Cenab-ı Hakk'ın mekandan münezzeh olmasını nasıl anlamalıyız?

Cenab-ı Hakk'ın mekandan münezzeh olmasını nasıl anlamalıyız?
Tarih: 11.09.2006 - 18:40 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Cenab-ı Hakk'ın hacmi, kütlesi, şekli veya sureti var mıdır?
- Cenab-ı Hak mekândan münezzeh midir, yani mekânı yok mudur?
- Eğer mekânı yok ise ahirette cennet ehli tarafından görülebileceği söyleniyor. Mekândan münezzeh olan bir şey nasıl görünebilir?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Cenab-ı Hak bütün yaratılmış şeylerden münezzeh ve müberradır. Onun zatı hakkında ne düşünülürse düşünülsün ondan müberradır. Çünkü insan aklı onu anlayamayacaktır.

İnsan bedeninde bulunan ruhun mahiyetini insan aklı kavramaya güç yetirememektedir. Allah'ın yarattığı bir mahluku anlayamayan insanın, onu Yaratanı anlaması elbette mümkün değildir.

Öncelikle, şurası iyi anlaşılmalıdır ki bir şeyin varlığını bilmek ayrıdır, mahiyetini bilmek ayrıdır. Kâinatta bir çok şey vardır ki; akıl onların varlıklarını apaçık bildiği hâlde mahiyetlerini kavrayamamaktadır.

Mesela insan, bir fizik kanuna olan yerçekimini bildiği ve hatta o kanuna tabi olduğu hâlde, onun mahiyeti hakkında hiçbir fikir sahibi değildir. Annenin, evladına sarılmasıyla varlığını anladığımız şefkat hissinin nasıl bir his olduğu konusunda yine hiç kimse bir fikir sahibi değildir. Ruh, elektrik, hayal gibi hususların varlığı nasıl apaçık bir hakikat ise onların mahiyetlerinin bilinmemesi de aynı derecede açık bir hakikattir.

Akıl ile anlaşılamayacak konuları anlamaya, izaha zorlanmak; demagojidir, cehalettir. Bu davranışıyla insan, doğru düşünce kulvarından sapar ve altından kalkamayacağı ve sonuçta kendisinin helâkine sebep olacak ağır bir yükün altına girer.

Eser ustasının idrak edip anlayamayacağı gibi, akıl da kendisini yaratanın mahiyetini anlamaktan acizdir. Çünkü akıl, yaratılmıştır ve sanat eseridir ve sınırlıdır. Görmenin, işitmenin kısaca beş duyunun sınırlı bir algılama sahası olduğu gibi, aklında belirli bir anlama sahası, sınırlı bir algılama gücü vardır. Cenab-ı Hakk’ın kudsî mahiyetini anlamak, idrak etmek, aklın idrak ve intikal sahasının dışındadır.

Şurası bilinen bir gerçektir ki; insan değil Allah’ın zatını, kendi ruhunun, hayalinin, vicdanının dahi mahiyetini kavrayamaz. Çünkü saydığımız bu özellikler cismanî olmadığından dolayı, akıl onlara bir suret giydiremez, bir şekil veremez. Mesela, hayal için; uzunluk-kısalık, büyüklük-küçüklük, söz konusu olmadığından, akıl onlara bir şekil veremez ve bir sınır çizemez. Bununla birlikte hiçbir insan, mahiyeti bilinmemen bu duyguyu inkâr da edemez.

Kendi mahiyetini bilmekten aciz olan insanın, bütün akılların, hayallerin, ruhların, hislerin, vicdanların, hafızaların ve meleklerin yaratıcısı olan Allah’ın kutsi mahiyetini anlamaya zorlanması, en büyük bir cehalet ve demagojidir.

Allah’ın bütün sıfatları, sonsuzdur, sınırsızdır ezelî ve ebedîdir. Akıl ise, sınırlıdır ve sonradan yaratılmıştır. Sınırlı olan sınırsız olanı, başlangıcı ve sonu olan, ezelî ve ebedî olanı elbette kavrayamaz. İşte gerçek anlamda idrak ve doğru algılama, insanın Allah’ın mahiyetini algılamaktan aciz olduğunu anlaması, idrak etmesidir.

İnsan aklı, bilinmeyene bilinenden, soyuta somuttan, zora kolaydan, genele özelden gitme eğilimindedir. Yüce Allah’ın, eşi, benzeri, ortağı, dengi yoktur ki; insan, kıyas ve temsil yoluyla; deney ve tecrübe vasıtasıyla, düşünce ve hayal aracılığıyla onun kutsi hakikatini anlamaya yol bulabilsin.

Aklın, Allah’ın mahiyetini idraki, mantıksal olarak da çelişkiyi gerektirir. Çünkü o hâlde sınırlı, sınırsızı; sonradan olanın başlangıcı olmayanı kapsaması gerekir. Bu ise imkânsızdır. Akıl, Allah’ı varlığı zorunlu, kudreti sınırsız, iradesi sonsuz, ilmi her şeyi kuşatan olarak bilmekle sorumludur. Zaten yaratılış amacı da budur. Şu hâlde Allah’ın kutsal mahiyeti ne idrak ne hayal ne hissedilebilir. Akılla anlaşılan ve duygularla algılanan her şey mahluktur. Allah’ın varlığı bu dünyada, ancak aklın nuruyla görülür, kalbin sezgisiyle sezilir

Evet, aklın görevi, Allah’ın kâinatta yansıyan büyüklük ve yüceliğini, kudret ve hakimiyetini ve yarattıklarında ortaya koyduğu sınırsız estetik dizaynı ve kulları için yaptığı lütuf ve yardımları gözlemlemek derinden derine düşünmektir.(1)
...

Cenab-ı Hak mekândan münezzehtir. Buna misal Güneş ışığı, ısısı ve yedi rengi vasıtası ile, dünyadaki bütün parlak şeylerde bulunur, her yerde sıfatları hükmünde olan ışık, ısı ve yedi renk ile görülür ve vardır, fakat güneş kütlesi ve zatı itibariyle parladığı ve ışıklandırdığı hiç bir parlak şeyde bulunmaz. Demek güneş sıfatları ile dünyadaki tüm parlak şeylerde var, fakat kütlesi ve zatı itibarı ile, dünyadaki hiç bir şeyin içerisinde değildir. İşte güneşe bu özelliği veren Allah'ımızın sıfatları ve mahiyeti elbette aklımızın anlayamadığı kadar mükemmeldir. Allah sıfatları ile, yani kudreti ilmi ve iradesi ile her yeri kuşatmıştır. Fakat zatı itibariyle hiç bir şeyin içerisinde değildir. Demek her yerde hazır olması, sıfatları itibariyledir. Fakat hiç bir mekânda olmaması ise, zatı itibariyledir. Çünkü, mekânı yaratan O'dur ve mekâna muhtaç değildir.

- Allah bize şah damarımızdan daha yakın olduğuna göre, Ona yaklaşmayı nasıl anlamamız gerekiyor?

Cevap: Soruda geçen “yakın” ve “yaklaşma” ifadelerinin mesafe ve mekânla bir ilgisi yoktur. Allah’ın kuluna yakın olması, onun her türlü ihtiyaçlarını bizzat görmesi, bütün hücrelerinde her türlü icraatı kudret ve ilmiyle yapması, ona kendi nefsinden daha merhametli olması gibi manalar taşır. "Kulun Allah’a yaklaşması" ise onun razı olduğu bir kul olma vadisinde attığı adımlarla ilgilidir. İmanındaki inkişaf, ilmindeki terakki, amelindeki ihlas onu Allah’a yakınlaştıran vasıtalardır.

Uzak, yakın, geçmiş, gelecek gibi ifadeler zaman ve mekânla ilgilidir. Maddî olan ve bir mekânda yer tutan varlıklar birbirlerine göre yakında veya uzakta bulunurlar. Maddeden ve mekândan münezzeh olan Allah, mekânın her yerindeki mahlûkatına onların nefislerinden daha yakındır. Keza, zamandan münezzeh olan Allah, zaman nehrinde akıttığı her bir varlığa onun nefsinden daha yakındır.

Allah’ın, mahlûkatına yakınlığı ve mahlûkatın ondan uzaklığı zaman ve mekân ölçüleriyle izah edilemez.

Bir misal: Siz okuduğunuz kitaba ondan daha yakınsınızdır; o kendisinde nelerin yazıldığını bilmez, siz bilirsiniz... Ve kitap sizden çok uzaktır, yani sizi anlamanın, tanımanın, seyretmenin çok gerilerindedir.

Kitabın ilk sayfasındaki bir kelime ikinci sayfadakine yakındır, onuncu sayfadakine ise uzaktır. Ama onları yazan ve bilen müellif, bunların hepsine aynı derecede, aynı seviyede ve aynı ölçüde yakındır. Hepsi, onun ilminde birlikte bulunurlar.

Yakınlık ve uzaklığın bir başka cihetini bize ders veren bir hadis-i kutsî:

“... Kulum bana nafilelerle yaklaşır...”(Buhari, Rikak 38)

Yakınlaşmanın mânevî olduğunu, kalbî ve ruhî olduğunu bu kutsî hadis ders veriyor bize... Nafile; farz ve vacipleri işledikten sonra kulun Rabbine daha fazla yakınlaşmak, kalbini ulvî feyizlere daha ziyade açmak ve ömrünü rıza yolunda daha verimli harcamak niyetiyle yaptığı ibadetler, tefekkürler, ilticalar, şükürlerdir.

Böyle bir kul, Rabbine yaklaşma konusunda her gün biraz daha mesafe kat eder... Kat ettiği bu mesafeler de mânevîdir, rabbine yaklaşması da...

Büyük bir âlim düşünelim. Bu zâtın öğrencilerinin hepsi aynı mekânda bulunsunlar ve sıra ile ondan ders alsınlar. İlme henüz başlamış bir talebe, onun huzurunda oturup dersini aldığı zaman, o yakınlık içinde bir uzaklık vardır. Çünkü o genç adam, o büyük imamı, o dâhi âlimi anlamanın çok ötelerindedir. İlmi ilerledikçe hocasına daha çok yaklaşacak ve ona olan hürmeti, takdiri, hayreti gittikçe artacaktır...

Tahsilinin her safhasında, hocası o talebeye yakındır, onu yetiştirmekte, ilerletmektedir... Burada uzaklık hoca için değil, talebe için söz konusudur. Kâmil bir velîye mürit olmuş noksan bir insan da öyledir... Mânen terakki ettikçe onun ruh dünyasından, gönül âleminden daha fazla istifade edecektir. O büyük velî ise, o müridini mânevî terakkisinin her basamağında takip etmekle ona daima yakındır. Uzaklık mürşit için değil, mürit içindir.

Misallerden hakikate geçelim: Allah, kulunun madde ve mânâ âlemini daima terbiye etmekle, o kuluna onun nefsinden daha yakındır. Kul ise ancak belli sınırlar arasında iş görebilen noksan sıfatlarıyla, bütün sıfatları sonsuz olan Allah’ı hakkıyla anlamaktan çok uzak.(2)

Dipnotlar:

(1) Mehmet KIRKINCI.
2) Prof. Dr. Alaâddin BAŞAR.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun