Şans ve tesadüf kelimelerini kullanmak caiz midir?

Tarih: 17.09.2006 - 18:39 | Güncelleme:

Soru Detayı
Bazıları, yolda şuna rast geldim veya tesadüf oldu gibi konuşmak şirk diyor. Allah'ın kaderinde her şeyin yazılı olduğunu, bilerek ve bu âlemde bir çok olayın kader için değil de, bizim irademiz açısından, şans ve tesadüf kelimelerini kullanmak küfür olur mu?
Cevap

Değerli kardeşimiz,

Tesadüf: Rast gelme, bir şey kendiliğinden olma, tedbirsiz meydana gelme gibi anlamlara gelmektedir. Bunlardan Yaratıcıyı inkâr ederek, kendiliğinden olma anlamında kullanılırsa elbette şirk olur.

Ancak İslam toplumunda Müslümanların kullandığı anlamda asla şirk olmaz. İnsanlar bunu, habersiz, düşünmeden karşılaştım anlamında kullanıyor. Yani Allah'ın bilmesine aykırı olarak değil, kişilerin anlaşma ve düşünce alanına göre tesadüf denildiğinden şirk değildir. Bununla beraber yanlış anlamaya meydan vermemek için "tevafuk" kelimesini kullanmak daha iyi olur.

Tevafuk: Birbirine uygunluk, muvafık oluş, nizamlanmış biçimde birbirine uygun olmak.

Günlük hayatta tesadüf kelimesini çok kullanmamıza rağmen, gerçekte tesadüf yoktur, tevafuk vardır. Yaratılışta ve devam eden hadiselerdeki pek çok noktadaki benzerlikler tesadüf değil, tevafuktur.

Cenâb-ı Hak şu muazzam kâinatı yaratırken, hem yaratıcının tek olduğunu göstermek, hem de kâinattan daha iyi istifade edilmesini sağlamak için bir çok tevafuklarla yaratmıştır.

Meselâ, atom ile güneş sisteminin birbirine bir tevafuku ve benzerliği vardır. Modelleri birbirine benzer. Atomun ortasında çekirdek etrafında da elektronlar döner. Güneş sistemi de aynı şekildedir. Ortada güneş, etrafında da gezegenler döner. Misaller çoğaltılabilir.

Âlemlerin Rabbi ibda ve ihtira sanatını, yani icadını göstermek için her iki sistemde de detayda pek çok harika farklılıklar yaratmıştır. Fakat ilminde sonsuz modeller olmasına rağmen ikisinde de, aynı modeli kullanmıştır. Bunun birinci sebebi elbette tevhid mührüdür. Bu tevafuk zerreyi ve güneş sistemini yaratanın Allah olduğunun ve şirkin müdahalesinin imkânsız olduğunun ilânıdır.

İkinci bir husus ise bu tevafuk biz insanlara bir kolaylıktır. Güneş sistemini bilen bir ilim adamı, atomu incelerken, ister inançlı olsun ister olmasın, peşinen zihnindeki model ile atomu ve elektronları inceleyecektir. Model ve tevafuktan istifade ile yapılan bu tarz çalışmalar, bilim dünyasına çok şeyler kazandırmıştır.

Yine el ve ayak parmaklarının ve diğer uzuvlarının birbirine tevafuku da kâinattaki tevafuklardan birisidir. Aslında Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem (as)’i on parmaklı yaratarak, matematiği de yaratmıştır. On sahifelik de bir talimat vermiştir. Parmak sayısı sayesinde tüm medeniyetler birbirinden haberli habersiz onlu sayı sistemini kullanmıştır.

Yine insan vücudunun veya çiçeklerin ve meyvelerin ve diğer mahlûkatın simetrik olması da, güzellik ve estetikteki Cenâb-ı Hakk'ın hakimiyetinin ve isimlerinin tecellisinin bir göstergesidir.

Yine heykeltıraşların ve ressamların sanatlarının icrasında asırlardır kullandığı altın oranlar, Cenâb-ı Hakk'ın Adl ve Hakem isminin birer tecellileridir. Bu tevafuklar eski çağların ilim adamları ve filozofları tarafından da biliniyordu. Bunu fark eden geometrinin kurucularından biri “Allah daima geometri kullanır.” demiştir.

Gerçekten kâinata bu gözle bakılırsa, yüzümüzde, gözümüzde; ağaçta, meyvede; atomda, güneşte; ve yörüngelerinde velhasıl kâinatın tamamında gizli bir pergel ve cetvelin ve diğer geometri aletlerinin sürekli çalıştığını fark ederiz. Zaten Kur’ân-ı Kerim’deki bir çok ayette de, Cenâb-ı Hak “Biz her şeyi ölçüyle yarattık.” demektedir.
Zerreleri ve güneşleri başıboş ve ölçüsüz bırakmayan âlemlerin Rabbi, elbette insanların tüm fiillerini de kontrol etmekte ve amelleri, zerrelerde gösterdiği aynı hassas ölçülerle, hesap gününde değerlendirecektir. Yani dünyadaki matematik, ahiretteki matematiğin bir göstergesidir.

Halk arasında “Şansım yâver gitti.”, “Şans bana güldü.”, “Şansım yardım etti.”, “Şanslı olarak dünyaya gelmişim.” gibi tâbirler müsbet mânâda, işi yolunda olan, aksiliklerle karşılaşmayan kimseler tarafından; “Bizde şans mı var.”, “Şanssızın biriyim.”, “Şansım olsaydı bu hâle düşmezdim.” gibi sözler de menfi mânâda sık sık tersliklerle karşılaşan, hayatını tesadüflere bağlayan kimselerce kullanılır.

Toplum içinde de “şans” kelimesi daha çok kumar, piyango, toto gibi çevre ve kuruluşlarca tekrar edilir. “Şansınızı deneyin.”, “İyi şanslar.” bunun için tekrarlanır.

“Şans” müsbete kullanıldığı hâlde, daha çok “menfî” için kullanılır. “Şans”a güvenen, ümit bağlayan kişinin nasıl bir düşünce ve psikoloji içinde bulunduğu şans mefhumunun mahiyetini anlatmaya kâfidir. “Şans”la iş görmeye başlayan insan kendisini boşlukta hisseder, tesadüflere inanır, sabah-akşam kalbini, ruhunu, hattâ hayatını bir stres, bir heyecan, bir telâş içinde bırakır. İstediği olmaz, arzu ettiği netice çıkmazsa huzursuz olur,sıkıntıya kapılır, morali bozulur, günlerce o hâlin ezikliğinden kendisini kurtaramaz.

Bu durumdaki bir insan kendisini neden bu derece “şans”a kaptırmıştır? Sebebi gayet açıktır. Anne sütünden mahrum olan çocuk nasıl yalancı naylon memeye sarılırsa; bu kişi de “kader, tevekkül, kısmete rıza” gibi gerçek dayanak noktalarını bilemediği, göremediği için “şans” gibi mevhum, belirsiz, boş bir yere dayanmıştır.

Halbuki İslâmiyet insanları hiç boşlukta bırakmamıştır. Onların boş şeylere, mahiyeti meçhul dşüncelere kapılmasına müsaade etmemiş, meydan vermemiştir.

İslâm'da “şans, talih” gibi sözlerin yeri yoktur. Dinimizde “kader vardır, tevekkül vardır, Allah’tan gelene rıza vardır.” Bunun da kaynağı îmandır. Mü’min, Allah’a îman eder, kadere boyun eğer, hâdiseler karşısında bocalamaktan kurtulur, ne ile karşılaşırsa karşılaşsın îmanın kuvveti ve nuru ile onları aşar.

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.”

sözünden de anlaşılacağı gibi, îman eden insan tek güç ve kudret sahibi olarak Allah’ı “bir” bilir. Ona teslim olur. Ona tevekkül eder, sırtını o kudrete dayar; neticede de iki dünya mutluluğuna kavuşur.

İmanlı insan güçlüdür, “kâinata meydan okuyabilecek” bir cesârete sahiptir. Kendisini yoktan var eden, dünya gibi yaşayacağı bir âlem hazırlayanp hayat, sıhhat, huzur gibi madde ile ölçülemeyecek nimetler ihsan eden, sâdece dünyayı değil, güneşi, milyarlarca yıldızı, kâinatı elinde tutan bir Rabbinin olduğuna inanır. Yaratıcısının kendisini boş yere yaratmadığını bildiği gibi, boşlukta bırakıp bir “tesadüf” oyuncağı halinde bırakmadığını da bilir. Dünyaya ilk göz açtığından, hayata gözlerini kapayıncaya kadar geçen ömür, dakika ve saniyelerinin Allah tarafından bilindiği, programlandığı ve tespit edildiği inancını taşır. Bunun için tesadüfe inanmaz, bel bağlamaz, ona dünyasında yer vermez. Başına iyi de gelse, kötü de gelse Allah’ın bilgisi altında olduğunu idrak eder. Hep gayreteni harcar, bütün vesile ve sebeplere başvurur; sonunda kendisini, kendisinden daha iyi bilen ve düşünen Yaratıcısına tevekkül eder, neticeyi ondan bekler. İlâhî programda (kaderde) ne varsa onun tecellisine razı olur.

Fakat, tevekkül etmeyip, “tesâdüf” ve “şans” içinde çırpınan insan öyle mi? O, ya elinden geleni yapmaz, hiçbir güç sarfetmez veya bunları yapsa bile bir Kudrete dayanmaz; neticede ne olur? “Kâinatın dilenciliğinden”, yâni her şeye, her gördüğüne el, avuç açmaktan, güç farz ettii şeyler karşısında acze düşmekten, “hâdiseler karşısında titremekten”, “hodfuruşluktan”, yani kendisinde bir şeyler tevehhüm etmekten, “maskaralıktan”, “şekavet-i ebediyeden”, yani ebedî hayatı kaybetmekten “tazyikat-ı dünyeviyye hapsinden” kurtulamaz.(Sözler, s.292)

İşte tevekkül, Allah’a güvenme ve ondan gelene rıza gösterme gibi duyguları zayıf olan kimseler şansa, yıldızlara, burçlara, talih gibi lüzumsuz, mânâsız ve boş şeylere bel bağlar, “yıldızı düşükmüş”, “yıldızı yüksekmiş” gibi bâtıl inançlara saplanır.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun