Allah'ın tanziminde anlayamadığım hususlar var, bunları nasıl açıklarsınız?

Tarih: 21.12.2013 - 03:10 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Allah, bizim kavrayamadığımız yönleri bulunan bir varlıktır. Varlık bile demek ona sınır belirleyebilir; o ne varlık ne de başka bir şey... Her şeyden münezzehtir. Bu nedenle Allah imtihanı yarattığında, insanlara sınırsız denebilecek seviye kader yönü çizmiştir; boyutlarını, insan zihninin alamayacağı kader yönleri... İnsan bu kader yönlerini tercih etmede cüzi iradeyi kullanır.

- Fakat Allah, insanı yaratıp neden böyle mevzularla alakadar etmiştir? Binlerce insan mutsuz, huzursuz; dünyaya gelmelerinden dolayı çokça şikayetçi. Bu kişiler her defasında: "Ben dünyaya gelmek istemezdim." deyip duruyor. Sonsuz merhamet sahibi Allah, bu insanlara neden bunları yaşatıyor?

- Madem yarattığını bu kadar seviyor; bunları, düşünce sistemimizde nereye koyacağız?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

- Varlık, var olan anlamındadır. Allah var olduğunu / varlığı zorunlu olduğunu ifade etmek anlamında vacibu'l vücud ifadesi kullanılmaktadır. 

- İçinde yaşadığımız şu kâinatın en açık gerçeklerinden biri, gerçeklerin nisbî ya da göreceli niteliğidir. Bu kâinat, ya siyah ya beyaz, ya güzel ya çirkin, ya iyi ya kötü, ya aydınlık ya karanlık gibi mutlak, kesin ve keskin ayrımların diyarı değildir. Bilakis, siyahın ve beyazın, güzelliğin ve çirkinliğin, iyinin ve kötünün, aydınlığın ve karanlığın dereceleri vardır. 

Kâinatın neden bu durumda yaratılmış olduğu sorusuna selim kalblerin ve müstakim akılların asırlar boyu veregeldiği ortak bir cevap vardır:

Çünkü, kâinatın yaratılış amacı böyle bir derecelilik içinde gerçekleşir. Bu kâinat, kendi güzelliğini, mutlak ve sınırsız isim ve sıfatlarını görmek ve göstermek isteyen bir Zât-ı Zülcelâl tarafından yaratılmıştır; ve onun bu sırrı gerçekleştirmek üzere yarattığı insan, bunu ancak bir "nisbîlikler", "derecelilikler" dünyasında gerçekleştirebilir. Zira insanın, bir yaratılmış olarak, yaratılmışlığının zorunlu sonucu olan sınırları vardır; bilgisi, algısı, bakışı, iradesi, gücü,.. sınırlıdır. Dolayısıyla, kendisini ve kâinatı yaratan Zât’ı mutlak ilmi, iradesi ve kudreti ile kuşatıp kavrayamaz. Hakikatı, mutlak ve sınırsız bir biçimde karşısına çıktığında, tanıyıp tanımlayamaz. Bu durumda, hakikatı mutlak sûrette görmek yerine, göz kamaşmasıyla gelen bir körleşmeye maruz kalır, tıpkı güneş ışığına baktığımızda, görme kapasitemizin artmayıp, gözümüzün körleşmesi gibi... Bu sırdandır ki, kâinatı ve insanı yaratan Zât-ı Zülcelâl, âlemi "şiddet-i zuhurundan gizlenip azamet-i kibriyasından ihtifa ederek" yaratmış; yani, mutlak isim ve sıfatlarını "göreceli", "dereceli" bir sûrette tecelli ettirmiştir. 

Kâinatta zıtların varlığı, işte bundandır. Bu kâinatı yaratan, güzel-çirkin, iyi-kötü, fayda-zarar, mükemmel-noksan, aydınlık-karanlık,.. gibi zıtları birbirine karıştırarak müthiş bir çeşitlilik içinde kâinatı yaratmış; bize, bu nisbîlik üzerinden O’nun mutlak isim ve sıfatlarını tanıma imkânı sağlamıştır. 

İnsanın kâinatın içindeki mevcudları meselâ güzellik açısından çok güzel, güzel, fena sayılmaz, çirkin, çok çirkin gibi bir sınıflamaya tâbi tutabilmesi, bundan dolayıdır. Elbette, bir adım ileri gittiğinde ‘güzel’ görmediği şeylerde dahi, bir kıyas unsuru olarak güzel şeylerdeki güzelliğin farkedilmesini sağlama gibi güzel bir özellik görür insan. 

Hastalığı Allah'a kavuşma vesilesi olmuş insanlar olduğu gibi isyana sürüklenen insanlar da vardır. Zenginliğini doğru kullanıp cennete giden insanların yanında zenginliği onu cehenneme sürükleyen insanlar da bulunmaktadır.

Kainat içerisinde bu nisbi durumları kendisine bakan yönünü iyi değerlendirip istikamet yolunda ilerleyenler, dünyaya gönderilme amacı olan imtihanı kazanmış olur.

- Allah’ın ölçüsünde katma değer biçilen yer ahiret hayatıdır. Dünya ise, o hayata eleman yetiştiren bir merkezdir. Bu merkezde, Allah’ı gereği gibi tanıyanlarla onu tanımayanların test edildiği unsurlar var. Bu test, samimiyet testidir. 

Allah, kendi büyüklüğünü, kutsal isim ve sıfatlarının bilinmesi için, akıl yanında kitap ve elçiler göndermiştir. Kâinat kitabını ilahi bir mektup gibi hazırlayıp verdiği akıl ile insanlardan okumalarını istemiştir. Onun yegâne maksadı, kendi büyüklüğünü, ortaksız idareciliğini, şeriksiz tasarruflarını, noksansız işlerini, haksızlıktan uzak, merhamet dolu ahlakını göstermek istemiştir. Bunlara inanmayanların durumu bellidir; ancak “iman ettim” diyen kimselerin de bu konuda ne kadar samimi olduklarını ölçmek istemiştir. 

Bu sebeple, iyililer yanında kötülükler, zevkler yanında matemler, ferahlıklar yanında sıkıntıların birlikte kol gezdiği bir hayat sahnesini tanzim etmiştir.

Kendi sonsuz ilimle birlikte yürüyen şaşmaz hikmeti doğrultusunda, kullarını ayrı ayrı imtihanlara, farklı farklı testlere tabi tutmuştur. 

Bu dünyaya geliş gayemiz bu imtihanları kazanmaktır. Çünkü, bize bekleyen cennet ucuz olmadığı gibi, cehennem de lüzumsuz değildir. 

“Müminler sadece 'İman ettik' demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler? Biz elbette kendilerinden önce yaşamış olanları denedik. Allah elbette şimdiki müminleri de imtihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, samimiyetsiz olanları elbette bilecektir.” (Ankebut, 29/2-3)

mealindeki ayetlerde bu samimiyet testinin önemine işaret edilmiştir. Zira din imtihanı samimiyeti istediği gibi, cennet de samimi olanları beklemektedir. Eğer bu sıkıntılar olmazsa herkes, “iman ettim” deyip manen köşeyi döner. Fakat bütün sıfatlarıyla mukaddes ve münezzeh olan Allah, ciddi ve samimi olmayanları kabul etmez. 

Şayet kötülükler, sıkıntılar olmazsa, herkes keyfince yaşarsa, bu takdirde kimin samimi olup olmadığı nereden belli olacaktır..! Mealini vereceğimiz şu ayette bu gerçeğe vurgu yapılmıştır:

“Öyle insanlar vardır ki Allah’a, sırf bir hesaba binaen, (âdeta imanla küfrün arasında) bir yerde ibadet eder. Şayet umduğu faydayı elde ederse onunla huzur bulup sevinir, eğer bir sıkıntı ve imtihana maruz kalırsa yüzüstü dönüverir. Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte besbelli olan hüsran budur.” (Hac, 22/11)

- İmam Gazali; zulmü, bir başkasının mülkünde haksız yere tasarrufta bulunmak, şeklinde tarif ediyor. Demek kişinin kendi mülkünde tedbir ve tasarrufu zulüm kapsamına girmiyor. Her şey Allah’ın mülküdür, O da mülkünde dilediği gibi tedbir ve tasarruf eder. Öyle ise Allah’ın mülkünden olan insanın itiraz ve şikayete hakkı yoktur.

Diğer bir husus; yokluk ve hiçlik mahz-ı şerdir, yani tam bir çirkinlik ve karanlıktır. Varlık ise mahz-ı hayırdır, yani tam bir hayır ve güzelliktir. Öyle ise; Allah’tan yokluk ve hiçlik istemek mümkün değildir. Allah’ın bütün isim ve sıfatları, varlığı ve hayrı gerektirir. Öyle ise insanın "Ben neden yoklukta kalmadım da tam hayır olan varlık sahasına çıkartıldım?" demesi, safsata ve yüzeysel düşünmekten başka bir şey değildir.

Allah’ın, insanı yaratması değil, insanı imtihana tabi tutması sorumluluktur. Öyle ise "Neden insan olarak yaratıldım?" yerine, "Neden imtihana tabi tutuldum?" demek daha gerçekçi ve anlamlı bir soru olacaktır. Zira varlık ve insanlığın hiçbir kötü ve şer tarafı yoktur. Kötülük ve şer yaratılışta değil, insanın iradesini kötüye ve şerre kullanılmasındadır. Öyle ise, neden kötülük ve şerre müsaade edildi, demek yerine, neden ben kötülüğü ve şerri seçtim, diye kendimizi murakabe etmeliyiz.

İnsan bilmediği ve gücünün yetmediği şeyden mesul olmayacak, irade ve seçiminden dolayı sorumlu olacaktır. Demek ne kadar çok itiraz ve şikayet de etsek, düğüm insanın iradesinde çözülüyor. Çözümü insanda olan bir şeyi, Allah’a havale edip bundan sızlanıp şikayet etmek, pek de makul ve gerçekçi bir yaklaşım değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Allah'a karşı istemsiz kırgınlıklar için ne tavsiye edersiniz?

- Yaratılışımız bizim tercihimiz olmamasına rağmen imtihan olmamızın hikmeti nedir?

- Allah bu dünyadaki kötülüklere neden müsade ediyor?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun