Topraklarda bitkileri tanıyacak madeni matbaalar ve fabrikalardan maksat nedir? 

Tarih: 16.02.2019 - 20:00 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Risalelerde geçen, umum topraklarda bitkileri tanıyacak madeni matbaalar ve fabrikalardan maksat nedir? 
- ​Çiçeklerde DNA var, toprakta matbaa temsilini tam anlayamadım. Toprakta matbaa örneği ile Tevhid bağlantısını açıklar mısınız?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Konuya bazı açılardan cevap vermeye çalışalım:

Cevap 1:

İnternet hizmetleri henüz devreye girmeden, kitap basımı matbaalarda yapılırdı. Kurşundan yapılmış harfler mürettipler tarafından dizilerek yazının kurşundan kalıbı ortaya çıkarılır, sonra bu kalıp iyice sıkıştırıldıktan sonra üzerinden mürekkepli silindirler geçirilerek boyanır, bir sonraki safhada da bu kalıp üzerinden kağıt geçirilir ve yazılar kağıda nakledilirdi.

Bir cümlenin bir kâtip tarafından yazıldığı kabul edildiğinde, ne matbaaya gerek vardır ne de kurşun kalıplara. O cümle kâtibin zihninde şekillenir. Daha sonra, zihinde mevcut olan bu cümle yazıya dökülür. O yazıda kullanılan kalem ve mürekkep katibin emriyle iş görürler ve yazı gayet kolayca ortaya çıkar.

Kâtibin varlığı kabul edilmediği takdirde, yazıdaki her harf için bir demir kalıp gerektiği gibi, o harfleri bir araya getirerek mânalı bir cümle haline gelmesi için de bir ilme ihtiyaç vardır. Katip kabul edilmeyince, bu ilim ya matbaaya verilecektir, yahut mürekkebe.

Bu alemde, ilahi ilimle dokunmuş ve kudret kalemiyle yazılmış her bir mahlukun varlığı Allah’a isnat edilmediği takdirde, bir çiçeğin veya bir böceğin meydana gelmesi için onda görev yapan her bir hücreye bir kalıp gerekir ve atomları o kalıplara hikmetle yerleştirmek için de ilim ve kudret lâzımdır.

Tabiatçılara göre her şey tabiat matbaasından tabii olarak çıkmaktadır. Materyalistlere göre ise, her şeyi madde yapmaktadır. Yani birincilere göre kitabı yazan matbaadır, ikincilere göre ise mürekkep.

Her iki fikrin de akıldan çok uzak olduğu açıktır. Ancak, bu kişiler kendilerini aldatma yolunu tuttuklarından, aklın kabul edemeyeceği birçok batıl yola girmişlerdir.

Bütün bu küfür akımlarının temelinde yatan iki temel unsur vardır:

Birisi, Allah’ın sonsuz kudretini ve o kudretle icra edilen sonsuz faaliyetleri sınırlı akıllarına sığıştıramamak; diğeri ise, iman etmenin ibadeti de beraberinde getireceğini, bunun ise nefislerin isyan ortamını yok edeceğini bilmeleri sebebiyle imana yanaşmamaları.

Bu iki meselenin de delillerle ispatı Risale-i Nur Külliyatı’nın muhtelif derslerinde harika bir şekilde yapılmıştır.

Cevap 2:

Tohumlar ve tohumların içindeki programlar nerden çıkıyor, gökten düşmüyor, insanlar da üretmediğine göre, demek bütün canlılığın menşei olan toprak, hava su gibi temel unsurlar vesilesi ile yaratılıyorlar.

İlliyet (sebep / sonuç) esasına göre ortada bir program varsa, o programı yazan bir de yazılımcı gerek. Tohumların menşei de toprak olduğuna göre, o zaman toprağın her bir tohuma özgü bir yazılım yazması icap ediyor.

Çünkü tabiat fikrine kapılanlar yaşamın kaynağı olarak dört temel unsur olan toprak, hava, su ve ateşi gösteriyorlar. Şayet bütün yaşamlar bu gibi unsurlardan çıkıyor ise, tohum ve onun içindeki programları kim yazıyor kim üretiyor? Şayet toprak dersen, o zaman toprak içinde her tohumu ve içindeki programı yazacak bir yazılımcının olduğunu kabul etmen gerekiyor.

“Madeni matbaalar ve fabrikalar” tabiri bir örnek bir temsildir; bunun yerine toprak içinde her tohuma ayrı bir yazılımcının olması gerekir de diyebiliriz. Çünkü nebatat ve hayvanat adedince tohumlar, yumurtalar, spermler bulunuyor ve bunların hepsinin de sistemi ve işleyişleri birbirinden çok farklı.

Ne tohumu ne de içindeki programı iradesiz, cahil, cansız ve şuursuz olan toprak ya da ve benzeri unsurlar icat edip yaratamaz. Bütün bu sanat harikalarını ancak sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi olan Allah yaratabilir. 

Her tohumun içine o programı yazan ve derceden de Allah’ın sonsuz ilim ve iradesidir. Aksini iddia etmek aptallıktan başka bir şey değildir...

Cevap 3:

Tabiat misdardır, asla masdar olamaz.

Misdar, yazının düzgünlüğünü sağlamakta kullanılan alet (cetvel) demektir. Masdar ise, bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) yer manasına gelir.

Çizgi cetvelle çizilir, lakin onu çizen, cetvel değildir. Keza, mürekkep kalemden sudur eder, ama yazıyı yazan mürekkep değildir.

Yaratılan her varlık Allah’ın ilminde nasıl takdir edilmişse o şekilde vücuda gelmektedir. Allah’ın ilmindeki bu ilmî vücutlar birer manevî kalıp gibidirler; her şey, irade ve kudretle, bu kalıplara göre yaratılır.

Misdar ve masdar örneği bu ince manayı ders veren bir temsil yahut bir teşbih gibidir. Misdar kaderi temsil eder, masdar ise kudreti. Şöyle ki:

Genellikle, düz çizgi çizmek için hazırlanmış cetveller olduğu gibi, daire, elips gibi şekillerin de çiziminde kullanılan özel cetveller de vardır. Meselâ, cetvelimizde bir daire şekli belirlenmiş ve kalıp olarak yerleştirilmişse, biz kalemimizi o kalıp üzerinde hareket ettiririz ve cetveli kaldırdığımızda kağıdımıza daire şekli çıkar.

Kâğıt üzerinde bir daire şekli ve yanında bir kalem ve cetvel... Bu daire şeklini birisine göstererek, bu şekli kimin çizdiğini sorduğumuzda, aklını doğru kullananların vereceği cevap açıktır: Birisi bu cetveli kullanmış ve bu kalemle o şekli çizmiştir.

Şekli birisinin çizdiği kabul edilmediği takdirde, geriye bir takım batıl şıklar çıkıyor:

Bazıları dairenin kağıttan tabii olarak çıktığını söylerler. Bunlar tabiatçıları andırırlar.

Bir kısmı, daireyi cetvelin ve kalemin çizdiğini söylerler. Bunlar sebeplere tapanlara benzerler.

Bir diğer kısmı ise, daireyi kalemdeki mürekkebin çizdiğini söylerler. Bunlar da maddeye tapanlar, materyalistlerdir.

Hakikat ise eşyanın “misdar-ı kader üstünde kalem-i kudretle” yazıldığıdır.

Demek ki, “...Şu kitab-ı kâinatı kalem-i kudret-i Samedâniye’nin yazması ve Zât-ı Ehadiyet’in mektubu desen, vücub derecesinde bir suhulet ve lüzum derecesinde bir mâkuliyet yoluna gidersin.” (bk. Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam)

“Kalem-i kudret-i Samedâniye”:  Samed ismi, her şey ona muhtaç, o ise hiçbir şeye muhtaç değil manasına geliyor.

Bir yazının bütün kelimeleri, harfleri, satırları hep kâtibe muhtaçtırlar. O olmasa hiçbir yazı meydana gelmez. Ve o kâtip dilediğinde yazıları silebilir, varlıklarına son verebilir.

Kâtip ise ne varlığında ne de devam ve bekasında yazıya muhtaç değildir. Bu âlemdeki her varlık kudret kalemiyle yazılmış bir mektuptur. O sonsuz kudret sahibi ise hiçbir mahlukuna muhtaç değildir.

Bir varlık yaratılması için Hâlık ismine, hayatlanması için Muhyi ismine, görmesi ve işitmesi için Basir ve Semi isimlerine, rızkı için Rezzak ismine muhtaçtır. Allah ise bu varlıkların ne vücutlarına ne hayatlarına ne görme ve işitmelerine ne de rızıklanmalarına muhtaç değildir.

Cevap 4:

Bir kitaptaki hiçbir harf yahut kelime, kendi kendine tesadüfen yazılmadığı gibi, bir sarayın hiçbir taşı da kendi kendine şekillenmiş ve binadaki yerini en hikmetli şekilde almış değildir.

Bir kitabın bütün bölümleri ve onlarda yer alacak konu başlıkları önceden belirlenir. Bu çalışma bir bakıma kitabın kader planı gibidir. Bu plandan sonra kitabın telifine başlanır ve her bölümde yer alacak konular yine bir plan tahtında belirlenir. Daha sonra o bölümün yazımına başlanır. Aynı yol kitabın diğer bölümleri içinde tekrarlanır ve sonunda, ana ve tali bölümleriyle bir bütünlük gösteren faydalı bir eser ortaya çıkar.

Kâtibin varlığı kabul edilmediği takdirde, bütün bu mânaları kitabın harflerine yahut o harflerin yazıldığı mürekkep zerrelerine vermek gerekecektir. Yani, kitabın tümünde sergilenen ilmin her bir mürekkep zerresinde mevcut olduğu kabul edilecek, o zerrelerin kitap yazmayı irade ettikleri, kitabın planını da onların tespit ettiği, daha sonra kendilerinde bulunmayan bir kudretle o kitabı telif ettikleri vehmedilecektir.

Aynı mürekkep zerreleriyle hem İlahiyat, hem edebiyat, hem fizik, hem kimya kitapları yazıldığından o mürekkep zerrelerinin bu ilimlerin tümünü bildikleri kabul edilecektir.

İşte varlık âleminde boy gösteren her şey bir kitap gibidir. Bu birbirinden farklı milyonlarca tür kitabın mürekkebi atomlardır.

Atomların birer harf olduğu ve kendileriyle yazılan kitaplarda hiçbir tesirleri olmayıp sadece Allah’ın birer memuru olarak görev yaptıkları kabul edilmezse, her bir atomun, görev aldığı her hücreyi, her organı,..,  tanıması ve onlarla sergilenen farklı eserlerin tümünü önceden bilmesi ve ona göre şekillenmesi ve vazife yapması gerekecektir. Bu ise Üstat Hazretlerinin ifade ettiği gibi, uluhiyete mahsus sıfatları her zerreye vermek demektir.

Kitaptaki harfler yerine binadaki taşları koyduğumuzda, aynı örneği kâinat sarayının tümü ve onda misafir edilen her varlık için de aynen uygulayabiliriz.

Not: Risale-i Nur eserlerinde, soruda geçen konunun açıklandığı yerlerden bazıları şöyledir:

Zerrelerden mürekkep bir parça toprak, her bir çiçekli ve meyveli nebâtâtın neşvünemâsına menşe olabilir bir kâseyi o zerreciklerden doldursan, bütün dünyadaki her nevi çiçek ve meyveli nebâtâtın tohumcukları ki, o tohumcuklar hayvânâtın nutfeleri gibi, ayrı ayrı şeyler değil -nutfeler bir su olduğu gibi, o tohumlar da karbon, azot, müvellidülmâ, müvellidülhumuzadan mürekkep- mahiyetçe birbirinin misli, keyfiyetçe birbirinden ayrı, yalnız kader kalemiyle, sırf mânevî olarak aslının programı tevdi edilmiş. İşte, o tohumları nöbetle o kâseye koysak, herbiri hârika cihâzâtıyla, eşkâl ve vaziyetiyle zuhur edeceğini, vuku bulmuş gibi inanırsın.

Eğer o zerreler, her bir şeyin herbir hal ve vaziyetini bilen ve her şeye, ona lâyık vücudu ve vücudun levâzımâtını vermeye kadîr ve kudretine nisbeten her şey kemâl-i suhuletle musahhar olan bir Zâtın memuru ve emirber bir vazifedarı olmazlarsa; o toprağın herbir zerresinde, ya bütün çiçekli ve meyvedarların adedince mânevî fabrikalar ve matbaalar, içinde bulunması lâzım gelir ki, o cihazatları ve eşkâlleri birbirinden uzak ve birbirinden ayrı mevcudat-ı muhtelifeye menşe olabilsin veya bütün o mevcudata muhit bir ilim ve bütün onların teşkilâtına muktedir olacak bir kudret vermek lâzımdır tâ bütün onların teşkilâtına medar olsun.

Demek, Cenâb-ı Hak'tan nisbet kesilse, toprağın zerrâtı adedince ilâhlar kabul edilmesi lâzım gelir. Bu ise, bin defa muhal içinde muhal bir hurafedir. Fakat memur oldukları vakit çok kolaydır.

Nasıl bir sultan-ı azîmin bir âdi neferi, o padişahın namıyla ve onun kuvvetiyle bir memleketi hicret ettirebilir, iki denizi birleştirebilir, bir şahı esir edebilir. Öyle de Ezel ve Ebed Sultanının emriyle, bir sinek bir Nemrudu yere serer; bir karınca bir Firavunun sarayını harap eder, yere atar; bir incir çekirdeği bir incir ağacını yüklenir. (bk. Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Dördüncü Lem'a, Üçüncü Pencere)

Nasıl ki bir kitap, eğer yazma ve mektub olsa, onun yazmasına bir kalem kâfidir. Eğer basma ve matbu olsa, o kitabın hurufatı adedince kalemler, yani demir harfler lâzımdır, tâ o kitap tab’ edilip vücut bulsun. Eğer o kitabın bazı harflerinde gayet ince bir hatla o kitabın ekseri yazılmışsa Sûre-i Yâsin, lâfz-ı Yâsin’de yazıldığı gibi o vakit bütün o demir harflerin küçücükleri, o tek harfe lâzım, tâ tab edilsin.

Aynen öyle de şu kitab-ı kâinatı, kalem-i kudret-i Samedâniyenin yazması ve Zât-ı Ehadiyetin mektubu desen, vücub derecesinde bir suhulet ve lüzum derecesinde bir mâkuliyet yoluna gidersin.

Eğer tabiata ve esbaba isnat etsen, imtinâ derecesinde suûbetli ve muhal derecesinde müşkülâtlı ve hiçbir vehim kabul etmeyen hurafatlı şöyle bir yola gidersin ki, tabiat için ya her bir cüz toprakta, her bir katre suda, her bir parça havada milyarlarca madenî matbaalar ve hadsiz mânevî fabrikalar bulunması lâzım tâ ki, hesapsız çiçekli, meyveli masnuâtın teşekkülâtına mazhar olabilsin. Yahut her şeye muhit bir ilim, her şeye muktedir bir kuvvet onlarda kabul etmek lâzım gelir, tâ şu masnuâta hakikî masdar olabilsin.

Çünkü toprağın ve suyun ve havanın her bir cüz’ü ekser nebâtâta menşe olabilir. Halbuki her bir nebat, meyveli olsa, çiçekli olsa, teşekkülâtı o kadar muntazamdır, o kadar mevzundur, o kadar birbirinden mümtazdır, o kadar keyfiyetçe birbirinden ayrıdır ki, her birisine, yalnız ona mahsus birer ayrı mânevî fabrika veya ayrı birer matbaa lâzımdır. Demek, tabiat mistarlıktan masdarlığa çıksa, her bir şeyde bütün şeylerin makinelerini bulundurmaya mecburdur.

İşte, bu tabiatperestlik fikrinin esası öyle bir hurafattır ki, hurafeciler dahi ondan utanıyorlar. Kendini âkıl zanneden ehl-i dalâletin nasıl nihayetsiz hezeyanlı bir akılsızlık iltizam ettiklerini gör, ibret al!..

Elhasıl:

Nasıl bir kitabın her bir harfi, kendi nefsini bir harf kadar gösterip ve kendi vücuduna tek bir suretle delâlet ediyor ve kendi kâtibini on kelime ile tarif eder ve çok cihetlerle gösterir. Meselâ, “Benim kâtibimin hüsn-ü hattı var. Kalemi kırmızıdır, şöyledir, böyledir.” der.

Aynen öyle de şu kitab-ı kebir-i âlemin her bir harfi, kendine cirmi kadar delâlet eder ve kendi sureti kadar gösterir. Fakat Nakkâş-ı Ezelînin esmâsını bir kaside kadar tarif eder ve keyfiyetleri adedince işaret parmaklarıyla o esmâyı gösterir, müsemmâsına şehadet eder.

Demek, hem kendini, hem bütün kâinatı inkâr eden sofestâi gibi bir ahmak, yine Sâni-i Zülcelâlin inkârına gitmemek gerektir! (bk. Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Beşinci Lem'a.)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 100+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun