ağır, küfür, şirk ve şehevât ne kadar baskın olursa olsun, bunların üstesinden gelerek hakikati bulmanın imkânına ve bu imkâna en yakın olanın her şeye rağmen gençler olduğuna dair bir ders, iz, işaret veya telmih yok muydu bu sûrede?

Evet, vardı. İçtenlikle ve ısrarla aramayı sürdüren bir gencin en ümitsiz şartlarda dahi aradığını bulabileceğine dair bir ders, bu sûrede kesinkes vardı. Hem, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) Deccal fitnesine karşı ümmetine bu sûreyi tavsiye buyurmasının elbette bir anlamı ve hikmeti olmalıydı.

Kehf sûresinin karamsarlık iklimini dağıtan bir ümit ışığı olarak karşıma çıktığı o günle birlikte, yine Kur’ân’dan, gençliğe dair başkaca ümit ışıkları da girecekti dünyama. Kavminin topluca putlara taptığı bir zamanda hakikatı bulan İbrahim, ateşler içine atılıp ateşler içinde yanmayan İbrahim, Firavun sarayında Musa, Züleyha karşısında Yusuf, sapanlar ve saptıranlar arasında Yahya ve İsa... Her birinin sergilediği hâl, mutlak derecede ümitsiz bir durumun asla sözkonusu olmadığının; en zor zamanlarda ve en ağır imtihan ortamlarında dahi bu zamanın ve ortamın kabını ve kalıbını kırıp hakikati bulmanın ve hakikat üzere olmanın pekâlâ mümkün olduğunun delilleri değil miydi? Put yapıcı babanın evinde puta tapmayan, putperest toplumun içinde putperestliği zerre miskal bulaşmayan ve de ateşler içinde olup ateşte yanmayan İbrahim’in bir orta yaşlı veya yaşlı değil de bir genç olması ‘ahir zamanda genç olma’nın zorluğuna dair gözlemlerle bunalan zihnime bir yol, bir iz sunamaz mıydı?

Açıkçası, zorlukta biri diğerinden geri kalmayan ortamların her birinde İbrahim de, Musa da, Yusuf da, Yahya da, İsa da, bir genç iken bu ortamların karanlığını aşmış, bir genç olarak hakikate ulaşmış, bir genç olarak aydınlanmış ve aydınlatmışlardı.

Öte yandan, bir hükümdar nebinin, Davud aleyhisselamın oğlu olarak servet ve şöhret içinde, bilginin ve iktidarın zirvesinde dururken Süleyman, servetin, şöhretin, bilginin ve iktidarın her hal ve şartta yozlaşma sebebi olmadığının; bir gencin bütün bunların içinde pekâlâ hakikat üzere kalabileceğinin örneğiydi.

Hem, yine Kur’ân’da, bozulmuş bir ortamda bozulmadan kalabilen genç kızların da örneği vardı. Annelerin dahi bütün bir kavmin yoluna uyup yoldan çıktığı bir vasatta Lût’un kızları, yine sonunda haklarında azap inmesine sebep olan sapkınlıklarıyla Medyen kavmi içinde Şuayb’in kızları, ayrıca İmran’ın kızı Meryem bu örneklerin başındaydı.

Ahir zamanda genç olmanın zorluğuna mukabil, ahir zamanda mü’min genç olarak sapasağlam durmanın pekâlâ mümkün olduğuna işaret eden, yalnızca bu Kur’ânî örnekler de değildi. Onların yanısıra, Asr-ı Saadette de buna dair bir dizi örnek vardı. Hz. Peygamber, biiznillah, kötülüğün her türlüsüne bulaşmış Cahiliye toplumunun gençleri arasından cihana ve asırlara örnek olacak şahsiyetler çıkarmıştı. Ali, Cafer, Zübeyr, Talha, Ammar, Abdullah b. Mes’ud, Zeyd, Mus’ab, Sa’d b. Ebi Vakkas, bu vâkıanın Mekke’deki en parlak örnekleriydi. Bu tablonun Medine cephesinde de Zeyd b. Sabit, Muaz b. Cebel, Sehl d. Sa’d, Cabir b. Abdullah, Zeyd b. Erkam, Seleme b. Ekvâ gibi yüzlerce, binlerce isim vardı. Hasan, Hüseyin, Üsame, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Abbas, Enes b. Malik, Abdullah b. Cafer gibi örnekler de, Hz. Peygamber (asm)’in elinde yetişmiş gençler olarak, bize onun gençlerle nasıl muhatap olduğuna, dolayısıyla bizim bir gence ne şekilde muhatap olmamız icab ettiğine dair ipuçları sunuyorlardı.

Bütün bu isimleri Hz. Peygamber (asm)’in yanına çeken unsur, elbette onun elçisi olduğu hakikatti. Ancak, burada dikkat gerektiren bir husus, Hz. Peygamber’in o kudsî hakikati hakikatlı bir biçimde gençlere sunmuş olmasıydı. Zorlayan, dayatan, suçlayan, hor gören biri değildi Resûl-i Ekrem. On yaşında tanıştığı Hz. Peygambere on sene hizmet eden Enes b. Malik, o on sene boyunca kendisinden bir kere “Niye bunu böyle yaptın? Niye şunu şöyle yapmadın?” diye bir azarlama ve tersleme duymadığını; kendisi zaman zaman unuttuğu, beceremediği, oyuna dalıp kaldığı halde bunun böyle olduğunu anlatıyordu meselâ. Amcası Abbas’ın oğlu Fadl, Veda haccı esnasında, Hz. Peygamber’in şefkat ve hikmet yüklü terbiyesinin bir örneğiyle tanışmıştı. Fadl’ın gözü az ötede gördüğü bir genç kıza kaymış, karşılıklı, bakışmışlardı. Bunu farkeden Resûl-i Ekrem (a.s.m.) “Sözde hacca gelmişsin, yaptığın işe bak!” kabilinden bir sözü asla sarfetmemiş, Fadl’a tek kelime dahi etmemiş, sadece elini Fadl’ın yanağına koyup yüzünü hafifçe başka tarafa çevirmişti.

Namaz ve Kur’ân öğrenmek için kabileleri tarafından Medine’ye gönderilmiş bir grup genci, ana-babalarını özlediklerini hissettiği gün, başlarını okşayıp sırtlarını sıvazlayarak, memleketlerine göndermişti. Medine’de yetişmiş nice genç sahabinin hatırasında, Resûl-i Ekrem’in sefer dönüşü kendilerini devenin terkisine alması, koşu yarışı ve güreş gibi oyunlarında kendilerine tezahüratta bulunması, kendisine getirilen turfanda meyveyi onlara sunması, gençliğin getirdiği toylukla meramlarını en uygunsuz dille ifade ettikleri durumda dahi, sabır ve tahammülle kendilerini dinlemesi,.. gibi bir dizi hadise vardı.

Ve, gençlere yönelik bu nebevî tavrın belki en manidar veçhesi, onun gençlere güvenmesi ve kendilerine güven vermesiydi. Kendisi henüz Mekke’de iken Mus’ab b. Umeyr’i İslâm’ı tebliğ için Medine’ye gönderdiğinde, Mus’ab yirmidört yaşındaydı ve Medineli kalpler onun vesilesiyle İslâm’la tanışmışlardı. Üsâme b. Zeyd’i hazırladığı son sefere kumandan yaptığında, Üsâme’nin yaşı yalnızca ondokuzdu. Attâb b. Esîd’i Mekke’ye vali tayin ettiğinde, Attâb’ın yaşı ya yirmi, ya da yirmibirdi. Ashabı arasında fıkhı en iyi bilen kişi olarak tarif ettiği Zeyd b. Sabit, Resûlullah’ı ondört yaşında tanımıştı ve hakkında bu söz söylendiğinde en fazla yirmiüç-yirmidört yaşındaydı.

Kısacası, Resûl-i Ekrem (asm)’in Cahiliye’yi Asr-ı Saadet’e çeviren süreçte bize verdiği derslerden biri, gençlere nasıl ve ne şekilde muhatap olunacağının dersiydi. O heyecanlı taze ruhlardan iman kahramanları çıkması için nasıl bir incelikle, hangi hikmetli üslupla kendileriyle ilgilenileceğinin dersiydi. Fetret ortamında fıtrat tohumlarını ezmeden ve kırmadan uyandırma dersiydi. Hakikatli bir biçimde sunulmak şartıyla hakikati kabule en yakın olanların, herşeye rağmen, gençler olduğunun dersiydi.

İşte bu bakımdan, Hz. Peygamber (asm)’in hayatına dair heyecanla okuduğum ilk kitaplardan birinin yazarı olarak Martin Lings’in bir sözü, hâfızamda silinmez bir yer edinmişti. Genç yaşta, yanılmıyorsam yirmi bir yaşında İslâm’ı seçmiş bir İngiliz olarak Lings, yaşlılar, zenginler, ünlüler ve soylular İslâm davetine karşı direnirken, gençlerin İslâm’a daha kolay biçimde yönelişlerini, yönelemeyenlerinin dahi İslâm’a diğerlerinden daha yakın duruşunu, şairâne bir duyarlılıkla, şöyle tarif etmekteydi:

“Elbette gençlerin ve zayıfların hepsi hemen ilâhî daveti kabul etmemişti; fakat hiç olmazsa küçük yaşamlarını bir klarnetin notaları gibi bölen davetin önem ve şiddetine karşı kulaklarını tıkamalarına neden olacak kendini beğenmişlikleri yoktu.”

Vâkıa, her zaman için, buydu. Gençliğin hislerin ve heyecanın zirvede olması, toyluk, tecrübesizlik gibi bir dizi zorluğu olduğu gibi, bu zorlukların üstesinden gelmeyi mümkün kılacak karşı-ağırlıkları da vermişti Rabb-ı Rahîm. Genç demek, öte yandan, arayan adam demekti. Genç olmak, arayış içinde olmaktı. “Ben bileceğimi zaten biliyorum. Kimseden öğreneceğim birşey yok” türünden bir tavır, bir gencin tavrı olamazdı. Bir genç, böylece, kendisine takdim olunan bir hakikate daha baştan kulağını kapayamazdı. Bilmeye yönelik merak, öğrenmeye duyulan açlık, hayat yolculuğunun başlarında olduğunu bilmekle gelen iddiasızlık, bir genci hakikati kabulde avantajlı kılan unsurlardı.

‘İsyan çağı’ idi gençlik. ‘Ergenlik dönemi’ denilen şey, o güne kadar kendisine öğretilen herşeye karşı kuşku ve itiraz dönemiydi. Rabb-ı Rahîm, gençliğe adım atarken insana böyle bir halet-i ruhiye veriyordu ki, aklını başka akılların cebine koymasın, kendisi düşünüp tartsın, hakikate gitmesini engelleyen bütün maniaları ve dayatmaları aşsın.

Putperest bir kavimde, put yapıcı Azer’in evinde İbrahim’in bir tevhid eri olarak belirmesi, bu sırdandı. Firavun sarayında Musa’nın bir muvahhid olarak yükselişi de bu sırdandı. Yine bu sırdandır ki, Mekke’nin reisi Utbe’nin oğlu Huzeyfe, Mekke’nin ileri gelenlerinden Süheyl’in oğlu Abdullah ile kızı Sehle, Ebu Süfyan’ın kızı Remle, dedesi Resûlullah’a ‘ebter’ der ve babası İslâm’a karşı taktikler geliştirir iken Amr b. Âs b. Vâil’in oğlu Abdullah, Ebu Uhayha Saîd b. Âs’ın oğulları Halid ve Amr, ilk Müslümanlar arasındaydı. Medine münafıklarının reisi İbn Ubey’in oğlu Abdullah’ın, Medineli en amansız İslâm düşmanlarının başında gelen Ebu Âmir Fâsık’ın oğlu Hanzale’nin ciddi ve samimi birer Müslüman olmaları da bundandı.

Ne var ki, yine bu ‘isyan ruhu,’ doğrunun yanlış biçimde sunulduğu yerde, ters sonuçlar getirebilmekteydi. Sunulan bir doğru doğru biçimde sunulmamış; dayatmayla, zorla, zorbalıkla kabulüne çalışılmış ise, aynı genç ruh bu kez doğruyu reddedebiliyordu da. Nitekim, meselâ şu topraklarda, dinî hayatın uzağındaki birçok ailenin çocukları dine yönelebilmiş iken, doğruyu doğru biçimde sunamamış olan dindar ailelerin çocukları dindarâne bir hayatın uzağına düşebiliyordu.

Sözün kısası, genç ruhların -ahir zaman dahil- her zaman ve zeminde hakikati bulmalarını mümkün kılacak bir donanımları vardı; ama bu donanımın işe yaraması için, fetrete karşı fıtratın istimali şarttı, doğrunun doğru biçimde sunulması şarttı.

Şahsen, bunu böyle biliyor; o yüzden, ahir zamanda genç olmak ne denli zor olursa olsun, her gençte hakikati kabule yatkın bir potansiyelin var olduğunu düşünüyorum. Hem, halihazırda hangi vaziyette bulunursa bulunsun, her genci hakikate müşteri olabilir bir istidatta görüyorum.

Yaşadığımız çağ kalblerin esir, nefislerin ise vezir edildiği bir dönem olsa bile; şu zamanda köpekler serbest bırakılıp taşlar bağlanmış olsa bile; akıllı uslu durmanın çılgınlık, ‘çılgınlar gibi eğlenme’nin ise akıl kârı bilindiği bir dönemde yaşanıyor olsa bile; ahir zaman genci, hakikati gene de bulabilir. Ahir zamanın şartlarını en yoğun biçimde yaşıyor olan; nefislerin en ziyade serbest olduğu ve istediğini yapabilecek maddî imkânlara en ziyade kavuştuğu Batıda şu halde bile milyonlarca gencin İslâm’ı seçmiş olması, sayıca daha da fazlasının ise gerçeği bulmak için yollara düşmesi, bize bu gerçeği haykırıyor. ‘Dindar’ olmanın maddî-manevî mahrumiyet ve horlanma sebebi olabildiği şu ülkede dahi, böylesi binlerce, yüzbinlerce, belki milyonlarca genç aramızda dolaşıyor. Bu ülkede, üzerine kapı kilitlense, kendisine deli muamelesi yapılsa dahi namazından vazgeçmeyen; ulaşabildiği ve ancak gizlice okuyabildiği kitaplar saklandığı yerlerden bulunup yakılsa dahi iman yolunda yolculuğunu sürdürebilen genç erkekler; üniversite kapısında binbir mihnetle yüzyüze kalabileceğini bildiği ve ailesinde tek bir mesture olmadığı halde Rabbinin rızasını gözeterek örtünebilen genç kızlar bulunuyor.

Ahir zamanda genç olmak zor, biliyorum. Ahir zamanda mü’min genç olmanın daha kolay olmadığını da biliyorum. Ama doğuda batıda yaşanıp nazarımıza ilişen böylesi milyonlarca örnek, bize ‘zor’ olanın ‘imkânsız’ da olmadığını açıkça gösteriyor.

Ve, fetrete karşı fıtratın, hazır cevaplara karşı soruların, yanlış kapılara karşı doğru arayışların eşliğinde yaşanan bu vâkıaya bakıp, kim olursa olsun bütün gençlere arkadaş nazarıyla baktığını söyleyen bir şefkat ve hikmet erinin ruh haliyle donanalım istiyorum. Arayan her gence bu nazarla bakarken, bin türlü engeli aşıp hakikati bulabilmiş her bir gence, ‘ahir zaman evliyası’ gözüyle bakalım istiyorum.

Zira, ahir zamanda genç olmak, ateşler içinde olmaktır. Ahir zamanda mü’min genç olmak, ateşler içinde yanmamaktır. 

Âhir zamanda mü’min genç, ateşler içinde İbrahim misalidir açıkçası. Firavun sarayındaki Musa, çağın Züleyhaları karşısında Yusuf misalidir.

Ve, ateşler içinde İbrahim’i yakmayan, Firavun sarayında Musa’yı saptırmayan, Züleyha karşısında Yusuf’u kandırmayan sırra erildiğinde, ahir zamanda mü’min genç olmanın yolu elbette görülecektir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun