İslam'a göre insanın konumu, insanın özellikleri nedir?

Tarih: 03.12.2006 - 15:02 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

İnsan

İnsan, İslâm için kâinatta en değerli varlıktır. Düşünen her insanı hayrete bırakmaya yeterli, kudret kalemiyle yazılmış bir varlıktır insan. Kâinata sığmayan ilahi terennümü, iman ve aşkında yaşatabilecek bir gönle sahip varlıktır insan. Bir taraftan ruhunda kaynayan aşkla Yüce Yaratıcının emirlerine karşı sorumlu, diğer taraftan akıl ve irade gücünü kullanmada hürdür insan.

İnsan, akıl ve irade sahibi bir varlık olmasından dolayı, potansiyel değerleri itibariyle meleklerden üstündür. İnsanın bilme yeteneğidir, eşyayı isimlendirme gücüdür, meleklere üstünlüğü. Yani, insanı melekler karşısında üstün yapan, ibadeti değildir. Eğer üstünlük ibadetle olsaydı, melekler daha üstün olurdu. Çünkü onların ibadeti Hz. Âdem (a.s.)’den daha çoktu.

"Her insanın işlediklerini boynuna dolarız."1

ilahi fermanı karşısında bireysel sorumluluk;

"Sizi bütün insanlara örnek olasınız diye adil ve dengeli bir toplum kıldık."2

uyarısı karşısında da kolektif sorumluluk taşıyan bir varlıktır insan…

İnsan… İnsan, bir damla uzviyetten Allah’a uzanan hareket iradesi…

Ne güzel anlatmış Hz. Ali (ra):

"Derdin sende, ama görmezlikten geliyorsun,
Farkında değil gibisin, ama ilacın da sende.
Küçük bir varlık sanıyorsun kendini,
Hâlbuki ‘en büyük âlem’ sende dürülmüş."

Ne güzel özetlemiş Hz. Ali (ra)’nin bu sözünü İbrahim Hakkı merhum:

"Çün cisminle sığmışsın cihana sanma ki tensin,
Gönülden içre gel kim cihanın canı sensin."

İnsan… Yaratıkların en şereflisi… Yüklendiği emanetin ağırlığını vicdanında hissetmese, onların en sefili olmaya da adaydır. İşte Kur’ân’ın mesajı:

"Biz insanı en güzel surette yarattık. Sonra aşağıların aşağısına ittik…"3

Demek ki sorumsuz ve şımarık tutumunun mağlubu olursa insan "yüce makam"dan azledilmeye mahkûm da olur.

Kur’ân insanı rengine, ırkına, bölgesine göre değil, kalbinde taşıdığı iyilik ve bunun dışa yansıyış biçimi olan ahlakla değerlendirmektedir. Bu yüzden ona bazen "Ey iman edenler ve salih ameller yapanlar!.." diye seslenirken, bazen de "Ey insanlar!.." diye hitap eder.

Kur’ân insan merkezlidir. Onu belli bir suresine sıkıştırmamıştır. Bütün surelerinde Kur’ân, insanı çeşitli kabiliyetlerine göre anlatmıştır. Kur’ân kâinat olaylarından bahsettiğinde bile bir fizik veya astronomik gerçeği dile getirme maksadıyla hareket etmemektedir. Burada bile asıl maksadı, Allah-insan ilişkisi üzerinde durmaktır.

Kur’ân’a göre bütün insanlar topraktandır ve ‘tek bir nefisten’ yaratılmışlardır. Bu konudaki rivayetlerden hareketle insanların mayalarının aynı olduğunu vurgulamak üzere İslâm âlimleri derler ki, Allah Teala insanı yaratırken her bölgeden toprak aldırmış, beyaz, siyah, sarı, kırmızı… Her renk toprağı yoğurarak insanı yaratmıştır. Böylelikle ırk, renk, bölge farklılığını ‘insan kimliği’nde birleştirmiştir.

Allah Teala bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Ey insanlar! Gerçekten sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve sizi bir takım milletlere ve kabilelere ayırdık ki tanışasınız (birbirinizin marifetinden yararlanasınız). Şüpheye mahal yok: Sizin en değerliniz insan haysiyetine uymayan davranışlardan en çok sakınanınız, Allah’a en çok saygılı olanınızdır."4

Din (İslâm)

Din, Allah’ın, hem bütün kâinat üzerinde hem de bizzat kendimiz üzerinde yegâne hâkim güç olduğunu kabul edip, O’na ruhi bağlarla bağlanmak demektir. İnanma, insanın gururundan, nefsinden, iktidarının vehminden sıyrılmasıdır.

Din, hak yolculuğunda tökezlemeden yürüme maksadına nail olabilmek için insandan nefsin, neslin, malın, dinin ve aklın korunmasını istemektedir.

Nefsin, neslin ve malın korunması hayatın korunması demektir. Hayata hürmet, İslâm ahlakının en önemli düsturlarından biridir. Ama hayat, boş bir satıh üzerinde kaymak değildir. İnsanın, kendi zevkini bulabilmesi için dünya ile oynaması değildir. Hayat birçok güzel şeye başlamaktır, bilmektir, ümit etmektir, sevmektir, hayran olmaktır; insanlık hayrına değer üretmektir.

Dinin korunması, insanın, yaratıcısına ait olmasının bir simgesidir. Mutlak Kudret’e intisabı tescil eden damgadır. Din duygusunu yitiren insan, nereye ait olduğu bilinmeyen markasız bir eşya konumundadır. Bu anlamda Kur’ân’ın insana çağrısı kısaca şu şekilde özetlenebilir:

"Hakkı kucaklayarak özünü dine ver, yüzünü O’na dön. Allah’ın yaratışına ibretle bak. Dikkat et, Allah’ın yaratışının bir bedeli, o boşluğu dolduracak bir alternatifi yoktur. Bu gerçeği eğip bükme. Zira bu kabiliyet zayi olduğunda hiçbir beceri ile onu tamir edemezsin."

Nefis, Ruh ve İnsan

Kur’ân insanın Yaratanını tanımasını, nefsini tanımasını ve nefsini kötülüklerden arındırıp Yaratanına layık olmasını istemektedir. Bunun için, "Nereden geldim? Niçin geldim? Nereye gideceğim?" şeklinde özetlenebilecek, varoluş gayesinin metafizik boyutunu ortaya koyacak soruları cevaplamasını beklemektedir. Bu soruları yanılmadan cevaplayabilmek için de hayatımızın üçlü cephesini öğretmektedir:

İman, İslâm, İhsan…

İman, ilahi iradeyi kabuldür. İslâm, ilahi iradeye teslimiyettir. İhsan ise, iman ve İslâm’a hayatiyet kazandırmak, onları, kuru bir dava, şekli bir uygulama aşamasından ruhi bir özümsemeye dönüştürmektir. İhsan, Allah’ın gözetiminde olduğunu bir an için unutmadan insanın, inanç ve ibadetini aşk alanına taşımasıdır.

İhsan, her çeşit hırstan arınmaktır. Çünkü nasıl olursa olsun hırslar, ‘Mutlak’a yürüyen insanın ayaklarına vurulmuş zincirlerdir. Onlarla Allah’a varılamaz. Hz. Musa (as) Allah ile vuslata hazırlanırken,

"Ey Musa, mutlaka Ben senin Rabbinim. Kat kat üstün bir vadidesin. (Bana yönelmek için) pabuçlarını çıkar."5

ilahi hitabına mahzar olmuştu. İnsanın Allah’a yürümesi de ‘pabuçlarını’ çıkarmasıyla; hırslarından, kinlerinden, ithamlarından, nefsanî arzularından, masivaya duyduğu temayüllerinden kurtulması ile mümkün olacaktır.

Nefis, geçici zevk ve arzulara ulaşmaya, ruh ise hakka kavuşmaya taliptir. Bunlardan birinin işlev kazanması, insanın iradesinin bir sonucu olarak belirecektir:

"Biz ona yolu gösterdik; ister şükreder isterse nankörlük…"6

Mevlana, nefsanî arzularla akıl ve ruhun zıtlığını, Mecnun’un deve ile uğraşmasına benzetmektedir.

"Bir gün Mecnun bir deveye rast gelmiştir. Üzerine atlamış, yularını sıkıca tutarak ‘Beni şu ilerideki Leyla’ma kavuştur; yalvarırım sana.’ demiştir. Deve ise; ‘Senin ileride Leyla’n varsa benim de geride tutkunum var, yavrum var.’ diye karşılık vermiştir. Mecnun yuları sıkı tutmasaymış deve onu nerdeyse gerisin geri götürüp Leyla’sından uzaklaştıracakmış. Yalvarmış yakarmış; olmamış. Sonunda deveden inmiş ve ‘Anladım’ demiş, ikimiz de aşığız; sen yavruna ben Leyla’ma… Öyleyse sen yoluna ben yoluma."

Yine Mevlana der ki; "Ey oğul! Nefsin suretini görmek istiyorsan yedi kapılı cehennem tarifini oku." Mevlana burada "O gün cehenneme ‘Doldun mu?’ deriz; o; 'Daha yok mu?’ der." ayetini hatırlatmakta, cehennem gibi nefsin arzularının doyum tanımadığını vurgulamaktadır.

İnsan ve İman

Akıl, ilahi hitabın muhatabıdır ve insani erdemlerin kaynağıdır. Hz. Ali (ra)’nin dediği gibi, dini anlamadan yoksun akıl, akıl sayılamaz; aklın tavrından uzaklaşan din de din olarak görülemez.

Hz. Ali’nin kardeşi Hz. Cafer (ra)’in, İslâm’dan öncesi ve sonrası asalet ve karakterinde var olan değerlerden ötürü Cebrail’in övgüsüne mahzar olduğu, çeşitli rivayetlerde ifade edilmiştir. Bu rivayetlerde Resulullah (asm)’ın Cafer’i çağırıp, Cebrail (as)’in ender görünen iltifatına mazhar oluşunun sebeplerini sorduğu da belirtilmiştir. Cafer’in Resulullah’a cevabı iyilik ve kötülüğü kavramada aklın önemini kavratmaktadır:

"Ey Allah’ın Resulü, ne İslâm’dan öncesinde ne de sonrasında ağzıma içki koydum. Düşündüm; içki, bendeki en büyük değeri, aklı elimden alıyor. En azından akıl gücümü zayıflatıyor. Hâlbuki ben, insanlık değerlerimi korumak için, aklımı korumaya, ona daha çok işlerlik kazandırmaya muhtacım."

"Ey Allah’ın Resulü, bana bir zarar ve fayda sağlamayacağını bildiğimden putlara hiç ilgi duymadım. Efradıma yapılmasını kabullenemeyeceğim için hayatta zina suçu işlemedim. En büyük çirkinlik addettiğim için hiç yalan söylemedim."

Akıl sağlam ölçülere sahiptir. Hisler kadar yanılmamakta, kendini kaybeden insanı kendine getirebilmektedir. Akıl, insanları nefsanî arzularının pençesinden kurtarabilmekte, muhayyel korkuların esaretinden insanı azade kılabilmektedir. Akıl, haklara saygılı olmayı öğretmektedir. Hangi fiillerin fazilet olduğunu hangilerinin ‘iyi’ olmadığını idrak etmektedir.

Ama Mevla’ya kullukta aklın tek başına yeterliliğini savunmak mümkün değildir. Akıl kendi başına sadece ilk olarak hisleriyle yaşayan insan varlığının başına ‘insanlık tacı’ giydirmiştir ki Kur’ân bu durumu ‘ahsen-i takvim’ ifadesi ile karşılamıştır.

Akıl kalpteki iman duygusu ile birleşmelidir. Çünkü insanın hakikat güneşinin aydınlığına kavuşması ancak bu sayede gerçekleşebilecektir. İşte o zaman insan, eşyayı gerçek yüzü ile görme bahtiyarlığına kavuşacaktır. Resulullah (asm.)’in "Allah’ım bize eşyanın hakikatini göster." niyazının anlamı bu olsa gerektir.

Çıplak akılla düşünme iddiasında olan insanın kafasında kalıp düşünceler çalıp duracaktır. İyi ve kötüyü tek bir ölçü ile değerlendirecek, çevresine tek bir bakış açısıyla bakacak, bu bakış açısına uymayan her şeye tepkili olacaktır. Her şeyin kendi heva ve hevesinin belirlediği ölçüye uymasını isteyecektir. Çünkü kalp tekniğinden yoksun bir akıl, aslında artık akıl değil, hevadır. Hevasına bu şekilde uyan biri, hoşgörü zeminini kaybeden mutaassıp fanatik biri olup çıkacaktır.

Kur’ân, "Eğer Hak onların hevalarına uysaydı, gökler ve yerler ve oralarda bulunanlar fesada uğrar, dengeler bozulurdu."7 uyarısında bulunmaktadır.

Her şeyi gerçek yüzü ile görmek, varlığı Allah fikriyle müşahedeye bağlıdır. Çünkü; ‘Allah hem göklerin hem de yerin nurudur.’

Ve Aşk

Aklın imanla tezevvücünden aşk güneşi doğmaktadır. İman, İslâm ve ihsan, ‘aşk’ın aydınlığında bir anlam kazanmaktadır. Hakikatte aklın fonksiyonu da sahibini aşkın sınırına kadar götürmektir. Akıl daha öteye gidememektedir. Aşk güneşi doğunca akıl feneri yerini aşk refrefine bırakır; ‘yürü ki meydan artık senindir’ der. Böylece akıl, insanı mevlası ile buluşturmuş olmanın zaferini kutlar. Ve böylece ‘mü’minin miracı’ gerçekleşmiş olur. Ve böylece erdemler âleminde aşkın esiri olanlar, tam hürriyetlerine kavuşurlar. Ve böylece ‘âşıklar’;

"Ben yürürem yane yane
Aşk boyadı beni kane
Ne âkilem ne divane
Gel gör beni aşk neyledi."

terennümü ile bahtiyarlıklarını anlatmaya çalışırlar.

Fuzuli, "Ayetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlara gök kapıları açılmaz. Deve iğnenin deliğinden geçmedikçe onlar cennete de giremezler."8 ayetinden ilham alarak latife yapar gibi şöyle feryat etmiştir:

"Benim bu çektiğim derdi,
Baîrin başına koysan,
Çıkar kâfir cehennemden,
Güler, ehl-i azap oynar."

Fuzuli diyor ki; benim çektiğim aşk derdi o kadar ağırdır ki, onu devenin sırtına yüklesen, o aşk onu eritir, iplik haline getirir de iğnenin deliğinden geçecek kadar olur. O zaman kâfire de gök kapıları açılır, cehennemden çıkma isteği kabul edilir. Azap ehli iken cennet ehli olmanın sevinci ile gülüp oynamaya başlar.

Aşk ilahi coşkudur; Hakk’a vuslatın coşkusu. Sevinçler geçici olmasına rağmen aşk kalıcıdır. Nefis aşka talip olmak istemez. Zira aşk ızdırabın dostudur. Âşık, muzdarip insandır. Ama söylemek gerekir ki aşığın zarfı (dış görünüşü) nâr (ateş) olsa da içi cennet ve cemaldir. Gözü yaşlı olsa da kalbi düğün bayramdır.

Kalbi rububiyet aşkı ile dolu insanın bedeni ibadetlerden zevk duyar. Aşktan doğan gayret, kulluk yolunda sıkıntıları iştiyake çevirir:

"Eğer âşıklarını Dost’un kahrı ateşe layık görürse,
Aç gözlü olayım, eğer Kevser çeşmesine bakarsam."

İnsan bu aşk ve teslimiyeti kazanma yolunda cehd sahibi olursa, artık masivaya iltifat etmez olacaktır. O’ndan gelen lütfu da kahrı da cana minnet bilecektir.

İbrahim Havas, Hızır’ı bile mâsiva saymış;

"Yolda giderken karşıma Hızır çıktı; ‘Seninle arkadaş olalım.’ dedi. ‘Olmaz!..’ dedim. Sebebini sordu; ‘Sana Hızırsın diye bağlanır güvenirim de Allah’a olan bağlılığımda noksanlık çekerim.’ dedim."

Öyleyse denebilir ki insanın dinle ilişkisi, sadece formal kaidelerin taassubuna bağlanmamalıdır. Böyle olursa dini hayatımızın cevheri olan aşk kaybedilir. Din sadece ölü kaidelerin yığını haline gelir. Dinin insanın ruh yapısı ile, samimiyeti ile alakası kesilmemelidir.

Sözün özü, dinin ruhu, aşkını yaşatmaktır. Din, vicdanı sonsuzluğun huzuruna çıkaran kuvvettir. İrademize hareket kabiliyeti üfleyen rüzgârdır. Din eylemi aşk eylemidir. Zira sonsuzluk huzurundaki halin adı, aşktır.

Peygamberimiz (asm.)’in Sevgi, Saygı ve Hoşgörüsünü Gösteren Bazı Örnekler

İslâm, iman, ihsan ve aşka dayalı bir deruni tecrübenin dışa yansıyış biçimi olarak ‘ahlak nizamı’dır. Bu nizamda en esaslı yer tutan ise insana saygıdır. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, insan, bir damla uzviyetten çıkarak Allah’a uzanan hareket iradesidir. Bu yüzden İslâm’da her şey ‘insan’ içindir. Kur’ân’da hiçbir ayrıma tabi tutulmadan mutlak manada ‘insan’ın halife olduğunun beyan edilmesi bunu göstermektedir.

Yazımızın bu son bölümünde Peygamberimizin (asm.) sevgi, saygı ve hoşgörüsünü gösteren bazı örnekleri nakledeceğiz:

Enes (r.a.) anlatıyor:

‘Bir ara mescitte oturuyorduk. Resulullah’ın herkesi mest eden sohbetini dinliyorduk. Bir bedevi geldi. Biraz Resulullah’ı dinledi. Fakat sıkışmış olacak ki kalktı, mescidin bir köşesine idrarını yapmaya başladı. Cemaat üzerine yürüdü. Efendimiz (asm); ‘Bırakın müdahale etmeyin, tamamlasın.’ dedi. Sonra adamı çağırdı; ‘Bak’ dedi, burası mescid. Burada namaz kılınır, Kur’ân okunur. Allah’a ibadet edilir. Senin şu yaptığın burada olmaz’.

Resulullah sonra cemaatten birilerine bir kova su ile oranın temizlenmesini emretti.

Resulullah birinin cenaze namazını kıldırmaya hazırlanırken Hz. Ömer (ra): ‘Hayır, siz bu adamın namazını kıldırmayın.’ diyerek onun işlediği kötülüklerden örnekler vermeye başlamış. Efendimiz (asm) cemaate dönmüş, ‘Bir tane dahi olsa bu adamın iyiliğini gören kimse yok mu?’ deyince biri; ‘Ben gördüm. Ordu bir savaştan dönmüş, dinlmeye çekilenmişti. Komutan gönüllü nöbetçiler istemişti. İlk kabul eden bu adam oldu. Sabaha kadar nöbet tuttu.’ diye cevap vermiş. Bunun üzerine Resulullah adamın namazını kıldırmış, kabrine kadar da refakat etmiştir. Sonra Hz. Ömer’i çağırmış; ‘Ey Ömer, biz insanların iyilikleri dururken onları kötülükleriyle değerlendirme hakkına sahip değiliz.’ buyurmuştur.

Rasullah (asm)’ın Veda Hutbesi de insana saygının evrensel düsturları ile doludur:

"Ey insanlar, unutmayınız ki hepiniz Âdem’densiniz. Âdem de topraktandır. Arabın Arap olmayana Arap olmayanın da Arap olana, beyazın siyaha, siyahın beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. (Kötülüklerden ve zulümden sakınarak olgun insan olmaya çalışmakladır.) Allah Teala sizi değerlendirirken fiziki yapınıza, servetinize bakmaz. Kalbinizde barındırdığınız imani değerlere ve işlerinize bakar."

Resulullah (asm)’ın sohbetlerine katılan Yahudi bir genç varmış. Bir ara sohbetlerde görülmemiş. Peygamberimiz (asm) sorunca ‘hasta yatıyor’ demişler. Bunun üzerine Resulullah birkaç arkadaşını da yanına alarak genci ziyarete gitmiş. Genç, ölümle pençeleşiyor. Resulullah’ı yanında görünce sevinmiş ve kalkarak ona saygıda bulunmak istemiş. Resulullah onun halini hatırını sormuş ve moral vermeye çalışmış. Bir ara gence, imanla Allah’a kavuşmasını arzuladığından, kelime-i şehadet getirmesini tavsiye etmiş. Genç istekli fakat babasından çekiniyormuş. Babası Resulullah (asm)’ın insana saygıyı esas alan bu davranışından da etkilenerek oğluna seslenmiş: ‘Oğlum teklif sahibini tanımaktayız. Onun kötü şeyi önerdiği görülmüş müdür? Serbestsin.’ Bunun üzerine genç kelime-i şehadet getirmiş ve hemen sonra ruhunu teslim etmiş. Resulullah buyurmuşlar: ‘Gencin bu davranışı arkasındaki küfür yükünü darmadağın etti…’

Resulullah (asm) bir cenaze geçerken ayağı kalkmıştır. Yanındakiler; ‘Ey Allah’ın Rasülü bu bir Yahudi kadındır.’ diyerek Resulullah’ın davranışını garipsediklerini ima etmişler. Peygamberimiz tepki göstermiş ve ‘İnsan değil mi?!’ buyurmuşlardır.

Sonuç Yerine

İslâm; fert, aile ve toplum hayatında insanilik, insanın kendini gerçekleştirme azmi, temiz fıtrata uygun bir hayat nizamının sağlanması, insanların fıtratlarında getirdiklerine yabancılaşmasının önlenmesi, ilahi aşkın tezahürleri olarak kabul edilebilecek sevgi, saygı, hoşgörü gibi değerlerlerle mümkün olacaktır. Bu yüzden dini hayatımızın canlı olması gerekmektedir. Fıtratımızda saklı bulunan bu duyguyu göz ardı edip o boşluğu doldurmak için başka alternatifler aramak, insanlık sınırlarını zorlamaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bu takdirde hayatta anlaşmazlıkların çözüm yolu, şiddet, düşmanlık, kin ve kaba kuvvet olmaya devam edecektir. Ve ne yazık ki dünya ahiret mutluluğuna kavuşabilmesi için yaratılan insanın bu mutluluğa kavuşması, satırlarda kalmış bir temenniden öteye geçemeyecektir.

Dipnotlar:

1. İsra, 17/13
2. Bakara, 2/143
3. Tin, 95/4-5
4. Hucurat, 49/13
5. Taha, 20/12
6. İnsan, 76/3
7. Mü’minun, 73/21
8. A’raf, 7/40.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun