"Siz içinizden cumartesi gününde haddi aşanları biliyorsunuz. Onlara 'Alçalmış maymun olunuz.' dedik." ayeti, evrimin ortaya çıkışında etkili olmuş mudur?

Tarih: 01.07.2006 - 17:27 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

İçinizden cumartesi günü yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı onlara "sefil maymunlar olun!" dedik.

İşte burada böyledir; siz herhalde içinizden Cumartesi gününe saygı gösterme hususundaki dinî yasakları çiğneyenleri bilirsiniz. A'râf sûresinde

"Onlara deniz kıyısında bulunan o kasaba halkının durumunu sor. Hani onlar Cumartesi günü yasağına saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı, balıklar da onlara o gün akın akın geliyorlardı..." (A'râf, 7/163)

âyetinde açıklandığı üzere, deniz kıyısında bulunan bir kasabada cumartesi günü yasağına saygı göstermeyip, dinin koyduğu kuralı hiçe saymışlardı da Biz de onlara "Maymun olun, sürünün!" dedik.

Ve bu hadiseyi hem o zaman hazır olanlara, hem de arkadan geleceklere bir ibret-i müessire (tesirli ibret), etkili bir gözdağı yaptık, korunacaklara da unutulmayacak bir öğüt, bir mev'iza kıldık.

Onlar verdikleri sözde durmadılar. Ahde vefa etmek, insanlık borcu ve gereği iken ona yanaşmadılar. İşte bu sebeple insanlığın gereklerinden olan ilim ve idrak, marifet ve iz'andan mahrum edilerek maymun kılıklı, sefil, boynu bükük ve sürünen kimseler oldular, ki, buna "mesh" tabir olunur.

Bunlar dış görünüşüyle kuyruklu maymunlara mı döndüler? Yoksa dış görünüşüyle insan şeklinde oldukları halde iç dünyaları ve huyları itibariyle manen maymun gibi mi oldular? Bunun tefsirinde iki görüş vardır. Tefsircilerden pek çoğu, âyetin lafzına ve dış yüzüne nazaran tam ve gerçek mesih (suret değişikliği) olduğunu söylemişlerdir.

Fakat Mücahid ve onun izinden giden diğer tefsirciler, bu hükmün temsilî olduğunu, şu halde meshin manevî olması gerektiğini savunmuşlardır. Ki, zamanımızın anlayışına bu daha uygun görünmektedir. Gerçi hakikate nazaran, suretçe değişiklik manevi değişmeden daha müşkil ve daha mühim değildir.

İnsanlık şiarlarının söndüğü bir bedenin dış yüzüyle dahi maymun suretini alıvermesi, iyi düşünülürse, hemen hemen normal bile görülebilir. Allah korusun çeşitli kötü hastalıklar ile kılığını değiştirmiş nice bedenlere tesadüf edilegelmiştir.

Fakat hayvan şekilleri içinden bilhassa maymun suretinin zikredilmesi herhalde manevi meshin ehemmiyetine bir karine gibidir. Aslında insan ile maymun arasındaki gerçek fark, yalnızca bir kıl, bir kuyruk farkı değildir. Akıl, mantık, huy ve ahlâk farkıdır. Maymunun bütün hüneri taklit hissinin gelişmişliğindedir. İnsanın yaptığı hareketleri gören maymun onu derhal taklit eder. Bu taklit özelliği, birçoklarının nazarında maymunu insana adeta yaklaştırır.

Halbuki maymunun önünde günlerce ateş yakınız, soğuk günlerde karşısında ısınmayı gösteriniz, sonra onu alıp bir kıra götürünüz, yanına kibrit, çıra, odun, kömür koyunuz, o yine de üşüdüğü zaman bunları bir araya getirip bir ateş yakamaz ve ısınmayı başaramaz.

Bu kadarcık bile mantık ilişkisi gösteremez. Artık bunun üzerine terettüp edecek diğer aklî işlemlerin derecesini tasavvur ediniz. İşte manevi dünyası meshe uğramış olan insanlar da böyledir: Onlar kör bir taklitten başka bir şey yapamaz ve hayvanî duygularından öteye geçemezler. Bir bakıma insan gibi görünürler, hakikatte ise maymundan başka bir şey değildirler. Fındığı kırar yerler de bir fındık ağacı dikmeyi akıl edemezler, "Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar." (A'râf, 7/179).

Evrim Var mı?

Doğal seleksiyon, doğada daimi bir yaşam mücadelesi olduğu ve bu mücadele hayatta kalanların hep "güçlü ve doğal şartlara uygun" canlılar olacağı varsayımına dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanların tehdidi altında olan bir geyik sürüsü içinde, doğal olarak hızlı kaçabilen geyikler hayatta kalacaktır. Doğal olarak da bir süre sonra bu geyik sürüsü, hızlı koşabilen bireylerden ibaret hale gelecektir.

Ancak dikkat edilirse bu süreç, ne kadar uzun sürerse sürsün, geyikleri bir başka canlı türüne dönüştürmez. Zayıf geyikler elenir, güçlüler hayatta kalır, ama sonuçta geyiklerin genetik bilgisinde bir değişiklik olmadığı için, bir "tür değişimi" gerçekleşmez. Geyikler ne kadar seleksiyona uğrarlarsa uğrasınlar, geyik olarak yaşamaya devam ederler.

Geyik örneği tüm türler için geçerlidir. Doğal seleksiyon sadece bir popülasyon içindeki sakat, zayıf ya da çevre şartlarına uymayan bireyleri ayıklar. Yeni canlı türleri, yeni genetik bilgi ya da yeni organlar ortaya çıkaramaz. Yani, evrimleştiremez. Darwin de bu gerçeği "Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz." diyerek kabul etmiştir. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 177)

Evrimcilerin kendilerine dayanak yaptıkları hususlardan biri de "naturel seleksiyon", Türkçe ifadesiyle "ıstıfa-i tabiî" veya "tabiî ayıklanma" iddiasıdır. Onlara göre, değişik felâketler, seller, çöküntüler, hadiselerin kahrediciliği, mukavemeti olmayan varlıkları alır götürür ve geriye güçlü, dayanıklı olanlar kalır.

Her şeyden önce, bunun evrimle alâkasını kurmak ne ölçüde mümkündür bilemiyorum. Çünkü, bu türden felâketlerde ayakta kalan canlıların tür değiştirdiğine dair bir emare yoktur. Yeryüzünde zamanla bazı hayvan türlerinin yok olup gittiği söylense de ne bu hayvan fosilleri yeni bir tür olarak ortaya çıkmış ne de geride kalanlar veya bir felâketten geriye kalan güçlüler, bir üst sınıfa atlamışlardır.

İkinci olarak, her canlı nev’inin içinde her zaman güçlüler de vardır zayıflar da; bunlar, bir arada yaşayıp giderler. Fakat Cenab-ı Allah’ın, hayvanların hayatı için koyduğu kanunlar çerçevesinde, bir nev’ veya sürü içinde bazı fertlerin zayıf, bazılarının da güçlü olmasının çok müthiş hikmetleri vardır.

Bazı türlerin etle beslenmesi, tabiatta bir gıda zinciri oluşturmakta ve bu sayede ekolojik sistem bütün mükemmelliği içinde devam etmektedir. Eğer böyle olmamış, meselâ bir ceylan sürüsünde aslana, kaplana yakalanmayacak fertler bulunmamış olsa veya her türün bütün fertleri kuvvetli olmuş olsa idi, bu takdirde etle beslenen hayvanların hepsi ölür gider, diğer hayvanlar berikilerin aleyhine çoğalır ve ekolojik denge kökünden sarsılırdı. Hayvanlar âleminde görülen bu vakıa, zayıf fertleri bazı nev’lere gıda teşkil eden türlerin mevcudiyetlerini sürdürmelerinde mühim bir faktördür.

Burada şunu da kaydetmeliyiz ki, bir nesilde zayıf hayvanlar yok oluyor diye, sonraki nesiller artık güçlü olarak dünyaya gelmemektedir. Her nesilde güçlülerle zayıflar yine bir arada bulunmakta, yine bazı zayıflar, yaşlılar ve sürüye ayak uyduramayanlar et yiyici vahşi hayvanlara gıda olmakta ve türün hayatı sürüp gitmektedir.

Buradan hareketle, evrimciler ve tabiatperestler, hayatın bir cidal, bir kavgadan ibaret olduğu şeklinde, tek bir vakayı bütün canlıların hayatına teşmil etme gibi büyük bir cinayeti de işlemişlerdir.

Bunlara göre, hayatın tek gayesi, canlının varlığını sürdürmesi, bunun için de gıda temininden ibarettir. İnsan hayatını da aynı şekilde değerlendiren evrimci, tabiatçı ve materyalistler, bu şekilde zayıfların aleyhine kuvvetlilerin ayakta kalmasını âdeta tabiî bir hak gibi görmüş, insan hayatının gâyesini de, yeme, içme ve tenasülden ibaret olarak telâkki etmiş, böylece hem insanlar ve milletler arasındaki yardımlaşmanın önünü keserek istismarı âdeta meşrulaştırmış ve insanı da, taşıdığı bütün ulvî değerlerden soyarak, hayvanlar, hatta onların da altında bir derekeye indirmişlerdir.

Halbuki, hayatta cidal, tamamen ârızîdir; aslolan yardımlaşmadır. Bir canlı vücudunun bütün azaları birbiriyle yardımlaşmakta, tek bir meyvenin, cinslerine göre insanlara ve hayvanlara gıda olması için ısısı ve ışığıyla güneş, hava, su, toprak, o meyvenin çimlenme kabiliyeti gibi kâinattaki bütün unsurlar el ele vermekte, bitkiler kendilerine rağmen hayvanların ve insanların, hayvanlar insanların, insan ise, yeryüzünde halifelik vazife ve mesuliyetinin gereğini yaptığı takdirde bitkilerin ve hayvanların imdadına yetişmekte, hayatlarının devamına hizmet etmektedir.

Harikulâde âhenkli bu yardımlaşma korosuna bitkiler ve hayvanlar, Allah’ın kanunlarına mecburî itaatla ve hayatlarının fıtrî (tabiî) bir gereği, bir buudu olarak katılırken, insan, iradeyle serfiraz kılındığından, bu koroya iradesiyle katılmak mevkiinde bulunmaktadır. Buradan hareketle insana düşen, yeryüzünü de bir cidal, bir kavga, bir savaş arenası değil, bir yardımlaşma, bir kardeşlik beşiği hâline getirmektir.

Fakat evrimciler, meseleyi tam tersi yönde takdim etmekle, yeryüzünde son 1-2 asırda görülen çatışmalar, savaşlar, sözde devrimler gibi cihan çapında felâketlerden sorumlu olmadıkları söylenemeyeceği gibi, insanlık tarihinde görülen benzeri fecaatleri, beynelmilel sömürgeciliği, köle ticaretini, ırk ayırımını, kuvvetin hakka rağmen hakimiyetini tarihin “tabiî” seyri olarak görmekle, bunları âdeta meşrulaştırmadıkları da söylenemez.

Nitekim, tarih görüşünü bu temele oturtan komünizmin kurucusu Karl Marks, Darwin’e çok şey borçludur ve komünistlerin, materyalistler içinde en hahişkâr evrim müdafileri olmaları da boşuna değildir. Çünkü evrim, ateizmin de temel dayanaklarındandır.

Zaten evrim, büyük ölçüde bütün bu faktörlerden dolayı bilim çevrelerinde ısrarla gündemde tutulmakta ve kendisi bir dogma, bir ideoloji olarak takdis edilmektedir.

Fakat ne tuhaf ve ne büyük bir tenakuzdur ki, aynı çevreler, çoğu zaman insan haklarının, ezilmişlerin, temel hürriyetlerin yanısıra bilhassa düşünce hürriyetinin, sulh-ü umumînin şampiyonluğunu da kimseye bırakmamaktadırlar.

Evrimcilerin tabiî seleksiyon iddialarına rağmen, sel, zelzele, çöküntü gibi karşı konulmaz çapta büyük felâketler, zayıfların yanısıra en güçlüleri de önlerine katıp götürmekte, meselâ korkunç bir deniz dalgasıyla zayıf, kuvvetli binlerce, milyonlarca canlı kayalara çarparak veya dalgalara kapılarak ölmektedir.

Ayrıca, yine bu iddiaya rağmen, tarihin her döneminde, her yıl, her mevsim ve her gününde tabiatta Allah’ın sanatı, kanunu ve icraatı içinde en zayıf ile en kuvvetli, denizlerde iğne balığı ile balinalar ve köpek balıkları, göklerde kartallar ve akbabalarla serçeler, güvercinler, karada karıncalarla, tavşanlarla, karacalarla aslanlar, kaplanlar, vaşaklar, panterler yine bir arada yaşamakta, dolayısıyla ekolojik denge, tabiattaki âhenk, mükemmeliyet, hiçbir yara almadan milyonlarca yıldır sürüp gelmektedir.

Hatta, koyun, güvercin, karaca gibi parçalayıcı, et yiyici olmayan zayıf hayvanlar, diğerlerine nispetle daha az ürediği, senede bir veya en fazla iki yavru yaptıkları halde, daha fazla üreyen yırtıcı hayvanlara nispeten hemen her yerde nüfusları çok daha fazla kalabalık olarak varlıklarını devam ettirmektedirler.

Demek ki ortada, bir yok etme değil, hayata hizmet vardır ve yaptıklarının şuurunda olmayan, neyi niçin yaptığını bilmeyen bitkilerden, hayvanlardan müteşekkil sayısız canlı, esasen hayatlarıyla çok daha ulvî gâyelere hizmet ve bu hizmetleriyle de Allah’a tesbih ve hamd etmektedirler.

Dolayısıyla, tabiatta evrimcilerin iddia ettikleri hususiyet ve vüs’atte, insanların, milletlerin içtimaî hayatında ise âdeta tabiî, karşı konulmaz bir kanun, sosyolojik bir vakıa gibi takdim edilen tabiî seleksiyondan bahsetmek mümkün değildir.

Mikroorganizmalardan karınca ve arılara, onlardan da sahraların âhûları, deryaların zayıf mâhîlerine kadar bütün iktidarsızların, çok kuvvetlilerden kat kat fazla bulunmaları, beşerî ve hayvanî her türden vahşet ve canavarlıkların öldürücü girdaplarında dahi hayatın sürekli fışkırıp durması, bunca handikaplara rağmen, zayıflardan zayıf narin yaratıkların kendilerine has zırh ve tabiyelerle korunmaları, bunun neticesi olarak da, dünden bugüne ekolojik dengenin muhafaza edilegelmesi gibi hususların hemen hepsi ilmin tespit ettiği meselelerdir ve natürel seleksiyonun tepesine indirilmiş birer balyoz mahiyetindedir.

Kaldı ki bugün paleontoloji, evrimci düşüncenin aksine, iptidaî yaratıklar sayılan basit hücrelilerle, kurbağalar, sürüngenler, kuşlar ve memeliler gibi oldukça kompleks varlıkların bir arada yaşadığını söylemektedir.

Meselâ: Istifa-i tabiiyle bundan 300-400.000.000 yıl önce silinip gittiği iddia edilen Neoplina, 70.000.000 yıl önce yaşadığı kabul edilen Coelacanth, 565.000.000 yıl önce yaşamış olduğu söylenen Crinoid, 225.000.000 yıl önce yaşadığına hükmedilen Limulus, 2.000.000.000 yaşındaki Gunt-Flint bitki fosilleri ve daha yüzlercenin... halâ hayatlarını sürdürüp, günümüzdekilerle tıpatıp aynı olması, evrimin yerde ve gökte yerinin olmadığını ilân eden şahitlerdir. Bunu bir kısım mutedil evrimciler de itiraf ederek; balıklar, sürüngenler ve memeliler gibi büyük hayvan gruplarının dünya yüzünde asıl şekil ve hüviyetleriyle birden beliriverdiklerini söylemekten çekinmemektedirler.

Kısaca, evrimde sık sık başvurulan adaptasyon gibi natürel seleksiyon (ıstifa-i tabii) da, zayıf, tutarsız, karanlık bir faraziyeden başka bir şey değildir. İlmî müşahedeler, evrimci düşüncenin zannettiği gibi, ne muhit ve iklimin güçsüzleri zorlayıp nev’in sınırları dışına atmasını, ne de kuvvetlinin bütün bütün hayat hakkını ele geçirip zayıfları iflah etmemesini doğrulamıştır.

Dolayısıyla, varlığın sînesinde duyulan, sadece güçlünün hay-huyu ve güçsüzlerin ölüm iniltileri değildir. İnsanlık tarihinde böylesi manzaralara zaman zaman rastlansa da, çok defa hakkın hakimiyetiyle, kuvvetli ve zenginlerden zayıf ve fakirlere şefkat ve merhamet, zayıf ve fakirlerden kuvvetli ve zenginlere teşekkür gitmiş ve tarihin çizgisi bugünlere gelip ulaşabilmiştir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

muratçakır

ALLAH c.c razı olsun.Bu metnin sadece bir paragrafı bile onların iddalarını kökten çürütmeye yeterli olacak derecede ilimle doludur.Evinin perdesi açılmadan eve güneş girmeyeceğini bilen şu insanoğlu,gönlüne ilim güneşinin ışığını yansıtmak için gözünün perdesini aralamaya neden çalışmaz hayret.Bu sitenin içindeki soru-cevap arşivini barındıran bir program (Bilgisayar,Pda,Cep telefono vs için)yapılsa ne güzel olurdu.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun