"Kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını arttırmıştır. Yalan söylemelerine karşılık onlara elem verici bir azab vardır." (Bakara, 2/10) Bu ayetin ifadesine göre, kalp hastalığını açıklar mısınız?

Tarih: 10.10.2006 - 21:55 | Güncelleme:

Soru Detayı
Allah bu ayetinde, kalbinde vesvese olanları mı kastediyor; yani kalbine vesvese gelib de Allah'ın bu vesveseyi artırdığını mı anlatıyor? Vesvese Allah'ın bir lütfu mudur, yoksa dalalete sürüklenen kullara bir sebep midir?..
Cevap

Değerli kardeşimiz,

"Kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını arttırmıştır. Yalan söylemelerine karşılık onlara elem verici bir azab vardır." (Bakara, 2/10)

Bu ayet-i kerime münafıkalrın kalbindeki hastalığı anlatmaktadır.

"Münafıklardaki bu hileciliğin ve bu şuursuzluğun sebebi nedir?" denilirse, onların kalplerinde, yani ruhanî kalplerinde hiç görülmedik yok edici bir manevî ve ahlâkî hastalık vardır. Maraz (hastalık), bedeni sağlam alışkanlığından döndürüp dengesini bozan ve görevini istenilen şekilde yapmamasına sebep olan bir aksama durumudur. Fakat maddî şeylerde kullanıldığı gibi, manevi hususlarda da kullanılır.

Sıhhat esas, hastalık ikinci derecedir. İlk yaratılışta kalp sağlamdır. Fakat bunlar kalbin sıhhatini muhafaza etmeye bakmamışlar, kalplerinde büyük bir hastalığa mübtela olmuşlardır. Burada "maraz" kelimesindeki tenvin, korkutmak içindir. Demek korkunç bir hastalık var. Bütün ahlâksızlığın başlangıcı olan büyük bir hastalık var. İdrak ve iradenin afeti olan bir hastalık var. Bu hastalık, rivayete ve dirayete dayanan tefsirlerin ve bilhassa selef müfessirlerinin açıkladıkları üzere inançsızlık hastalığı, şek, şüphe, kuşku hastalığı, özetle şüphe ve nifak hastalığıdır. Bunlar bütün kötü niyetlerin başıdır. Buna yakalanan kimse, hak tanımaz, Allah'dan şüphe eder, Allah'ın emrinden şüphe eder.

Allah'ın "onda şüphe yoktur" buyurduğu kitabından şüphe eder. Allah'ın peygamberinden şüphe eder. Allah'ın halis mümin kullarından ve onların doğru olan fiil ve hareketlerinden şüphe eder. Her şeyden şüphe eder, hatta kendinden şüphe eder. Bilginin kıymeti kalmamıştır. Fakat benlik, şuurundan da hiç çıkmaz. Onun gözüne hak ve hakikat kendinden ibaret görünür. Bakar ki kendisi şek ve şüphe ile doludur.

Kendine benzeterek hükmeder. Herkesi ve her şeyi şüpheli görür. Yerler, gökler, ağaçlar, taşlar, hayvanlar, insanlar, Allah, Peygamber, hep onu aldatıyor zanneder. Kötü zan ile dolar. Her şeyden kuşkulanır. Fakat bütün fiil ve hareketiyle yine kendisine karşı kendisini yalanlar. Zevkine, keyfine, şehvetlerine o kadar tutkundur ki, onlardan hiç şüphe etmez. "Acaba bunların aslı var mıdır, bunun sonu ne olacaktır?" demez. Hepsine atılır, sarılır. Onun için hak ve hayır hiç, zevk her şeydir ve her şey kendisidir. Onu, ilmî şüphe içinde benlik derdi, kibir, mevki hırsı, baş olma sevdası sarmıştır. Bunun için imansızken, kendini imanlıyım zanneder. Aldatmayı, hile yapmayı, entrika çevirmeyi üstünlük ve başarı sayar. Müminle mümin, kâfirle kâfir görünür. Bütün bunları ne zorunlulukla yaptığını düşünmez. Böyle yapması, bütün uğraştığı bu şeylerin kendisinden başka bir varlıktan yansıyan bir baskı olduğunu farketmez. Arada böyle hile ve düşmanlık yerine bir temelli sevgi kurmak için samimi olmaya çalışmak, kendisi için de daha kârlı olduğunu anlamaz. Bunlar dünya nimetlerine gömülseler, yine iğneli beşikte gibi yaşarlar.

Şüphe ve ara bozma hastalığı böyle can sıkıcı bir şeydir. O münafıkların kalplerinde işte bu hastalık vardır. Ve her hastalık huy ve tabiat olmadıkça tedavisi mümkündür. Bunlar ise bu hastalığı tedavi etmek için gelmiş olan hak dine sarılmazlar da ondan da kuşkulanırlar.

Bunun üzerine Allah Teâlâ bunların hastalığını artırmıştır. Şöyle ki: Allah Teâlâ insanlardan, insanlar içinde Arap'tan, Arap içinde Kureyş kabilesinden, Kureyş kabilesi içinde Hâşim Oğullarından Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdimenaf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüey b. Fihr b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizar b. Mead b. Adnan isim ve nesebiyle bir peygamber göndermiş ve ona "kendisinde şüphe olmayan" bir kitap indirmiş ve onu doğup büyüdüğü Mekke'de bırakmayıp bütün dünyaya, kıyamete kadar nur saçmak için buraya, onların bulundukları yere getirmiş ve insanlar yavaş yavaş ona iman ederek büyük bir topluluk kurmaya başlamışlar, eğriliği kaldırıp doğruluğu yayıyorlar, doğru yoldan başka bir şey istemiyorlar, kuvvetlilerin zayıfları ezmesine imkan vermiyorlar, hak denildi mi, hatır gönül tanımıyorlar, herkesi eşit tutuyorlar; zor kullanmakla insanlardan faydalanmak yasak, dalavere yasak, rüşvet ve adam kayırma yasak, fuhuş ve ahlâksızlık yasak, neler neler yasak. Bunlardan başka vazifeler, görevler, mücahedeler, intizamlı şekillerde muntazam vakitlerde çalışmalar, uğraşmalar, neler neler var. Aç kal, sabreyle fazilet saç; tok ol, şükret, yine fazilet saç. Putlara tapma, zevkine esir olma, Allah'tan başka tapılan bir şey tanıma ve ancak ondan yardım iste.

Bu olur mu? Bu hal ile Abdullah b. Übeyy b. Selûl gibilerin hükümdarlığına nasıl imkan kalır? Sadece para kazanma hırsına kapılanların ticareti nasıl döner? Allah'ın verdiği söz, yapacağı bu muydu? "Bu tedavi değil, bir tuzaktır." diyorlar. Artık o hastalık Allah katından bunların kalplerine basılıyor. İkinci bir huy oluyor da gittikçe artıyor. Onlar da bu yüzden Allah'a ve müminlere hilekârlık yapmaya başlıyorlar.

Maraz (hastalık), bedenin sağlam alışkanlığından sapması ve görevini istenilen şekilde yapmamasına sebep olan aksaklık durumudur ki, buna "illet=dert" de denilir. Demek ki şüphe, imansızlık, inançsızlık da insanda asıl değil ikinci derecede bir şeydir. Ve hastalığa mahsus bir durumdur.

Her çocuk doğarken iman ve itikad fıtrat (yaratılış)ıyla doğar, şüphe nedir tanımaz. Bunun için Hak inancı, Allah'a inanmak fıtrîdir. Bu esas yaratılış, insana ilerde şüpheye düşmesi için değil, şüpheleri atması, doğru yolu bulması ve geliştirme yoluyla da imanı huy edinmesi için verilmiştir. Şu halde kalplerinde bu hastalık zorlayıcı değildir. Bunu yapan, tecrübe güzergahında nefislerin sağlam yaratılışı gözetmemesi, kalbin sağlığını korumaması, ahlâkî hastalıkları tedavi etmemesi, özetle zevk duygusuna çok düşmesi ve her şeyde kendini ve kendi zevkini görmek istemesidir. Bazı insanlar tecrübede bunu tamamen bulamayınca, hatalar ve isabetsizlikler vaki olduğunu görünce, kendisinin "hakkın kendisi" olmadığını takdir ve kendinden önce hakka iman edecek yerde, ilk yaratılışta aldandığını söylemeye ve her şeyden şüphe etmeye başlar. Ve bu şüphe ile mücadele ederek hakkı görmeye ve vücut cereyanının, kendisinin değil, Hak Teâlâ'nın hükmünde bulunduğunu teslime ve kendisinin Allah için bir kulluk görevine mahkum olduğunu itiraf etmeye benlik sevdası ve irade zayıflığı engel olur da, şek ve şüpheyi esas kabul eder. Ve bu şekilde ancak şüpheye inanır ve şüphe kendisi için hem huy ve hem gaye olur. Ve hayır adına da herkese onu tavsiye eder, bu yönüyle Reybiyyûn (şüpheciler) ve Sofestaiye (safsatacılar) bile bir inanışın esiridirler: Şüpheye inanmak. Bu inançta sabit bir "ben" yoktur. Çelişme yığını olan bir akıcı fikir, bir (ben) hayali, bir "ene" aşkı, bir "ene" derdi. Yani hiç gizlenmek istemiyen bir "benlik" davası, bencillik, hodgâmlık (kendini beğenmişlik) vardır.

Fen ve felsefe bakımından hak iman, hem fıtrî ve hem alıştırıcıdır. Fakat şüphe inancı yalnız alıştırıcılığa ait yoldadır. Şüphe inancının böyle alıştırıcı ve tecrübeye dayanan karakteri, bu gibilere inanç ve sağlam bilgi hakkında bir kuşku telkin eder. Kitaba, dine bağlanmaktan çekinirler, istidlâle (delil ile sonuç almaya), istintâca (delil ile sonuç çıkarmaya), akıl ve mantığa küçümseyerek bakarlar, buna karşı koymak için terbiye, tecrübe, istikrâyı (tüme varımı) benimsememek isterler. Güya bunları, şüphenin, inançsızlığın delili imiş gibi ileri sürerler. Bu vesile ile: "Hayat adamı olmalı, hayat gibi her gün değişmeli, hayatta hiç bir örnek takip etmemeli." derler. Ahlâklı bir gidişat takip eden seciyeli iman ve inanç sahiplerine genelde: "Mahdut fikirli, dar kafalı adamlar." gözüyle bakarlar.

Bilmezler ki dar görüşlüler, yalnız şimdiki hale bağlananlar ve onun önünü ve arkasını görmeyenlerdir. Bilmezler ki alıştırmanın, tecrübenin, kararlılığın gayesi de şüphe değil, tıpkı istintâc gibi şüpheden kurtulmak, bir hak inanca ermektir. Bilmezler ki, zevkin hikmeti, gelip geçici şeylerle boğulmak, hiçlere esir olmak değil, ebedî bir hakka ulaşmak, bir irfan anı edinmektir. Sağduyusunu toplayanlar için çoğuldan tekile, başlangıçtan sonuca, sonuçtan başlangıca netice çıkarmak suretiyle karar kılmak, şüpheyi silmek için aklın biri diğerine kefil olan başlangıç ve sonucun birliğini gösteren iki şahidi, birbirine bakan iki yoludur ki ikisinin ürünü, ilki ve sonu hak inançtır. Vicdanın zevki de bu iman ile hakka açılan bir anlama noktasıdır. Hakka iman yaratılışı ile doğ, bu iman ile tecrübe yolundan doğru geç, hakka iman ile öl, ona dön!

İşte İslâm'ın saadeti, işte kalpleri hastalıklı o münafıkların hile yapmak istedikleri Allah'ın nuru!..

Fakat onlar, bu hastalık ile ve bu hastalığın artmasıyle kalmayacak, onlar için ahirette ve hatta dünyada pek elem verici, gayet acı bir azab da vardır. Bu azab bilhassa (...) Nâfi', İbnü Kesir, Ebu Amr İbnü Âmir, Ebu Ca'fer ve Yakub kırâetlerinde tekzibden (yükezzibûn) okunur, yalan söyler olmaları veya doğruyu yalan saymaları sebebiyledir.

Bunlar, devamlı yalan söylerler, imanları yokken "imanımız var" dedikleri gibi, eğriyi doğru, doğruyu eğri gösterirler. Azaplarına sebep de özellikle budur. Çünkü yalan, önce dünyada büyük bir vicdan azabına sebeptir. Yalancılar, su üstünde bir yonga gibi çalkalanır ve her an bir iğneli beşikte yatıyor gibi yaşar.

Gerçi dünyada bu da bir alışkanlık olur ve o azab git gide bir çeşit tatlılığa döner, onu -adeta- kaşındırır. Bununla beraber bu kaşınmanın tadı bir uyuz hastalığının kaşıntıları gibi kanatan, boğucu elemlerle karışık bir taddır.

Fakat bunun ve bu yalan alışkanlığının ahiretteki azabı büsbütün dehşet vericidir. Çünkü yalan söyleye söyleye kalp, devamlı yalancı intibalarla kaplanır. Ruh artık bununla gelişir. Ruhî hayat bir evham (kuruntular) âlemi, bir batıllık sahası olur kalır. Hak nuru oraya, ara sıra yanar döner bir yıldız böceği halinde görünen bir fener gibi gelir. Artık o kalp ve onun gözleri, kulakları fayda ve zararı, hayır ve şerri seçemez olur. Kâr der, zarara koşar; iyilik der, şerre koşar; bahçeyi ateş görür kaçar, ateşi cennet sanır atılır. Derken Hakk'ın rahmeti ile arasına kalın bir sur çekilir ve fakat bu surun ara sıra açılır bir kapısı bulunur, o açılırsa Hak nuru rahmet ve saadet oradan arasıra imrenmek için görünür ve kapanır.

"Müminlerle onlar (münafıklar)ın arasına bir duvar çekilir ki, onun bir kapısı vardır; içerisi rahmet, dış tarafı ise azabtır." (Hadid, 57/13)

âyeti gereğince nihayet bir kapanır, bir daha açılmaz olur. Onlar bâtılın karanlığı içinde sonsuzluğa kadar hasretle yanarlar, sönmek bilmez kara bir ateş ile yanarlar. Bu âyette "Allah onların hastalığını artırmıştır." buyurulduğu gibi, diğer bir âyette de

"Kalplerinde (şüphe ve nifak) hastalığı bulunanların ise, (indirilen sûre), inkârları yüzünden murdarlıklarına murdarlık katar ve onlar kâfir olarak ölüp giderler." (Tevbe, 9/125)

buyurulmuştur ki, hastalık ile pisliğin ilişkileri de açıktır ve bütün bunlar ilâhî kanunlardır. İman eden kazanır, etmeyen de yanar, yakılır.

* * *

Vesvese, şeytanın insanın kalbine ve aklına sokmaya çalıştığı sözlerdir. Kalb ve akıl bu tür sözlerden rahatsız olduğu için bunu kabul etmez.

Allah Teâla günah işleme kabiliyeti olmayan meleklerle, hiç sorumlu olmayan hayvanları yaratmıştır.

Vesvese de manevi bir hastalıktır. Vesvese insanların ibadetlerinde ihlaslı olduğunun göstergesidir. Ayrıca vesvese manevi bir hastalık olduğu için, inşallah günahların keffaretine vesile olur.

Ancak nasılki maddi hastalık istenmez, öylede manevi bir hastalık olan vesvese de istenmemelidir. Çünkü vesvese insanın ibadetlerini sağlıklı ve huşu içerisinde yapmasını engellemektedir. Maddi hastalıkların tedavisi için uğraşıldığı gibi, manevi hastalık olan vesvesenin de tedavisi için uğraşılmalıdır.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun