Zat Cenneti ne demektir?

Tarih: 21.09.2017 - 00:11 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Bazı Tasavvufi kitaplarda Zat Cennetinden ve orada yeme içme, huri gılman ve diğer Cennet nimetlerinin olmadığından bahsediliyor. Bu Zat Cennetine de Allah’ın en has kullarının ulaşacağından söz ediliyor.
- Bunun anlamı Allah katında çok üstün dereceye sahip olan evliyalar, Peygamberler yani bu Zat Cennetine ulaşanlar diğer Cennet nimetlerinden yararlanmayacak anlamına mı geliyor?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Cennette böyle bir derecenin olduğuna dair bir rivayet bulamadık.

Ancak, kainatın fani olduğu, kendi varlıklarının olmadığı ve bütün varlıkları Hakk’ın varlığı olarak görmeye vahdet-i vücud, bu görmeden elde edilen zevke de Zat Cenneti denilmiş.

Vahdet-i-vücudu ve Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur fikrini benimseyen bazı tasavvuf ekolünün; Fenafillah, yani Allah’ta fani olmak, insanın bütün benliğini ve nefsani arzularını eritip Allah’ın varlığında kaybolması görüşüdür.

Vahdet, birlik manasına geliyor. Zıddı “kesret”, yani çokluk. Kesret tevhid edilir ve ortaya vahdet çıkar. Birbirinden ayrı beş harfi tevhid eder, bir araya getirirseniz, bu vahdetten bir kelime çıkar ortaya. Beş on kelime bir araya geldi mi bir cümle olurlar. Cümleler sayfada, sayfalar kitapta vahdete ererler. Kitap ortaya çıktı mı artık on binlerce kelime bir tek isimle anılır.

Kainat kitabı denilen bu alemde, bu mana daha güzel şekilde kendini gösteriyor. Yüzlerce dal bir ağaç olarak karşımıza çıkarken, milyarlarca hücre bir bedende birleşiyorlar. On iki gezegen “Güneş Sistemi” oluyor. Sayısız denecek kadar yıldız, Samanyolu’nu meydana getiriyor.

Arzı, semayı, cennet ve cehennemi, melekleri ve ruhaniyatı, arşı ve kürsîyi, kısacası bütün varlık alemini birlikte düşündüğümüzde, bütün bu kesret aleminin aynı İlâhî sıfatlarla yaratıldıklarını müşahede ederiz. Sonsuz eşya yedi sıfatta tevhit eder. Hepsi aynı irade ile aynı kudret ile vücut bulmuşlardır. Bu yedi sıfat ise aynı zatın sıfatlarıdırlar. İlim başkasının da irade başkasının olamaz. Bu noktaya geldiğimizde, karşımızda kelime-i tevhidi buluruz: Lâ İlâhe illâllah...

Bu mukaddes kelâm, tevhid-i ulûhiyyeti ifade eder. Bütün varlık âleminin İlâhı, yâni Mabudu, Rabbi, Hâlıkı, Râzıkı, Mâliki birdir. Vücut ve vahdet (varlık ve birlik) O’nun sıfatlarıdır.

O’nun yarattığı bir varlık da vücut sıfatına kavuşmuştur, ama bu varlık onu yaratanın varlığı cinsinden değildir. İşte bu hakikati zihinlerde iyice yerleştirmek içindir ki, Allah’ın mukaddes varlığı için “vacibü'l-vücud”, mahlûkatının varlığı için ise “mümkinü'l-vücud” tabirleri kullanılır.

Vacib; varlığı kendinden olan, bir başkasının var etmesiyle yaratılmaktan münezzeh bulunan, ezelî ve ebedî var olan Allah’ın varlığı.

Mümkin; varlığı, yaratıcısının var etmesiyle tahakkuk eden, o dilediğinde hemen yok olmaya mahkûm, bu cihetle varlığı ile yokluğu yaratıcısının kudretine nisbeten eşit bulunan mahlûkatın varlığı.

İşte vahdet-i vücud meşrebindeki bir velî, Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Vacibü'l-Vücu'dun vücuduna hasr-ı nazar edip, sair mevcudatı o Vacibü'l-Vücud’un vücuduna nisbeten zaif bir gölge görür, vücud ismine lâyık olmadığına hükmeder.”

Bu sevgili kul, Rabbine yakınlaşmada mesafeler kat ede ede, “istiğrak” dediğimiz manevî bir sarhoşluk hâline girer, kendinden geçer. Artık kendisinin çok gerilerinde kalmış olan mahlûkatı inkâr edercesine “lâ mevcude illâ hu” yani “O’ndan başka varlık yoktur” der.

Bu sözün cezbe hâlinde, manevî sarhoşluk hâlinde söylendiği açıktır. Zira, O’ndan başka varlık olmasa, bu sözün de söylenememesi gerekirdi. Ama bu sözü söyleyen zat o anda bunu da düşünecek halde değildir. Nitekim o halden çıkıp kendine geldi mi artık böyle söylemez olur.

Vahdetü'l-Vücut için, Mesnevî-i Nuriye’de “Tevhidde istiğraktır ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir.” buyrulur. Bu meşrebin akıl ile izah edilemeyeceğine dikkat çekilir. Lem’alar’da ise “lâ mevcude illâ hu” denilmesi, güneşin aksini ve timsalini tutan parlak bir ayineye güneş denilmesine benzetilir. Bu harika teşbihi bir derece açmak isteriz.

Bir aynayı güneşe karşı tuttuğunuzda, güneş o aynada görünür. Onun nuruyla ayna da aydınlanır. O da ışık saçmaya başlar. Bu ayna şuurlu olsa, güneşin nurunu kalbinde taşır, ona iman eder ve kendisindeki bütün renklerin, ışığın, hararetin hep ondan geldiğini bilir, ona minnettar olur. Bu şuurlu aynanın güneşe doğru yaklaştığını farz edelim. Yaklaştıkça güneşten daha fazla ışık alacak, daha çok parlayacak, diğer yandan, daha fazla ısınacak, yanacaktır. Ayna güneşe yaklaştıkça onda, güneşin görüntüsü dışında kalan saha gittikçe azalır. Ve sonunda aynanın tamamı güneşin nuruyla dolar. Artık onun kalbinde başkasına yer yoktur. Yaklaşma devam ettikçe, ışığın şiddetinden ayna kendini göremez olur; şiddetli hararet ve nur ile kendinden geçer, istiğrak hâline girer. Artık ne kendisi kalmıştır ortada, ne de ışığı. Her yanı güneşle sarılmış ve o, güneşten başka bir şey göremez olmuştur. İşte o ayna bu halde iken, “Güneşten başka bir şey yoktur.” derse, bu onun mânevî sarhoşluğunun ifadesidir. Bu sözü akıl ile tartmak ve ona göre bir hüküm vermek doğru değildir.

O bu hâlinde mâzurdur, söylediğinden mesul değildir. Zira ortada mesul olacak nefis kalmamıştır.

İşte burada keyfiyetini aklın idrak ve lisanın izah edemeyeceği bir yakınlık sahnesiyle karşı karşıyayız. Velînin Rabbine yaklaşması... O’nun cemal tecellileriyle kalbin muhabbete gark olması ve celâl tecellileriyle nefsin, enaniyetin, şahsî varlığın eriyip tükenmesi hâli…

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun