Sünnet de bir şekilde farz değil midir? Kur'an'ın bir çok yerinde Peygamber Efendimize (asm) uymamızı Allah (cc) emrediyor...

Tarih: 24.11.2006 - 10:17 | Güncelleme:

Soru Detayı
Kur'an'ın bir çok yerinde Peygamber Efendimize (asm) uymamızı Allah (cc) emrediyor. (Nur, 24/54, 56 vb.) Bu da Kur'a'daki diğer emirler gibi degil midir? Yani bir şekilde Efendimizin (asm) sünnetine uymak farz olmuyor mu? Bazen, "Ya sünnet bu, farz değil." demek, bu durumda Allah'ın emri olan bir şeyi küçümseme anlamına gelmez mi? Kısaca Efendimizin (asm) sünneti de bize Allah (cc) tarafından farz ilan edilmemiş midir?
Cevap

Değerli kardeşimiz,

Sünnet: Peygamberimizin (asm) yaptığı, konuştuğu, hal ve hareketlerinin tamamına sünnet diyoruz. Öyleyse hayatı boyunca yaptığı her şeye sünnet diyebiliriz.

Fıkıh kitapların da geçen sünnet kelimesi ise, daha çok “yaparsak sevabı var, yapmazsak günahı yok” manasına geliyor. Mesela, yemeği sağ elle yemek, dişleri temizlemek, ayakta yemek yememek gibi.

Ancak sünnet kelimesini geniş anlamıyla aldığımız da Peygamberimizin (asm) yaptığı her şeyi içine alır. Bu durumda, Allah’ın istekleri ve yasakları da sünnetin içinde yer alır. Mesela, Peygamberimiz (asm) namaz kılmış mı? Evet. Öyleyse namaz kılmak da bir sünnettir.

Şu halde sünneti bölümlere ayırmak gerekecektir:

Farz olanlar: Allah’ın mutlaka yapmamızı veya terk etmemizi istediği her şeydir. Allah’ın emir ve yasaklarını en iyi şekilde uygulayıp örnek olan Peygamberimiz (asm)'dir. Biz de ona uymak suretiyle en üst seviyede Peygamberimize (asm) uymuş oluruz. Namaz kılmak, oruç tutmak, zina etmemek, haram yememek gibi...

Vacip olanlar: Dinimizin vacipleri. Mesela gece namazını üç rekat olarak kılmak vaciptir.

Nafile olanlar: İbadetleri yaparken farz ve vaciplerin dışındaki yaptığımız şeylerdir. Mesela namaz kılarken Kur’an'dan bazı süreleri okumak farz, ama "Sübhaneke" duasını okumak nafiledir.

Adab olanlar: Bunlara da edeb diyoruz. Yemek yerken, yatarken, camiye, tuvalete girip çıkarken (v.b.) günlük işlerimizi yaparken Peygamberimize (asm) uyarsak, o işi adabına uygun yapmış oluruz.

Demek ki sünneti farz, vacip, nafile ve adap diye ayırabiliriz. Sünnetin en yükseği ve en faziletlisi bu sıraya göredir.

Bunu bir insanın vücudu gibi düşünebiliriz. İnsanın yaşaması için gerekli organları vardır. Beyin, kalp, kafa vs... İşte iman etmemiz gereken esaslar da ruhumuzun beyni ve kalbi gibidir.

Vücudumuzun gözü, kulağı, eli, ayağı vesaire duyu organları vardır. Farzlar da bunun gibidir. Ruhumuzun gözü, kulağı, eli, ayağıdır. Farzları yapmayan elsiz, ayaksız, gözsüz, kulaksız bir insan gibi eksiktir.

Vücudumuz da bir de parmak, kaş, saç gibi güzellikler ve süsler vardır. Bunlar olmasa da yaşarız. Ama olduğu zaman daha mükemmel insan oluruz. Bunun gibi sünnetin nafile ve adab kısımları da ruhumuzun süsü ve güzelliğidir. Yapsak çok sevabı var, yapmasak günahı yok.

Özetlersek, farz ve vacip kısımlar mutlaka yapılması gereken sünnetlerdir. Nafile ve adap kısımlar ise yaparsak çok sevabı var.

Haramların durumunu sorarsanız; o da vücudunuzu mikrop, virüs, zehir ve ateş gibi öldürücü şeylerden koruduğumuz gibi, ruhumuzu da öldürücü ve zehirleyici haramlardan korumamız gerekir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Sünnetin bağlayıcılığı, örnek alınması ve kaynağının vahiy olup olmadığı konusunda bilgi verir misiniz?..

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

ensar261

burdan sünnet namazlarını kılmazsak bir günahı yok manasını çıkartabilir miyiz ?

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Editör (ahmet)

İbadetlerle ilgili olan ve Farz ve Vacip olmayan sünnetleri ikiye ayırmak mümkündür:

SÜNNET-İ MÜEKKEDE

Hz. Peygamber (s.a.s)'in devamlı olarak işleyip nadiren terkettiği; farz ve vacib olmayan amelleri. Buna Sünnet-i hüdâ adı da verilir (Seyyid Şerif el-Cürcânî, et-Ta'rifât, Beyrut 1403/1983, s. 122; Damad, Mecme'ul-enhur, İstanbul 1328, I, 12; İbn Abidin, Reddü'l Muhtar Kahire 1272-1324, I, 70).

Fukahâ'dan bazıları ise sünnet-i müekkede'yi Hz. Peygamber (s.a.s)'in terketmeksizin yaptığı ameller olarak anlamışlardır (İbn Nüceym, el-Bahru'r-Raik, Kahire 1311, I, 17-18).

Sünnet-i müekkedeleri yerine getirme dini hayatı kemale erdirmeyi ifade eder (Seyyid Şerif el-Cürcânî, a.g.e., s. 122). Zira bu tür sünnetler farz ibadetlerde yapılması ihtimal dahilinde olan kusurları telâfi için meşru kılınmışlardır (İbn Âbidîn, a.g.e., I,191). Hz. Peygamber (s.a.s) "sünnetimi terkeden şefaatime nail olamaz" buyurmuştur. Buna göre sünnet-i müekkedeleri alışkanlık haline getirerek terketmek doğru değildir ve Hz. peygamber Efendimizin şefaatinden mahrum kalma neticesini doğurur.

Ancak buradaki terkten maksat özürsüz olarak sünnet olan fiili işlememekte ısrar etmektir. Mesela bir kimsenin abdest azalarını bir defa yıkamakla yetinip bunu âdet haline getirmesi böyledir ve bunu yapan günahkar olur (İbn Abidin, a.g.e., I, 70-71). Yoksa alaışkanlık haline getirmeyenlar günahkar olmazlar.

Sünnet-i müekkedeleri yerine getiren kişi ise sevap kazanır (Cürcânî, a.ge., s. 122). Meselâ sabah namazının farzından önce iki rekat, öğle namazının farzından önce dört rekat, sonra iki rekat, akşam namazının farzından sonraki iki rekat ile yatsı namazının farzından sonra kılınan iki rekatlık namazlar sünnet-i müekkede'ye örnektir (el-Mevsılî, el-İhtiyâr, İstanbul 1987, 465; Alaüddin el-Haskefî, ed-Dürrül-Müntekâ (Mecma'ul-enhur kenarında) I,130).

Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s) günde belirtilen bu on iki rekat sünneti kılmaya devam eden kişiye Allah Teala'nın cennette bir köşk bina edeceğini haber vermektedir (Tirmizî, Salât, 189; Nesâî, Kıyâmül-leyl, 66; İbn Mâce, İkâmet, 100). Ayrıca cemaatle namaz kılmakta sünnet-i müekkededir. Özürsüz olarak cemaati terketmeyi Hz. Peygamber'in hoş karşılamadığı nakledilmiştir (el-Mevsılî, a.g.e., I, 57; Damad a.g.e., I,107).

Bunlardan başka Necaset olduğu zannedilen ellerin yıkanması (İbn Abidin, a.g.e., I, 75). Abdest alırken misvak kullanmak (a.g.e., I, 77); yine abdest alırken ağız ve burnu iyice yıkamak (a.g.e., I, 79); Parmakları hilallemek (a.g.e., I, 80); Abdest alırken, abdest azalarını üç defa yıkamak (a.g.e., I, 80); Ezanı yüksekçe bir yerde okumak (a.g.e., I, 257) sünnet-i müekkede'nin örneklerindendir.

SÜNNET-İ GAYR-I MÜEKKEDE

Hz. Peygamber (s.a.s)'in bazen yapıp bazen de terkettiği ameller. Bu gruba giren sünnetleri yerine getirmek sevap kazandırır. Terkeden ise ceza, kınama ve azarlamaya müstahak olmaz (Seyyid Şerif el-Cürcânî, et-Ta'rifât, Beyrut 1403/1983, s. 122; İbn Nüceym, el-Bahru'r-Râik, Kahire 1311, I, 17-18).

Yatsı namazı ve ikindi namazlarının ilk sünnetleri sünnet-i gayr-ı müekkede dir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in giyinişi, oturup kalkması, taranması ve ayakkabı giymesi vb. hareket ve tavırlarını ifade eden sünnet-i zevaidlerde bu gruba girer (İbn Âbidin, Reddül-Muhtâr, Kahire 1272-1324, I, 321).

Not: Aşağıdaki yazıyı da okumanızı tavsiye ederiz.

sünnet nedir ve sünnete tabi olmayı nasıl anlamalıyız?

SÜNNET: “Peygamber Efendimizin(a.s.m.) fiil, söz ve hâllerinin tümü.”
İTTİBA-I SÜNNET: “Her hususta Hz. Peygambere(a.s.m.) tâbi olmak ve Onun yolundan gitmek.”

“Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî istersen ve herbir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faideli görmek istersen ve âdetini ibadete ve gafletini huzura kalbetmeyi seversen, Sünnet-i Seniyeye ittiba et.” Sözler

İnsan, irade sahibi bir mahlûk... Dilediği şeyi konuşabiliyor; birkaç heceye mahkûm değil. İstediği yöne gidebiliyor; belli bir mekâna hapsedilmemiş. Ve insan, toplum hayatı süren bir varlık; diğer insanlarla çok yönlü münasebet halinde.

İşte insan, bu irade ve hürriyet nimetiyle birlikte büyük bir imtihana tabi tutulmuş. Cennet ve cehenneme o aday kılınmış. Yol kavşağına o oturtulmuş.

Öte yandan insan, canlısıyla ve cansızıyla, âlemdeki bir çok varlığın karakterlerini adeta bünyesinde toplamış. Taş gibi sert de olabiliyor, pamuk gibi yumuşak da. Kurnazlıkta tilkileri, merhametsizlikte canavarları çok geri bırakabiliyor.

Öyle ise, her yöne gidebilen, dilediğini yapabilen, doğru ve yanlış hareket edebilen ve çok farklı ve hatta birbirine zıt şeyler söyleyebilen bu varlık için bir rehber gerekiyor.
Bu yol gösterici, “akıl” olamaz. Çünkü akıl, şu varlık âlemini kimin yarattığını, insandan neler istediğini, hangi işlerden razı olduğunu, ölüm ötesinin hangi beldeye çıktığını ve böyle daha nice soruları cevaplandıracak güçte değil. İşte insan aklının metafizik sahadaki bu acizliği, insana yol gösterecek bir başka rehberi gerekli kılar. Bu rehber ise peygamberdir.

Peygamber, Cenâb-ı Hakk’ın razı olduğu insan modelidir. Taklit edilmesiyle hakikate ve hidayete kavuşulan örnek şahsiyettir.

Ve peygamber, ismet sıfatına sahiptir. Yani, ondan, Allah’ın razı olmayacağı hiçbir söz, fiil ve hareket sâdır olmaz. O, bu noktada İlâhî bir murakabe ve Rabbanî bir sigorta altındadır. Hem sözleri, hem işleri, hem de hâlleri insanlar için birer hidayet meşalesidir. “Resul” sıfatıyla insanlara sadece hakkı, doğruyu, güzeli emreder ve bunlara “abd” sıfatıyla, en ileri seviyede, kendisi uyar.

Sünnetin lügat mânâsı, “yol, gidiş, tabiat, prensip, kanun” demektir. Istılahta ise, Peygamber Efendimizin(a.s.m.) söz, fiil ve takrirlerinin tümü mânâsına gelir. Takrir, bir konuda sükût etmekle o işi reddetmemek demektir.

Hadis-i Şerifler, âyetleri açıklarlar. Âyetlerde kısa ve öz olarak beyan edilen İlâhî maksatları izah ederler. Kur’an’da yer almayan bir konuda ise hüküm ortaya koyarlar.
“Namaz kılın” emri mücmeldir; tafsilat hadise bırakılmıştır. Namazların rekat sayıları, kılınma biçimleri âyette tafsilatıyla verilmiş değildir. O halde, sünnet olmasaydı, “namaz kılın” emri nasıl yerine getirilecekti?

“Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın.” Hadis-i Şerif

Aynı şekilde, “zekât verin” emrinin de tafsilatı ve teferruatı hadis-i şeriflerle sabit olmuştur.

Nur Müellifi, hadis-i şerifler için “Kur’an’ın birinci tefsiri” ifadesini kullanır. Allah Resulünün(a.s.m.), Kur’an âyetleri hakkında yaptığı açıklamalar “ilk tefsir” olduğu gibi, sorulan fıkhî sorulara verdiği cevaplar da ilk fetvalardır. Keza, yaptığı içtihatlar da ilk içtihatlardır. Allah Resulü(a.s.m.) ümmetine her hususta rehber olduğu gibi bu noktada da öncülük etmiştir.

“İşittikleri haberi, Peygambere veya yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından hüküm çıkarmaya gücü yetenler, onun ne olduğunu bilirlerdi.” Nisa Suresi, 83

Her maksada farklı yoldan gidilir. Zengin olmanın yoluyla, alim olmanın yolu birbirinden ayrıdır. Birincisinde, ekonominin kendine has kurallarına harfiyen uyulacak ve bu sahada muvaffak olmuş kimseler taklit edilecektir. İkincisinde ise, ilim sahasında söz sahibi zatlara talebe olunacaktır.

İlâhî hakikatlere ermek de, ancak, bu sahanın yetkili ve vazifelisi olan zatların izinden gitmekle mümkün olabilir.

“Hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir.”

Sünnete ittiba etmeyi Allah sevgisinin şartı olarak takdim eden bir âyet-i kerime:

“De ki, Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan ve esirgeyendir.” Al-i İmran Suresi, 31

Resulûllah Efendimiz(a.s.m.), Allah’ın sevdiği ve razı olduğu örnek insandır. Ona uymayan kimsenin Allah sevgisi, sözde kalmaya mahkûmdur. Hakikat bu iken, sadece âyetle amel etme vehmine kapılarak sünnetten yüz çevirmek, Allah’ın sevdiği zata benzemeyi terk etmek demektir.

Bir insan, Kur’an-ı Kerim’i hadislerin ışığında değil de kendi fikriyle yorumlamaya kalkışırsa, ortaya çıkacak yol Allah Resulünün(a.s.m.) değil, o adamın şahsî yolu olacaktır. Bu yolun ise nereye çıkacağı bellidir.

Kur’anı anlamaktan maksat onu yaşamak ve yaşatmaktır. Bu noktada, en büyük rehber Allah Resulüdür(a.s.m.). Bu gerçeği bizzat Kur’an âyetlerinden okuyalım:

“Peygamber size neyi verdiyse onu alın, Ve size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın azabı çetindir.” Haşir Suresi , 7

“O, kendiliğinden konuşmaz. Onun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir.” Necm Suresi, 3-4

“Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” Nisa Suresi, 80

İttiba-ı sünnet denilince, Allah Resulünün(a.s.m.) izinden gitmeyi ve böylece her konuda istikamet üzere olmayı anlıyoruz.

Şimdi, kendi nefsimize şu soruyu soralım:
Bir mümin, asr-ı saadete kavuşsaydı ne yapacaktı?

Elbette ki, Allah Resulünü(a.s.m.) her hususta adım adım takip edecekti. Öyle değil mi?
İşte bugün, Onun(a.s.m.) sünnetlerine harfiyen uymak da aynı mânâyı taşır.
Nur Külliyatında, sünnetler üç ana guruba ayrılarak şöyle buyruluyor:

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef’ali, ahvalidir. Bu üç kısım dahi, üç kısımdır: Feraiz, nevafil, âdât-ı hasenesidir.” Lem’alar

Demek oluyor ki, Resullullah Efendimizin(a.s.m.) o mukaddes sünnetleri, “mübarek lisanından dökülen nurlu cümleler” “icra ettiği işler” ve nihayet “hâliyle insanlık âlemine sergilediği örnek ahlâk”tan teşekkül ediyor.

Bir müslüman, O Nebiler Nebisini(a.s.m.) taklit etmeğe, farzlardan başlar. Allah’ın emirleri farz olmakla birlikte, Allah Resulünün(a.s.m.) onları işlemesi cihetiyle, aynı zamanda sünnettirler. Yani, Allah’ın emirlerine harfiyen uyan ve yasaklarından hassasiyetle kaçınan bir mümin, sünnetin farz kısmını yerine getirmiş olur.
Farzları yerine getiren bir mümin, manevî terakkisini nafile ibadetlerle sürdürür. Nafile denilince, farz ve vacip dışında kalan ibadetler anlaşılır. Bu konudaki bir hadis-i kudsîyi nakletmeden geçemeyeceğim:

“Kulum bana, üzerine farz kıldığım şeylerden daha sevimli hiçbir şeyle yaklaşamaz. Kulum farzlardan sonra nafilelerle bana yaklaşmaya devam ederse ben onu severim....”
Namazların sünnetleri nafile ibadet gurubuna girdiği gibi, kuşluk namazı, tahiyye-i mescit namazı, gece namazı gibi nice nafile ibadetler de vardır.

“Âdât-ı hasene” ise, Allah Resulünün(a.s.m.) yeme, içme, oturma gibi beşerî fiilleridir. Bunların her biri, insanlar için güzel birer örnektir. Bir mümin, adet olarak her gün icra ettiği bu gibi işleri, Allah Resülünün(a.s.m.) yaptığı şekilde yapmaya çalışırsa, ayrı bir feyiz kaynağı daha bulmuş ve dünya işlerinde bile huzuru yakalama imkânına kavuşmuş olur.

“Sünnet-i Seniyyeye ittibaı kendine adet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevapdar yapabilir.” Lem’alar

“Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse (sarılsa), yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.” hadis-i şerifiyle verilen müjdede bu sünnetlerin de büyük bir payı vardır. Üstadın ifadesiyle, “fesad-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyenin küçük bir âdâbına müraat etmek, ehemmiyetli bir takvayı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor.”

Ahval grubuna giren sünnetlere gelince, bunlar “takvadan, muhabbetten, güzel ahlâkın bütün şubelerinden, insanî seciyelerin en üstünlerinden ve beşerî karakterlerin en sağlamlarından” örülmüş ve dokunmuş muhteşem bir tablo teşkil ederler.
Onun ümmeti olma şerefine ermiş her insanın, en büyük bir gayesi de: Onun hâliyle hâllenmek olmalıdır. Onun haşyetinden bir nokta yakalayıp boynunu bükmek, güzel ahlâkından bir şule ile parlamak, takvasından bir zerrede kavrulmak ve sevgisinden bir damlada mest olmak ne büyük saadet!

Aslında, “ahval” denilince karşımızda bir ummanı buluruz. Haller sayılmakla bitmez. Bunlardan sadece birkaçına kısaca değineceğim.

“İman”, hâl gurubuna girer. Bir insan, iman etmekle en büyük sünneti işlemiş olur. Bunu salih amel takip eder. Salih amel işlemek de büyük bir sünnettir. Bu sünnet, “ef’al” grubuna girerse de amelin salih olmasının en büyük şartının “ihlas” olduğu düşünülürse, ihlas ile hallenmek de büyük bir sünnet olarak karşımıza çıkar. Rıza buna bağlıdır, cennet bunun meyvesidir.

Kalbin Allah sevgisi ve Allah korkusuyla dolu olması da hâl grubuna giren sünnetlerdendir.

“İçinizde Allah’ı en çok seven benim. Ve Ondan en fazla da ben korkarım.” Hadis-i Şerif

Tevekkül ve sabırla hallenmek de çok önemli iki sünnet.
Güzel ahlâkın her bir şubesi ayrı bir feyiz kaynağıdır. Bunları yaşamak çok zor, ama bir o kadar da önemlidir, kıymetlidir.

Sadece iki misâl: Tevazu ve şefkat.

Tevazu denilince, Hazreti Mevlânâ’nın şu güzel sözü hatırıma gelir. Allah Resulü(a.s.m.) için buyururlar ki:

“Peygamber Efendimiz(a.s.m.) çok mütevazi idi, çünkü her iki âlemin bütün meyveleri onda toplanmıştı.”

Bu güzel tespit, büyüklenmenin ve böbürlenmenin de kaynağını çok güzel ortaya koyuyor: Meyvesiz olmak.

Şefkate gelince, bu ulvî haslet, bütün peygamberlerin ortak sünnetidir ve kemalini son Peygamberde bulmuştur.

Bu şereften nasiplenme hususunda çok büyük bir fırsatla karşı karşıya bulunuyoruz. Çünkü bu asrın hastalıkları öncekilerle kıyaslanmayacak kadar dehşetli. İman zaafiyetinin ve ahlâk çöküşünün tedavisi için çalışmak, bu uğurda yorulmak, üzülmek, yalvarmak, dua etmek, işlenmesi en zarurî bir sünnet haline gelmiştir.

Nice gençlerimizin sefahat ve dalâlete düşmelerinde, bu sünnetin gereğince ve yeterince icra edilememesinin payı büyüktür.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun