Her gün aynı ibadetler monotonluğa neden olmuyor mu? Her gün aynı ibadeti tekrar etmeye ne gerek var, sıkıcı olmaz mı, insana usanç vermez mi?

Tarih: 07.07.2012 - 01:22 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Her gün aynı saatte aynı namazı kılıyoruz, bunu her gün tekrarlıyoruz, her gün aynı şeyleri yapıyoruz.

- İslam monotonluğa neden olmuyor mu?

- İslam sıkıcı bir hayata neden olmuyor mu?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

İnsanların yaptığı ibadetler, monotonluğa sebep olmadığı gibi, normal hayat akışının monotonluğunu ortadan kaldıran unsurlardır. Özellikle, müminlerin miracı olan beş vakit namazla insanlar maddi hayatın meşgalelerinden aldıkları sıkıntıları atabilirler. Allah’ın manevi huzuruna varmak, Rabbini düşünmek, ona yalvarıp yakarmaktan ibaret olan namazın verdiği lezzet her türlü tarifin üstündedir.

Yaşadığımız günler, kullandığımız bedenimiz ve organlarımız, yediklerimiz, içtiklerimiz, aldığımız nefesler.. sanki hep aynıymış gibi gelebilir. Ancak biz kesin olarak biliriz ki, dün ile bugün; geçe yılın aynı bir günüyle bu yılın aynı günü; az önce aldığımız nefes ile bir sonraki nefesimiz; aynı pınardan her zaman içtiğimiz sular; bir çocuğun aynı memeden emdiği sütler... asla bir değildir. Ve bunları monoton diyerek terk etmek aklımıza gelmediği gibi nefsimizin de asla hoşuna gitmez..

Demek ki, şeklen aynı görünen ibadetler de asla bir değildir. Çünkü her namaza durduğumuz zaman diliminde, dünya tümüyle değişmiş oluyor. Mekân, her an değişiyor. Dünya sabah namazında döndüğü yerde dönmüyor. Zaman zaten öğle vakti olmuş ve değişmiş. İnsanın kendi iç dünyası da, gün içinde farklılık arzeder. Sabah namazına duran biz ile, öğle vaktinde namaza duran biz arasında çok farklar görünür. Duygularımız, olaylar, yapmış olduğumuz işler değişmiştir..

Farklı bir vakitte, farklı duygularla Rabbimize yöneliriz her vakit. Bir vakit diğer vaktin asla aynı değildir. Ne biz, ne âlem aynı kalır.. Aksine sürekli değişir. Sürekli değişkenlikler içindeki bir ibadette yenidir, tazedir, ilktir..

"Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor?.." şeklindeki bir soruya, Bediüzzaman Hazretleri aklı, mantığı, kalbi ve hatta nefsi emareyi de ikna edecek örnekler vererek cevaplar. Onun açıklamalarını sadeleştirerek ve kısmen şerh ederek nakledeceğiz. Üstad Bediüzzaman, bu eserinde kendi nefsini muhatap kabul etmiş ve nefsiyle konuşmuştur. Biz de aynı üslubu korumaya çalışacağız:

Ey nefis! Cehalet içinde, tembellik döşeğinde ve gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil, beş ikazı benden işit!

BİRİNCİ İKAZ

Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedi midir? Hiç kati senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın? Sana usanç veren, kendini ebedi ve ölümsüz zannetmendir. Keyif için, ebedi dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasaydın ki ömrün azdır, hem faydasız gidiyor; elbette onun yirmi dörtten birisini, ebedi hayatının saadetine sebep olacak, güzel ve hoş bir hizmete, yani namaza sarf ederdin. Ve bu sarf etmek de, usanmak şöyle dursun, belki ciddi bir arzuyu ve hoş bir zevki tahrike sebep olurdu.

Demek, insanın namazdan usanmasının sebebi, kendisini ebedi ve ölümsüz zannetmesidir. İnsan bu dünyada bir milyon yıl, hatta daha fazla kalacağını ve milyonlarca yıl boyunca her gün namaz kılacağını zannediyor ve namazdan usanıyor. Gerçi Cenab-ı Mevla’yı bilenler için hakiki zevk namazda olduğundan, bir milyon yıl değil, yüzer milyon yıllar bile namaz kılmak olsaydı, onlara yine zahmet gelmezdi. Sözümüz, Allah-u Teâlâ’yı hakkıyla bilmeyenler içindir. İşte bu zümre, hem Rablerini tanımazlar hem de kendilerini ebedi ve ölümsüz zannederler. Bu zan sebebiyle de daha namaz kılmadan, namazdan bıkarlar ve usanırlar.

Bu yanlış zannın tedavisi ise şurada gizlidir: Kişi evvela, öleceğini ve bir gün toprak olacağını düşünmelidir. Evet, insanın elinde ne senedi var ki, yarına kadar yaşayabilsin. Belki de sizler daha bu videoyu seyretmeyi tamamlamadan öleceksiniz. Ve dostlarınız sizi şu anda oturduğunuz yerde ölü olarak bulacak.

İşte insan ilk önce fani ve ölümlü olduğunu anlamalıdır. Sır burada gizlidir. İnsana namaz kılma hususunda usanç veren şey, kendisini ölümsüz zannetmesidir. Eğer bilseydi ki, yarın ki güne çıkmaya bir senet yok, o zaman ömrünün yirmi dörtte birini, yani yirmi dört saatinden bir saatini elbette namaza verirdi.

O halde ey namazdan hoşlanmayan nefsim ve namazsız arkadaşım, şunu düşün: Her gün dünyada 350.000 kişi ölüyor. Demek saatte yaklaşık 15.000 kişi ve dakikada yaklaşık 250 kişi… Yani şu anda içinde bulunduğumuz dakika çıkmadan 250 kişi bu dünyayı terk edecek. Ve muhtemelen bu 250 kişiden hiçbiri dünyayı terk edeceğini bilmiyor. Kimi işinde, kimi uykusunda, kiminin ne hesapları var, ne planlar yapıyor; ama dünya hayatında sadece saniyeleri kaldı. Ey nefsim ve ey arkadaşım! Ya biz bu 250 kişinin içindeysek, acaba halimiz ne olur? Bunu düşün ve gel, geç olmadan tövbe ederek namaza başla!..

İKİNCİ İKAZ

Ey lezzete düşkün nefsim! Acaba, her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana bunlar usanç veriyor mu?

Elbette vermiyor; çünkü ihtiyaç tekrar ettiğinden, usanç değil; belki lezzet alıyorsun. Evet, insan her gün yemek yer, bıkmaz; her gün su içer, bıkmaz; her saniye havayı teneffüs eder, yine bıkmaz. Herhalde bugüne kadar, yemekten, içmekten ve teneffüs etmekten bıkmış birisini görmemişsinizdir. Bunun sebebi, insanın cisminin ve bedeninin bunlara muhtaç olmasıdır. İhtiyaç tekrar ettiği için, usanmak şöyle dursun; insan bunlardan lezzet alır.

Acaba sadece maddi bedenin ve cismin mi ihtiyacı vardır? İnsanın kalbinin, ruhunun, aklının ve duygularının hiçbir ihtiyacı yok mudur? Elbette onların da ihtiyacı vardır ve onların ihtiyacı başta namaz olarak ibadet ve duadır.

Öyle ise ey nefsim, şu bedenimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası ve ruhumun ab-ı hayatı ve Rabbanî duygumun hoş ve latif havası olan namazın dahi seni usandırmaması gerekir.

Evet, insanın kalbi ki, nihayetsiz üzüntülere ve elemlere maruz; nihayetsiz lezzetlere ve emellere düşkün olup, şu âlemi kuşatabilecek bir muhabbet ile doludur. Elbette böyle bir kalbin gıdası ve kuvveti, her şeye gücü yeten bir Rahim-i Kerim’in kapısını namaz ve dua ile çalmakla elde edilebilir.

Ey nefsim! Şimdi söyle: Allah’tan başka kim var ki, böyle bir kalbi tatmin edebilsin, onu teskin edebilsin ve kalp ona bağlansın da elemlerden kurtulup, emellerine nail olabilsin?

Hem insanın ruhu ki, şu fani dünyadan, ayrılık feryadını kopararak hızlı bir şekilde ayrılıyor. Ayrıca insan tüm varlıklarla da alakadardır. Elbette böyle bir ruhun ab-ı hayatı, her şeye bedel olan Baki bir sevgilinin rahmet çeşmesine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir.

Ey nefsim! Şimdi söyle: Ruhun, ayrılıktan ve firaktan gelen bu feryadını Allah’tan başka kim dindirebilir? Kim ona bir sığınak ve kurtarıcı olabilir? Kim ona bir teselli verip, onu teskin edebilir? Allah’tan başkası var mıdır?..

Hem öyle bir Rabbanî duygu ki, yaratılışı itibariyle sadece ebediyeti ister ve ebed için yaratılmıştır ve ezeli ve ebedi bir zatın aynasıdır. Elbette böyle bir Rabbanî duygu, şu üzüntülü, ezici ve sıkıntılı; geçici ve boğucu olan dünya halleri içinde, teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.

Şimdi ey namaz kılmayan insan! Söyle bakalım: Allah’tan başka hiçbir şey ile tatmin olmayan bu Rabbanî duygunu ne ile tatmin edeceksin? Onu ne ile teskin edecek ve ne ile ona teneffüs ettireceksiniz?

Bu dünyada hangi şey vardır ki, insanın kalbini, ruhunu ve Rabbanî duygusunu tatmin edebilsin ve bunlar onunla doysun ve mutmain olsun? Allah ve O’nun zikrinden başka hiçbir şey yoktur!..

ÜÇÜNCÜ İKAZ

Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibadet külfetini, namazın meşakkatini ve musibet zahmetini bugün düşünüp muzdarip olmak; hem gelecek günlerdeki ibadet vazifesini, namaz hizmetini ve musibet elemini bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç akıl karı mıdır?

Şu sabırsızlıkta misalin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ taraf kuvveti, onun sağındaki kuvvetine katılmış ve ona taze bir kuvvet olduğu halde, o tutar, mühim bir kuvvetini sağ tarafa gönderir, merkezi zayıflaştırır. Hem sol tarafta düşmanın askeri yokken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, “Ateş et.” emrini verir. Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder, tarumar eder.

Evet, buna benzersin. Çünkü geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete dönüşmüş. Elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, keramete ve meşakkati, sevaba inkılap etmiş. Öyle ise, geçmiş günlerdeki ibadetten usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddi bir gayret almak lazım gelir. Gelecek günler ise madem daha gelmemişler; o günlerdeki ibadetin zahmetini şimdiden düşünüp usanç göstermek, aynen o günlerdeki açlığı ve susuzluğu bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divaneliktir.

Madem hakikat böyledir. Akıllı isen, ibadet cihetinde yalnız bugünü düşün. Ve “Bugünümün bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az; hoş, güzel ve ulvi bir hizmete sarf ediyorum.” de. O vakit senin acı usancın, tatlı bir gayrete inkılâp eder.

İşte, ey sabırsız nefsim! Sen üç sabırla mükellefsin:

Birisi: İtaat üstünde sabırdır. Farzları ve emirleri yerine getirmek hususunda sabretmelisin.

İkincisi: Günaha karşı sabırdır. Haramları ve günahları işlememek hususunda sabretmelisin.

Üçüncüsü de: Musibete karşı sabırdır. Başına gelen musibetlere karşı sabretmeli ve kaderin hükmüne razı olmalısın.

Aklın varsa, bu ikazdaki temsilde görünen hakikati kendine rehber tut, mertçe “Ya Sabûr!” de üç sabrı birden omuzuna al. Cenab-ı Hakk’ın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir; o kuvvetle dayan.

Bu ikazdan anladık ki, Cenab-ı Hak insana günlük bir sabır kuvveti vermektedir. Bu sabır kuvveti, o zaman dilimindeki farzları eda etmeye, haramlardan kaçmaya ve musibete sabretmeye kâfi gelebilecek bir sabır kuvvetidir. Ancak insan bir hata yaparak sabır kuvvetini dağıtır; bir kısmını geçmişe ve bir kısmını da geleceği gönderir. Elinde kalan azıcık sabırla da hazır zamandaki ibadetini yapamaz ve musibetlere dayanamaz.

Bunu bir misalle açıklayalım: Mesela birisinin evladı öldü. Evladın ölmesi on şiddetinde bir musibet olsun. Cenab-ı Hak o kişiye, o musibete sabredebilmesi için onluk bir sabır kuvveti gönderiyor. Musibetin kuvveti on olduğundan, sabır da onluk geliyor. Ancak evladı ölen kişi kendisine gönderilen bu onluk sabır kuvvetini iyi kullanamıyor. Çocuğunun geçmişteki günlerini ve onunla geçmişte geçirdiği hatıraları düşünerek onluk sabır kuvvetinin üçünü geçmişe gönderiyor. Ve eğer ölmeseydi gelecekte şöyle şöyle olurdu diye düşünerek üçlük sabır kuvvetini de geleceğe gönderiyor. Geriye ise dörtlük bir sabır kuvveti kalıyor. Musibetin kuvveti on şiddetinde olup, elindeki sabır kuvveti ise dört kuvvetinde kaldığından artık o musibete sabredemiyor ve feryat etmeye başlıyor. Eğer sabrını dağıtmayıp hepsini hazır zamanda kullansaydı, o musibete elbette dayanabilirdi.

Yine mesela, bir günlük ibadetleri eda edebilmesi için yirmilik bir sabır kuvveti gönderiliyor. O günün ibadet külfeti de yirmi şiddetindedir. Ancak kişi burada da hata yapıyor. Yirmilik sabır kuvvetinin beşini geçmişe gönderiyor. Yani geçmişte yaptığı ibadetlerin zahmetini düşünüyor. Beş kuvveti de geleceğe gönderiyor. Yani gelecekte yapması gereken ibadetleri düşünüyor. Elinde ise on kalıyor. Hâlbuki o günkü ibadetleri yapabilmesi için yirmilik bir sabra ihtiyacı vardı. Bu sebeple de o günkü farzları eda edemiyor. Demek insan sabrını dağıtmamalı ve şöyle düşünmeli: “İkindi namazını kıldım. Artık kılacağım farz bir namaz yok. Akşam namazı mı? Daha akşam gelmedi ki. Belki akşama çıkarım belki çıkamam. Eğer çıkarsam, Rabbim o namazı kılacak kadar bana yine sabrı gönderir. O namazı güneş batınca düşünürüm.”

Yine şöyle düşünmeli: “Bugün bana verilen sabır ile Ramazan orucumu tutacağım. Yarın mı? Daha yarın gelmedi ki. Onu bugünden düşünmek gereksizdir. Yarına belki çıkarım belki çıkamam. Eğer çıkarsam, Rabbim yarınki orucu tutabileceğim kadar bir sabrı bana yarın verecektir. Yarını yarın düşünürüz.”

Günah işlememek hususunda da şöyle düşünmeli: “Bugün hiçbir haram işlemeyeceğim. İçki içmeyecek, gıybet yapmayacak ve harama gitmeyeceğim.” Eğer ona denilse: “İyi ama, her gün bunlara nasıl dayanacaksın?” O şöyle cevap vermeli: “Bunları her gün yapmayacağım değil; sadece bugün yapmayacağım. Yarın mı? Daha yarına çıkmadım ki; yarına belki çıkarım belki çıkamam; eğer çıkarsam, yarının sabrı yarın gelecek. Bugünün sabrını daha gelmemiş bir güne göndererek bugünü zayıflatmak akıl karı değildir.”

Hatta insan bu şekilde düşünerek bütün kötü alışkanlıklarından bile kurtulabilir. Mesela sigara içen birisi şöyle düşünebilir: “Ben bugün sigara içmeyeceğim. Yarın mı? Daha yarın gelmedi ki, yarını yarın düşünürüz. Zira yarına ait sabır kuvveti yarın gelecektir. Hem yarına çıkma hususunda elimde senedim yok ki, belki de yarın kabirde olacağım; bugünden yarını düşünmek ve sabrı o güne göndermek beyhudedir.”

O halde ey namaz kılmayan insan! Sen de sabrını böyle günlük kullan. Hatta namazlık kullan. Zira bir dahaki namaz vaktine çıkacağın hususunda elinde bir senedin yok. Her namazını, kıldığın son namaz kabul et. Bu sayede namaz sana usanç vermeyecek ve her namazını son namazın gibi şevkle ve zevkle kılacaksın.

DÖRDÜNCÜ İKAZ

Ey sersem nefsim! Acaba şu namaz ve ibadet vazifesi neticesiz midir? Ücreti az mıdır ki sana usanç veriyor? Hâlbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır; sen usanmadan çalışırsın. Acaba bu dünya misafirhanesinde aciz ve fakir kalbine kuvvet ve zenginlik; ve elbette gireceğin bir menzil olan kabrinde gıda ve ziya; ve herhalde mahkemen olan mahşerde senet ve berat; ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat köprüsünde nur ve burak olacak bir namaz neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır?

Bir adam sana yüz liralık bir hediye vaat etse, yüz gün seni çalıştırır. Sözünden dönebilecek o adama itimat edersin, usanmadan çalışırsın. Acaba, “sözünden dönmek” hakkında imkânsız olan bir zat, cennet gibi bir ücreti ve ebedi saadet gibi bir hediyeyi sana vaat etse; ve bu vaadi yerine getirmek için, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam etse; sen buna mukabil hizmet etmesen veya isteksiz, angarya iş gören gibi usançla, yarım yamalak hizmet etsen; ve bu isteksizliğinin lisan-ı haliyle O’nu vaadinde itham edip hediyesini küçümsesen, pek şiddetli bir edeplendirmeye ve dehşetli bir azaba müstehak olacağını düşünmüyor musun?

Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde usanmadan hizmet ettiğin halde, cehennem gibi ebedi bir hapsin korkusu, en hafif ve latif bir hizmet olan namaz için sana gayret vermiyor mu?

BEŞİNCİ İKAZ

Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki usancın ve namazdaki kusurun dünyevi meşgalelerin çokluğundan mıdır? Veyahut geçin derdinin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?

Sen kabiliyet cihetiyle bütün hayvanatın üstünde iken, dünya hayatına gerekli şeyleri tedarikte iktidar cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bir serçe kuşu birkaç haftada hayatının bütün şartlarını öğrenir. Hâlbuki sen birkaç yılda ancak yürümeyi başarabilirsin. Bundan neden anlamıyorsun ki, asıl vazifen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakiki bir insan gibi hakiki ve daimi bir hayat için çalışmaktır?

Bununla beraber, dünyevi meşgaleler dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzuli bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En lazımını bırakıp, güya binler sene ömrün varmış gibi, en lüzumsuz malûmatla vakit geçiriyorsun. Meselâ “Zuhal yıldızının etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?” veya “Amerika tavukları ne kadardır?” gibi kıymetsiz şeylerle, kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güya astronomi ilminden veya istatistikçi fenninden bir kemal alıyorsun!

Eğer desen: “Beni namazdan ve ibadetten alıkoyan ve usanç veren şeyler, öyle lüzumsuz şeyler değil; belki geçim derdinin zaruri işleridir.”

Öyle ise, ben de sana derim ki: Eğer yüz liralık bir gündelikle çalışsan, sonra biri gelse, dese ki: “Gel, on dakika kadar şurayı kaz; yüz bin lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın.” Sen ona “Yok, gelmem. Çünkü  on lira gündeliğimden kesilecek, nafakam azalacak.” desen, ne kadar divanece bir bahane olduğunu elbette bilirsin.

Aynen öylede bizler de geçimimiz için dünyevi bazı işlerde çalışıyoruz. Eğer farz namazı terk etsek bütün çalışmamızın meyvesi yalnız dünyevi, ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir ücret olur.  On lira gündeliğimden kesilecek diye yüz binler kıymetindeki pırlantayı kaybeden adamdan ne farkımız kalır? Eğer biz istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına ve kalbin teneffüsüne sebep olan namaza sarf etsek, o vakit, bereketli dünyevi nafaka ile beraber ahiret için mühim bir defineyi de kazanmış oluruz.

Elhasıl: Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise, senin elinde senet yok ki ona malik olasın. Öyle ise hakiki ömrünü, bulunduğun gün bil; en azından günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, uhrevi bir sandıkça hükmündeki bir mescide veya bir seccadeye at.

Hem bil ki, her yeni gün, sana, hem herkese bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin karanlıklı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde ahirette şehadet eder. Zira herkesin, her günde, şu âlemden kendine mahsus bir âlemi vardır. O âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tâbidir. Nasıl ki, aynada görünen muhteşem bir saray, aynanın rengine bakar. Siyah ise siyah görünür; kırmızı ise kırmızı görünür. Hem onun keyfiyetine bakar. O ayna düzgünse, sarayı güzel gösterir. Düzgün değilse çirkin gösterir. Aynen bunun gibi, sen de kalbinle, aklınla, amelinle ve gönlünle kendi âleminin şeklini değiştirirsin. Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin. Eğer namazı kılsan ve o namazınla o âlemin sahibine yönelsen, birden, sana bakan âlemin nurlanır, aydınlanır. Âdeta namazın, bir elektrik lambası ve namaza niyetin, onun düğmesine dokunmak gibi, o âlemin karanlıklarını dağıtır. Senin o günkü âlemini, o nurun aksiyle ışıklandırır, senin lehinde nuraniyetle şehadet ettirir. (bk. Sözler, Yirmi Birinci Söz)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun