Hadis ravileri ne zamandan itibaren bilinmektedir? Raviler nasıl sınıflandırılmıştır ve bu sınıflandırılma neye göre yapılmıştır?

Tarih: 11.05.2012 - 13:31 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Hadis ravilerini anlatan kitaplar, tabiinden -hatırladığıma göre, yanlış da olabilir- neredeyse bir asır sonra yazılmıştır. Bu durumda ravilerin hakikaten güvenilir olup olmadığı nereden bilinebilir? 

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Hadis ravilerini anlatan müstakil kitaplar, tabiinden sonra yazıldıysa da sahabe döneminden itibaren hadis ravileri, hadis uzmanları tarafından bilinmekte; ayrıca bu raviler, tarih, megazi ve tabakat kitaplarında anlatılmaktadır.

Sözlükte "yaralamak, ta'n etmek" anlamlarına gelen cerh, terim olarak, hadis râvisinin, adalet ve zabt yönlerinden sahip olduğu kusurlu vasıfları dolayısıyla tenkid edilip reddedilmesidir. Cerh edilen râviye mecrûh denir. Mecrûh bir râvinin hadisi zayıf sayılır. Tezkiye etmek, bir kimsenin adaletli olduğunun açıklanması anlamına gelen ta'dil ise, hadis ıstılahında, râvinin âdil ve zâbıt olduğuna karar verilerek, rivâyetlerinin sahih olduğunu bildirilmesidir.
 
Cerh ve tadil, hadis ilminin en önemli konularındandır. Gayesi, hadisleri zayıflarından ayırmaktır. Nihâî hedefi ise dini korumaktır. Cerh ve ta'dil olmadan hadislerin değeri tespit edilemez. Hadisin değeri, diğer etkenlerden önce, hadisi nakleden râvîlerin güvenilir olup olmadığına bağlıdır. 
 
Hadiste çok önemli bir yeri olan râviler tarihi, başlangıçta siyer, megâzî veya cihad adını taşıyan bablar halinde hadis edebiyatı içinde yer alan İslâm tarihinin bir kolu idi. Bu sebeple İbn Maîn, İbnü'l-Medînî ve Buhârî gibi âlimler hadis ricali ile ilgili eserlerine "tarih" adını vermişlerdir. Hadisçilerin cerh ve ta'dîl metotları büyük ölçüde tarih ilminde de kullanılmış, meselâ hadis râvisinde aranan adalet ve zabt şartı tarihçide de aranmıştır. Fakat tarih ilminde bu metotlar hadis ilminde olduğu kadar başarılı bir şekilde kullanılamamıştır.
 
Arap dili ve edebiyatı âlimleri, dil kaynağının sıhhatini ve bu kaynaktan nakilde bulunanların ehliyetlerini tesbit ederken, cerh ve ta'dîl metodunu geniş biçimde kullanmışlar; dille ilgili malzemeleri topladıkları kimselerin doğru sözlü, güvenilir ve âdil olmalarını şart koşmuşlar, bu amaçla dil ve edebiyat âlimlerinin tenkide tâbi tutulduğu tabakat kitaptarı telif etmişlerdir.
 
Gıybet olduğu gerekçesiyle râvilerin cerhedilmesine karşı çıkanlar da olmuştur. Halbuki Allah Teâlâ şahitlerin âdil ve güvenilir olmasını (Bakara, 2/ 282) ve fâsığın verdiği haberin doğruluğunun araştırılmasını (Hucurât, 49/ 12) emretmiş, Hz. Peygamber (asm) de bazı şahıslar hakkında cerh ve ta'dîl ifadeleri kullanmıştır. Meselâ, kendisini ziyaret etmek isteyen bir kişiyi, "O kabilesinde kötü olarak tanınan biridir." (Buhârî, Edeb, 38) diye yermiş, Abdullah b. Ömer'i de "Ne iyi adamdır, sâlih kişidir." (Buhârî, Menâkıb, 19) diyerek övmüştür. 
 
Sahâbîler de rivayetleri Kur'an ve sünnetin koyduğu esaslar içinde doğru olarak tesbit etmek amacıyla, son derece dindar kimseleri bile gerektiğinde cerhetmekten kaçınmamışlardır. Zira haberler, akıllı ve sözüne güvenilir kimseler tarafından nakledildiği takdirde delil olarak kullanılabilir. Kişinin akıllı ve güvenilir olup olmadığı ise, ancak tenkitle anlaşılır. Ayrıca dünya işleri için bile şahitlerin mutlaka tezkiye edilmesi gereği, dinin kaynaklarından biri olan hadisleri hata ve yalana karşı korumak için râvilerin cerhedilmesinin zorunlu olduğunu ortaya koyar. Yahya b. Saîd el-Kattân'ın,
"Kendilerini tenkit ettiğim kimselerin bana düşman olması, 'Yalana karşı hadislerimi niçin korumadın?' diyerek Resûlullah'ın düşman olmasından iyidir."
demesi, hadis âlimlerinin ehliyetsiz râvileri cerhetmenin haram olan gıybete girmediği kanaatinde olduklarını göstermektedir.
 
Cerh ve ta'dîl ilminin doğuşunun ve daha sonra ayrı bir ilim haline gelişinin başlıca sebepleri, insan zaafları ve hadis uydurmacılığı hareketidir. İnsanın zaaflarından olan unutma ve yanılma, zaman zaman hadis rivayet edenlerde de görülmüştür. Öte yandan "fitne" diye anılan, Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle başlayıp Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasında devam eden ve hadis uydurmacılığını başlatan olaylar, râvilerin sıkı bir denetime tâbi tutulmasını gerekli kılmıştır. 
 
Hadis uydurmacılığının cerh ve ta'dile kazandırdığı bu yeni boyutu İbn Şîrîn (ö. 110/728) şöyle açıklamaktadır:
"Önceleri isnad aranmazdı. Ancak fitne ortaya çıktıktan sonra râvilerin adları sorulmaya başlandı. Böylece sünnet ehli olanların hadisleri alınır, bid'at ehlinin hadisleri terk edilirdi." 
İbn Abbas da hadislere yalan karıştırılmadan önce Hz. Peygamber (asm)'den bir söz nakledildiğinde gözlerini dört açıp kulak kesildiklerini, fakat insanlar doğru yanlış ayırımı yapmaksızın duydukları her şeyi nakletmeye başladıktan sonra sadece bildikleri rivayetlere kulak verdiklerini söylemiştir. Bu husus, cerh ve ta'dîl hareketinin hadis râvilerine yönelik ve giderek sistemleşen bir ilim haline gelmesinde hadis uydurma teşebbüslerinin önemli rolü olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber (asm) devrinde ise ashabın, hadisleri her türlü sahtelikten uzak tutmada gösterdikleri titizlik sebebiyle birbirlerinden duydukları rivayetleri bizzat Peygambere sormaları gayet sınırlı bir çerçevede kalmaktaydı.
 
Hz. Peygamber (asm)'in vefatından sonra devlet idaresini üstlenen Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali devirlerinde de cerh ve ta'dîl faaliyetlerinin büyük ölçüde haberin doğruluğunu tekit gayesiyle sürdürüldüğü anlaşılmaktadır. Kur'an ve Sünnet'i en iyi bilen sahâbîlerden olmasına rağmen Hz. Ebû Bekir, düşülmesi muhtemel hatalara karşı, ninenin torunundan alacağı mirasla ilgili hadiste olduğu gibi, gerektiğinde râviden rivayetine dair şahit getirmesini istemiş, bu sebeple kendisi, Hâkim en-Nîsâbûrî ve Zehebî tarafından râvi hakkında ilk araştırma yapan münekkit sayılmıştır.
 
Hz. Ömer de rivayet esnasında farkında olmadan fazla veya eksik bir şey söyleyerek, daha sonra gelenlerin bunları hadis diye rivayet edip dinde tahrife sebebiyet verebilecekleri endişesiyle, hadis rivayetinde sertliğe varan bir hassasiyet göstermiştir. Bazı sahâbîlerden rivayetlerine dair şahit istemesi yanında çok hadis rivayet edenleri uyarmış, Irak'a gönderdiği heyetten gittikleri yerlerde az hadis rivayet etmelerini istemiştir. 
 
Hz. Ömer, hadis rivayeti konusunda ashabı bu derece sıkı kontrol altında tutması sebebiyle, İbn Hibbân tarafından râviler hakkında geniş ve ayrıntılı araştırma yapan ilk münekkit olarak kabul edilmiştir.
 
Rical tenkidinde kendisine has bir yol takip eden Hz. Ali de selefleri gibi hadis rivayetinde ihtiyatlı davranmış, "Resülullah'a yalan isnat etmektense gökten düşmeyi tercih edeceğini" belirtmiş ve râvileri, rivayetlerini Hz. Peygamber'den duyduklarına dair yemin ettikleri takdirde onaylayacağını söylemiştir. Bu metoduyla Hz. Ali önde gelen sahâbî münekkitler arasında yer almıştır. 
 
Hulefâ-yi Râşidîn'den başka İbn Abbas, Abdullah b. Selâm, Ubâde b. Sâmit, Enes b. Mâlik ve özellikle de Hz. Âişe râvileri tenkit etmişlerdir. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in hadis rivayetinde gösterdikleri titizlik ve aldıkları sıkı tedbirlerin amacı, kendilerine hadis nakledenlerin yalancılığından şüphelendikleri için onların hadis rivayet etmelerine engel olmak değil, hadis rivayetinde insan tabiatından kaynaklanan hataları önlemek veya asgariye indirmek, ayrıca fetihler sebebiyle hızla genişlemeye başlayan İslâm coğrafyasında bulunan İslâm düşmanlarının, münafıkların ve mürtedlerin, maksatlarına uygun hadisler icat etme ihtimali gibi dıştan gelebilecek düşmanca davranışlara karşı koymaktır. Hz. Ömer, rivayetlerine dair kendilerinden şahit istediği Ebû Mûsâ el-Eş'arî ile Übey b. Kâ"ba. bu davranışıyla onları yalancılıkla itham etmediğini söylemiş, ancak Resûlullah'tan hadis nakletmenin zor bir iş olduğunu, insanların bu rivayetlere dayanarak yanlış bir harekette bulunmalarından endişe ettiği için bu yola başvurduğunu belirtme ihtiyacını duymuştur. Hz. Ali'nin râvilere yemin teklif etmesi de onları yalancı kabul ettiği için değil, rivayetlerinde gevşek davranmalarına engel olmak içindir.
 
Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle başlayıp devam eden iç karışıklıklar, hadis râvilerinin daha dikkatli bir şekilde incelenmesini gerektirmiş ve o zamana kadar pek aranmayan isnad uygulamasını zorunlu hale getirmiştir. Böylece meselenin odak noktasını oluşturan isnadın ortaya çıkması ile cerh ve ta'dîl faaliyetleri belirginleşerek daha sistemli bir merhaleye ulaşmıştır.
 
Ashabın tenkit metodunu örnek alan tabiîn münekkitleri arasında Saîd b. Müseyyeb (ö. 94/713), Ebû Seleme b. Abdurrahman b. Avf, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe, Urve b. Zübeyr, Süleyman b. Yesâr, Saîd b. Cübeyr, İbrahim en-Nehaî, Hârice b. Zeyd b. Sabit, Tâvûs b. Keysân, Şa'bî, Kasım b. Muhammed b. Ebû Bekir, Salim b. Abdullah b. Ömer, Hasan-ı Basrî. İbn Şîrîn, Ata b. Ebû Rebâh, İbn Şihâb ez-Zührî, Eyyüb es-Sahtiyânî, Yahya b. Saîd el-Ensârî, Hişâm b. Urve ve A'meş'i (ö. 148/765) saymak mümkündür.
 
Tabiîn devrinde de şifahî olarak yürütülen cerh ve ta'dîl faaliyetleri müstakil bir İlim halini alacak şekilde gelişmemekle beraber yaşanan çekişme ve kargaşa ortamı, bu neslin ağır bir tenkitçilik yükünü omuzlamasını gerektirmiştir. Bu dönemdeki tenkitçiliğin en önemli özelliği, Hz. Peygamber (asm)'in hadislerini siyasî ve itikadî amaçlarla kullanma girişimleri karşısında râvinin zabt yanında adalet yönüyle de tenkide tâbi tutulmasıdır.
 
II. yüzyılın ortalarından itibaren başlayan tebeu't -tabiîn devriyle hadis tenkitçiliği yeni bir safhaya girmiştir. Bu dönemde İslâm coğrafyasında değişik merkezlerde tenkitçilik ekolleri daha da belirginleşmiş, hadis rivayetiyle uğraşanlar çoğaldıkça tenkide uğrayanların sayısı da artmış ve pek çok münekkit hadisçi yetişmiştir. Bidat, taassup, felsefe ve ilhâd hareketlerinin yaygınlaşmasıyla hadis uydurmacılığı da artmıştır. Daha önceki devirle kıyaslanmayacak derecede yaygınlaşıp önem kazanan ilim yolculukları, münekkitlerin belli bir yörede kalmayıp bütün ilim merkezlerini dolaşarak sened ve râvi soruşturması yapmasına zemin hazırlamış, bu sebeple de dönemin münekkitleri belli bir bölgenin râvileri hakkında değil genel olarak bütün râviler hakkında kanaat belirtmişlerdir.
 
Tenkit faaliyetleri tebeu't-tâbiîn döneminde tedvîn edilmeye başlanmış ve ilk defa Basra'da Yahya b. Saîd el-Kattân cerh ve ta'dîl ile ilgili sözlerini yazılı olarak bir araya getirmiştir. Bu dönemde râvi tenkidiyle uğraşan âlimler arasında Küfe'de Süfyân es-Sevrî, Veki b. Cerrah, Basra'da Şu'be b. Haccâc ve Abdurrahman b. Mehdî, Horasan'da Abdullah b. Mübarek, Medine'de Mâlik b. Enes ve Süfyân b. Uyeyne, Dımaşk'ta Abdurrahman el-Evzâî ve Mısır'da Leys b. Sa'd'ın adları zikredilebilir. Bunlardan, kendilerini tenkitçiliğe adamış olan Yahya b. Saîd el-Kattân ile İbn Mehdî'nin tenkidine uğrayanların rivayetleri kesinlikle reddedilmiş, iyi kabul ettikleri de güvenilir ve makbul sayılmıştır.
 
Cerh ve ta'dîl faaliyetlerinin müstakil bir ilim olarak kabul edilmeye başlandığı tebeu't-tâbiîn dönemi 220 (835) civarında sona ermiş, bunu takip eden yıllarda İbn Sa'd ile (ö. 230/845) başlayan ve aynı yüzyılın son çeyreğine kadar devam eden zaman dilimi, mütehassıs eleman ve eser tasnifi bakımından bu ilmin altın çağı sayılmıştır. 
 
Bu dönemde Ahmed b. Hanbel ve Buhârî’nin temsil ettiği iki tabaka bu sahadaki gelişmelerin zirvesidir. Aynı devrede genellikle tarih, tabakat, ilel, ma'rifetü'r-ricâl ve suâlât gibi adlarla, önceki münekkitlerin tenkit ve ictihadlarını da ihtiva edecek şekilde cerh ve ta'dîl eserleri telif edilmiş, ayrıca cerh ve ta'dîl ilminin genel kuralları ve kendine has lafızları teşekkül etmiştir. (TDV İslam Ansiklopedisi, Cerh ve Ta’dil md.)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 5.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun