Allah ve Elçisi eşit mi sevilir?

Tarih: 03.09.2017 - 00:08 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Üç özellik vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını tadar: Allah ve Resûlünü, (bu ikisinden başka) herkesten fazla sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” (Buhari, İman, 2/9)
1. Bu hadisin ilk kısmına göre Allah cc ve Resulullah eşit mi sevilir? Bu şirk olmaz mı? Yoksa Allah’ı daha çok mu sevmek lazım?
2. İnsanları Allah için sevmek konusunda. Resulullah Allah için mi sevilir yoksa diğer insanlardan farklı mıdır sevme konusunda.
3. Allah’ı sonsuz derecede mi sevmeliyiz? Sonsuz derecede seversek Allah da bizi sonsuz derecede severse bu Allah’ın sevme sıfatıyla aynı şeye sahip olmak olmaz mı ve bu şirk olmaz mı?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Allah sevgisi her şeyden önce gelir. Bir şeyi hangi anlamda, ne niçin sevdiğimiz önemlidir. Allah için, Allah'ın bir nimeti olarak sevmek bir ibadettir.

Peygamber sevgisi Allah sevgisinden sonra gelir. Peygamberi sevmek Allah'ı sevmek demektir. Alimleri, müttakileri ve hayır sahiplerini sevmek de böyledir. Zira sevgilinin sevgilisi de sevilir. Sevilenin Elçisi (asm) de sevilir. Sevileni seven de sevilir. Burada gerçekte sevilen yalnız Allah'tır. O'ndan başka gerçek sevgiyi hakeden yoktur.

Ayrıca, Allah’ı sevmenin yolu, Hazret-i Peygambere (asm) uymaktan geçer. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Ey Resûlüm, de ki: Ey insanlar! Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.” (Al-i İmran, 3/31)

Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, Allah’ı sevmenin şartı Hazret-i Peygamberi (asm) sevmek ve O’nun sünnet-i seniyyesine tabi olmaktır. O’nu seven, onun hayatını kendine rehber edinir. Cenab-ı Hakk’ın emirlerine uyar ve yasaklarından kaçınır. Böyle bir insan, her şeye rağmen, ömrünü Allah’a muhabbetle daima elemsiz ve kedersiz geçirir.

Başka bir ayette de şöyle buyrulur:

“Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse, muhakkak büyük bir başarıya ulaşmıştır.” (Ahzâb, 33/71)

Hz. Peygamber (asm)'in Allah’ın yanındaki kıymet ve mertebesini ifade eden bir hadis-i kudside ise şöyle buyrulur:

“Ey Habibim! Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.” (Acluni, II: 164; Hakim el Müstedrek, II: 615)

Buna göre kâinatın, dolayısıyla insanların yaratılış sebebi olan Hazret-i Peygamberi (asm) nefsimizden, ailemizden ve diğer bütün mahlûkattan çok sevmemiz aklın, vicdanın ve kâmil imanın gereğidir.

Bir şairin dediği gibi;

                   "Muhabbetten Muhammed oldu hasıl,
                   Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl."  
            

Eğer insanın kalbi muhabbetullah ve muhabbet-i Resûlullah ile dolmazsa kemal-i imanı elde etmiş olamaz.

Hazret-i Peygamber (asm), Hz. Ömer’e (ra) “Ya Ömer beni ne kadar seviyorsun?” deyince, Hz Ömer (ra): “Ya Resûllallah nefsimden sonra en çok seni seviyorum.” diye cevap verir. Peygamber Efendimiz (asm) “Sizden herhangi biriniz beni nefsinden ve ailesinden çok sevmedikçe kâmil iman etmiş olamaz.” buyurdular. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a): “Ya Resûlallah seni, anamdan, babamdan, aile efradımdan ve canımdan çok seviyorum.” dedi. Peygamber Efendimiz (asm) da: "Ya Ömer işte şimdi imanın kemâle erdi.” diye buyurdular.

Hazret-i Peygamber (asm) insanları dünya ve ahiret zararlarından kurtarıp, iki cihanda saadet ve selamete kavuşturacak en sağlam ve en selametli yolu göstermektedir. İnsanın nefsi emmaresi ise, daima kötülüğü emreder ve onu felaketlere sürükler.

Demek ki, Hazret-i Peygamber (asm)'in şefkati, müminlere nefislerinden daha ileridir. Bu bakımdan her şeyden çok O’nun (asm) sevilmesi lazımdır.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir:

İnsan, diğer mahlûkata karşı nasıl muhabbet etmelidir ki, bu hissi yerinde kullanmış olsun?

İnsanın, kendi nefsine muhabbeti, onu zararlı şeylerden muhafaza ederek terbiye etmek, ana babaya muhabbet, onlara hürmet ve ömürlerinin bekası ve ebedi saadete mazhar olmaları için dua etmektir. Allah’ın büyük bir nimeti olan gençliğe muhabbet ise, onu iffetle muhafaza edip, hayırda istimal ederek ibadetle geçirmektir.

İnsanların birbirini sevmesi de dinimizin bir emridir. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm): “Birbirinizi sevmedikçe hakiki iman etmiş olamazsınız.” (Müslim, Îmân 93-94) diye buyurmuştur.

Bu muhabbet de ancak, ihsan, ikram, yardımlaşma, tebessüm ve ülfetle mümkündür. Ülfet; dostluk, arkadaşlık, cana yakın olma demektir. Allah-u Teâlâ müminlerin kalplerini birleştirmiş, onların gönlüne dostluk ve ülfet doldurmuştur. Bunu devam ettirmek de her Müslüman’ın görevidir.

Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmaktadır:

“Mü’min ülfet eden ve kendisi ile ülfet edilendir. Ülfet etmeyen ve kendisiyle ülfet edilmeyen kimsede hayır yoktur.” (Müsned, 2/4, 5, 335)

Allah için olan muhabbetler, hem lezzetli, hem daimi, hem kedersiz, hem de sevaplı olur; insanı dünya ve ahiret saadetine mazhar eder.

Eğer bir insan, sevdiklerini Allah namına sevmezse, o muhabbet azap olur. Lezzetlerin elinden gitmesiyle de o lezzetler, zehirli bal hükmüne geçer. Cenab-ı Hakk’ın hesabına olmayan muhabbet, insana bir fayda sağlamaz.

Her şeyin ifrat ve tefriti zararlıdır. Muhabbettin de ifrat ve tefriti bir kısım insanları dalalete götürmüştür. İslâm dini her şeyde olduğu gibi, muhabbetin ölçüsünü de koymuştur. İnsan kendini, ana ve babasını sever, ancak Hazret-i Peygamberden çok sevemez.

Hazret-i Peygamberi (asm) Allah’ın kulu ve Resûlu, esmâ-i ilahiyenin en mükemmel aynası ve saltanat-ı ilâhiyenin en büyük bir dellalı olarak sever, ama O’na ulûhiyet isnad edemez.

Hiristiyanlar, Hz. İsa’yı hâşâ, Allah’ın oğlu olarak, ya da O’na ulûhiyet sıfatı vererek sevdiler ve dalalete düştüler. Bunun gibi bazı insanlar da Hz. Ali’ye (ra) aşırı muhabbetten dolayı dalalete düştüler.

Son soruya gelince;

Allah’ın isim ve sıfatları sonsuzdur. Kainat ve mahlukat bu sonsuz isimlere tam manası ile mikyas ve mahal olamazlar. Bütün mahlukattaki tecelliler, Allah’ın sonsuz isimlerinin bir damlası, çok perdelerden geçmiş zayıf bir gölgesi mesabesindedir.

Bu konu üzerinde düşünürken, öncelikle, Allah’ın varlığının “vacip”, insan varlığının ise “mümkin” olduğu dikkatten uzak tutulmamalı. İnsan mahlûk olduğu gibi, sıfatları da mahlûktur. İnsan mümkin olduğu gibi, sıfatları da mümkindir. Ve nihayet bir mahlûk olan insanın Halık’ına benzemesi düşünülemeyeceği gibi, onun mahlûk sıfatlarının da meselâ, iradesinin, ilminin, kudretinin de Allah’ın ilim, kudret ve iradesine hiçbir cihetle benzemeyeceği unutulmamalıdır.

Bize takılan sıfatlar, ilâhî sıfatlara birer işarettir. Bunlarla o vacip, sonsuz ve mutlak sıfatların varlıklarını bilebiliriz. Ama haritadaki noktalara benzeyen bu sıfatlarımızla, ilâhî kudret arasında hiçbir benzerlik olamayacağını da hatırdan çıkarmayız. Bunlar birer işarettirler, o kadar.

Bizim için sonsu,z hayalimizin yetiştiği yere kadardır. Ve aslında sayamayacağımız ve hayalimizin dahi alamayacağı kadar bize nimetler sunan Rabbimize hayalimizin yetiştiğince sevgi ve muhabbet duyup şükretsek yine az gelir.

İlave bilgi için tıklayınız:

"Allah ve Elçisini başkalarından daha çok sevmeyen, sevdiği ...
Kur'an-ı Kerim'de, insanlar birini ya da bir şeyi Allah'tan daha çok ...

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun