Kuran-ı Kerim’de Ahiret İnancı Nasıl İşlenmektedir? (Kur'ân'da Ahiretin Yeri ve Önemi)

Kuran-ı Kerim’de Ahiret İnancı Nasıl İşlenmektedir? (Kur'ân'da Ahiretin Yeri ve Önemi)
Tarih: 16.04.2011 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Kur'ân-ı Kerim'in, bütün dünya dinlerinin ilahî veya gayr-ı ilahî kitaplarından farklı olan yönlerinin başında, âhiretle alakalı meselelere geniş yer vermesi gelir. Bu durumu değişik başlıklar altında ele alarak belirgin bir hale getirebiliriz:

Ahiret Konusunun Kur'ân'ın Asıl Maksatlarından Biri Oluşu:

Âhiret konusu bütün müfessirlerin ittifakıyle, Kur'an'ın asıl maksatlarından birisi olarak kabul edilmiştir.

Kur'an-Kerim'in asıl maksatları, esas mevzuları hakkında değişik tasnifler[1] bulunsa da, pek çok tasnifte, aynı zamanda Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in Mekke dönemindeki tebliğinin de temelini teşkil eden[2] şu üç maksat vardır: Tevhid, nübüvvet ve âhiret.

Gazalî, mühimmâtu'l-Kur'ân olarak isimlendirdiği Kur'ân'ın asıl maksatlarının, Allah'ı tanıma, âhireti tanıma, sırat-ı mustakimi tanıma olduğunu ifâde etmekte ve Kur'ân'daki diğer meselelerin ise, bunlara tabi olduğunu söylemektedir[3]

Razi, bu üç asl'ın Kur'an âyetlerinde birbirinden ayrılmadığını, birbirlerini takib ettiklerini, birinin zikrinden sonra diğer ikisinin, ikisinin zikrinden sonra diğerinin zikrolunduğunu söylüyor[4]. Yine Razi'nin ifâdesiyle Kur'an'ın bütününde maksûd gâye; tevhid, nübüvvet ve meâdı takrir etmektir.  Kıssalar ise, darb-ı mesel kabilinden bu asılları takrir etmek için zikrolunmuştur[5]. Razi, bu üç asl'a çoğu yerde dördüncü olarak, kaza ve kaderi de ilave etmiştir[6].

Nursî ise, bu üç asl'a adaleti ilave etmiş, bazen haşr yerine  haşr-ı cismânî,  adalet yerine de  ibadet ve adalet tabirlerini kullanmıştır. O'na göre, Kur'an-ı Kerim'de bu maksatlardan başka zikrolunan kâinat bahsi ise, istitradî olup, san'atın intizamıyla Sani-i zü'l-Celâl'e istidlal yolu gösterilmek maksadıyla zikrolunmuştur[7].

Dehlevî ise, Kur'an'ın ihtiva ettiği manaların şu beş ilmin haricine çıkmadığını söyler: Ahkam, cedel, Allah'ın nimet ve ihsanlarını hatırlatma, Allah'ın belli günlerini hatırlatma, ölüm ve ölüm ötesini hatırlatma ilimleri[8].

Muhammed el-Gazalî de, el-Mehâviru'l-Hamse li'l-Kur'âni'l-Kerîm (Kur'an-ı Kerim'in Beş Mihveri) adlı eserinde Kur'ân'ın, manalarının genişliğine ve sûrelerinin çokluğuna rağmen, beş mihver üzerinde dönüp durduğunu söylemenin mümkün olduğunu ifâde ediyor. Aynı zamanda kitabının bölümlerini de teşkil eden bu beş mihver şunlardır: Bir olan Allah, Hââlıkına delâlet eden kâinat, Kur'an kıssaları, Ba's ve mücazat, Terbiye ve teşri' bahisleri[9].

Abduh da, Kur'an'ın indirildiği maksatların şu beş esas olduğunu ifâde ediyor: Tevhîd, Va'd (cennetle) ve vaîd (cehennemle tehdîd), İbadet, Saadet yolunu beyan, Kıssalar[10].

Fazlurrahman'ın Major Themes of the Qur'ân (Ana Konularıyla Kur'ân) adlı eserinde de Allah, Ahiret, Peygamberlik konularının yanında insan, tabiat, şeytan ve kötülük konuları da ele alınıp anlatılmıştır[11].

Yukarda zikrettiğimiz bütün bu tasniflerde, ortak olan noktalardan birinin âhiret mevzusu olduğu görülüyor. Bu mevzu, sadece Kur'ân'ın bütününde değil, hemen her sûresinde ele alınıp, icmalî veya tafsilî olarak işlenmiştir. Nitekim, Şehate'nin Ehdâfu Külli Sûretin ve makâsıduhâ (Kur'an-ı Kerim'deki Bütün Sûrelerin Hedef ve Maksatları) adlı eserine bakıldığında, bu durum açıkça görülecektir. Bu eserde Kur'ân'ın her sûresinde, o surenin âyetlerine sirâyet etmiş ve o sûrenin mebadî (prensipler), ahkâm, tevcihât ve üslubuna hakim olan bir rûh'un varlığından bahsediliyor[12] ki, bu rûh, Kur'ân'ın aslî maksatlarından olan tevhid, nübüvvet, haşir ve ibadettir. Bu maksatları bütün sûrelerde sarih veya işarî bir tarzda bulmak zor değildir.

Bazı müfessirler, bilhassa Fatiha sûresinde bu maksatların toplandığını söylemişlerdir[13].            

Kur'ân'da Ahiretin Yeri ve Önemi:

Kur'ân-ı Kerimde âhiretin yeri ve önemini gösteren durumları şöyle sıralayabiliriz:

a. Âhiretle alakalı âyetler sayıca çoktur:

Kur'ân-ı Kerim'de âhiretle, dolaylı olarak ilgisi olan âyetler bir tarafa, sadece direkt alakası olan âyetlerin sayısı bin dokuzyüz  civarında olup, hemen hemen Kur'an'ın üçte biri dolayındadır.[14]

b. Âhiret hayatının çeşitli safhalarına geniş bir şekilde yer verilmiştir:

Kur'ân-ı Kerim'de âhiret mevzusu bütün teferruatıyla anlatılmıştır. İnsanın ölüm hengâmında melekler tarafından rûhunun kabzedilmesi, kıyamet alametleri, kıyametin vukuu esnasında kainat çapında meydana gelen dehşetli hadiseler, sûra üfürülmesi, insanların yeniden diriltilerek kabirlerinden çıkarılmaları, mahşer yerine sevkolunmaları, hesaba çekilmeleri, bu esnasındaki karşılıklı konuşmalar, amel sahifelerinin dağıtılması, insanların gruplara ayrılarak cennet ve cehenneme sevkolunmaları, cennet nimetleri ve cehennem azabının tafsilatlı olarak anlatılması, cennet ve cehennemdekilere melekler tarafından yapılan hitaplar, cennetliklerle cehennemlikler arasında cereyan eden karşılıklı konuşmalar, cennet ve cehennem hayatının ebedî oluşları gibi meseleler, Kur'an'da geniş bir şekilde anlatılan âhiretle alakalı meselelerdendir.

c. Bazı sûreler kıyamet günü manasına gelen tabirlerle veya o günde vuku bulan hadiselerle  isimlendirilmiştir:

Kıyame, Hakka, Karia, Ğaşiye, İnfitar, İnşikak, Tekvîr gibi.

d. Pek çok âyette Allah'a imânla âhirete imânı birlikte zikredilmiştir[15]:

Meselâ, "Allah'a ve âhiret gününe imân edip salih amel işleyenlerin mükafatı Rableri katındadır..." (Bakara, 62), "Fakat birr, Allah'a ve âhiret gününe imân etmek.... tir." (Bakara, 177), "Eğer, Allah'a ve âhiret gününe imân ediyorsanız..." (Nisâ, 59; Nûr, 2) gibi pek çok âyette Allah'a ve âhiret gününe imân birlikte zikrolunmuştur[16]. Bu durum âhirete imânın Allah'a imândan hemen sonra geldiğini gösterdiği gibi, âhirete imân olmadan Allah'a imân'ın da fayda vermeyeceğini ve gerçek bir imân olmayacağını göstermektedir.

e. Cenab-ı Hakk öldükten sonra dirilme ve va'd ettiği uhrevî şeyler hakkında yemin etmiştir:

Cenab-ı Hakk'ın âhiretle alakalı yeminleri üç nev'dir:

1. Çeşitli varlıklarla âhiretle alakalı meselelere yemin etmesidir. Bu durumda, varlıklar kendisiyle yemîn edilen (muksemun bih), âhiretle alakalı meseleler ise hakkında yemîn edilen şey (muksemun aleyh) durumundadır. Şu âyetlerde olduğu gibi: "Tozdurup savuranlara, yük yüklenenlere, kolayca süzülüp yüzenlere, işi taksim edenlere yemin olsun ki, size va'dolunan kesinlikle doğrudur ve mücâzat mutlaka vuku bulacaktır" (Zâriyât, 1-6), "Tûr'a, yayılmış ince deri üzerine satır satır yazılmış Kitab'a, Beyt-i Ma'mûr'a, yükseltilmiş tavana, dolu denize yemin olsun ki, Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır. O'na engel olacak hiç bir şey yoktur (Tûr, 1- 7 ), "Yemin olsun, birbirinin peşi sıra gönderilenlere, şiddetle esip savuranlara... size va'dolunan mutlaka vaki olacaktır!.." (Murselât, 1-7).

2. Cenab-ı Hakk'ın âhiretin vukuuna dâir bizzat kendi adına yemin etmesidir. Şu âyette durum böyledir: "Sema ve arzın Rabbine yemin olsun ki, o[17] sizin konuşmanız gibi gerçektir" (Zâriyât, 23). Bu âyette Allah Taâla, haber verdiği şeylerin muhakkak vuku bulacağını, insanoğlunun konuşmasının ve varlığının katiyyetine benzetmiştir. Herkes bilir ki, insan kat'i ve zarûri olarak, konuşan bir varlıktır. Bu hususta delil getirmeye ihtiyaç yoktur. Konuştuğuna dâir aklından herhangi bir şüphe de geçmez. İşte bunun gibi, Cenab-ı Hakk'ın tevhid, nübüvvet, meâd, isim ve sıfatlarına dâir haber verdiği şeyler de haktır, insanların konuşmalarının kat'iyyeti gibidir[18]. Kur'an-ı Kerimde kat'iyyet bildirmek için kullanılmış olan böyle bir üslûb, insanların "bu güneş gibi bir gerçektir" demeleri kabilindendir. Bir şair de bu hususta şöyle demiştir: "Gündüzün varlığına da delil istenirse, o zaman zihinlerdeki hiç bir şey sahih olmaz, her şeye, apaçık gerçeklere dahi, şüpheyle bakılıp delil aranır duruma gelinir"[19].

3. Bazen de Cenab-ı Hak, bizzat Kıyamet'in kendisine yemin etmiştir. Bu durumda, kendisiyle yemîn edilen ve hakkında yemîn edilen, aynı şeydir. Yani kıyamettir. Meselâ, "Va'dolunan güne yemin olsun ki..." (Burûc, 2) âyeti böyledir. Aynı tarzdaki yemin, Kur'an'ın kendisi hakkında da varid olmuştur. Bu hususta bir diğer misâl ise, lâ uksimu bi-yevmi'l-kıyâme (Kıyame,1) âyetidir. Burada mana, "kıyamet kesin olacak bir şeydir, yemine bile hacet yoktur" şeklindedir. Bu güne yemin ise, vukuunu tekid, şanını yüceltmek ve nazarları o güne çevirmek içindir[20].

Şu üç âyette ise, peygamber Efendimiz âhiret ve mücazat hakkında yemin etmekle emrolunmuştur: "Sana o[21] gerçek midir? diye soruyorlar. De ki, Rabbime yemin olsun ki, evet! o gerçektir..."(Yunus, 53), "İnkârcılar, kıyamet bize gelmeyecek dediler. De ki hayır! gaybı bilen Rabbimin hakkı için o mutlaka size gelecektir"(Sebe, 3),  "İnkârcılar asla diriltilmeyeceklerini iddiâ ettiler. Deki, hayır! Rabbime yemîn olsun ki muhakkak diriltileceksiniz.." (Teğabun,7)

 f. Kur'ân-ı Kerîm'de âhiretle alakalı mevzular sadece naklî olarak ele alınmamış, öldükten sonra yeniden dirilişin aklen mümkün olduğu ve vukuunu gerektiren sebep ve deliller üzerinde de durulmuştur.

Pek çok âyette âhireti, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin şüphe ve iddiâlarına cevaplar verilmiş, insanları âhireti inkâr etmeye götüren sebepler üzerinde durulmuştur. Bu durum gösteriyor ki, Kur'ân sadece bir nakil kitabı değildir. O, aynı zamanda bir istidlal kitabıdır. Kur'ân'a Hakîm sıfatının verilmesi de bu gerçekten kaynaklanmaktadır. 

Kıyamet, Diriliş ve Ahiret Günüyle İlgili Tabirler:

Kur'ân-ı Kerim'de kıyamet, diriliş, âhiret ve âhiret hayatıyla ilgili olarak pek çok tabir kullanılmıştır. Bu tabirleri üç grup halinde şöyle sıralayabiliriz:

a. Kıyamet'in kopması, kainatın tahribiyle alakalı tabirler:

Kâinattaki nizamın bozularak bu dünya hayatının son bulmasını ifâde için kullanılan kıyametin kopması tabiri, Kur'ân-ı Kerim'de değişik şekilde fâde edilmiştir. Bunlardan en sık rastlananı es-sâa (saat) tabiridir. Bu kelime lügatte az bir vakti ifâde etmek için kullanılır[22]. Akılları hayret ve dehşete düşüren kıyamet gününde olup bitenleri saat gibi dar bir zamana sıkıştırmak Kur'ân'ın i'câzına has, güzel bir ifâdedir[23]. Kıyamet'in es-sâa olarak isimlendirilmesi, "kıyametin mesafeleri değil de, zamanları ve nefesleri kat ederek bize doğru koşmasındandır. Buna göre, kim ölürse onun saati ona ulaşmış ve saat-i kübrâya kadar kıyameti kopmuş demektir. Saat-i kübra (büyük kıyamet) insanların ömrüne nispetle senenin günlere nispeti gibidir"[24].

Kıyamet'in kopmasını ifâde eden el-Hâkka tabiri ise, vukuu muhakkak, gelmesi kesin ve şüphesiz olan şey demektir[25].

el-Kâria tabiriyle isimlendirilmesi ise, insanları korku ve dehşete düşürdüğü, o günde semanın yarılıp parçalandığı, arz ve dağların savrulup dağıtıldığı, yıldızların ışığının sönüp etrafa saçıldığı içindir[26].

el-Azife, es-Sâhha, el-Ğâşiye, et-Tâmme de kıyamet için kullanılmış tabirlerdendir. Azife, yakın manasına gelir. Kıyamet gününe bu ismin verilmesi hakkında çeşitli izahlar yapılmışsa da, en meşhur görüş, kıyamet günü, dünyanın ömrüne nispetle yakın olduğu için bu  ismin verildiğidir[27].        Sâhha, ise korku ve dehşet vermesinden dolayı kulak verilen, dinlenilen şey demektir[28]. Ğâşiye denmesi ise, Kıyametin korkusunun insanları bürüdüğünden veya cehennem ateşinin kâfirleri kapladığından dolayıdır. Tâmme de örtme manasındadır[29].

Dikkat edilirse bu tabirlerin hepsinde kulakları tırmalayan, gürültülü, insanın kulağında zonklayan şiddetli bir ses vardır. Bu durum Kur'ân'ın mucizevî özelliklerinden olan mana-lafız uyumundan kaynaklanmaktadır. Bu kelimeler hem harf, hem vezinleri itibariyle öyle seçilmişlerdir ki, âdeta kıyametin dehşet ve korkusunu kulaklara taşırlar.

b. Ölülerin diriltilerek kabirlerinden çıkarılmaları ve mahşer yerine sevk edilip toplanmalarıyla alakalı tabirler:

Kur'ân'ı Kerim'de insanların diriltilmeleri  ba's, ihya, iade, teba'sür, haşr, neşr, neş'e-i uhra gibi çeşitli tabirlerle ifâde edilmiştir.

Ba's lügatte bir şeyi mahallinden depretmek, hareket ettirip ayırmak manasına gelir. Kıyamet gününe yevmu'l-ba's denmesi de, o günde insanların kabirlerinden kaldırılarak hesap yerine götürüldükleri içindir[30]. Ba's'in asıl manasının irsâl (gönderme) olduğu[31], ba's ve irsâlin manaca biribirine yakın olduğu, baestu rasûlen (elçi gönderdim) dendiği gibi, erseltu rasûlen de denildiği[32] ifâde edilmiştir. Bu kelime Kur'an'da daha çok, ölülerin diriltilmesi ve peygamber göndermek manasında kullanılmışsa da[33], çeşitli âyetlerde, ilham, uykudan uyandırma, taslît, nasbetmek manalarında da kullanılmıştır[34].

Ve ize'l-kubûru bu'sirat âyetinde geçen ba'sere ise, dağıtmak, çevirmek, alt üst etmek manalarındadır[35]. Bu kelimenin, ba's ve isâre'den mürekkep olduğu da söylenmiştir. Rağıb da, bu görüşü uzak görmemekte, ba'sere'nin bu kelimelerin   manalarını içerdiğini söylemektedir[36].

Ba's ile nuşûr arasında ise, şöyle bir fark vardır: ba'su'l-halk, insanları  kabirlerinden mevkıf yerine götürmek için çıkarmak manasındadır, men beasenâ min markadinâ "... bizi kabrimizden kim kaldırdı?" (Yâ-sîn, 52) âyetinde olduğu gibi. Nuşûr ise, ba's edilenlerin ve amellerinin zuhûru, gösterilmesidir. Neşertu ismek  (ismini izhâr ettim, yaydım) ve neşertu fazilete fulân (fulanın faziletini izhâr ettim, anlattım) ifâdelerinde bu mana vardır[37].

İâde ise, döndürmek manasındadır. Meâd, dönüş yeri, merci, âhiret demektir[38].

Neş'e-i uhrâ ise, Kur'an'da neş'e-i ûlâ'ya (ilk yaratılış) mukabil olarak kullanılmıştır. Böylece dirilişin imkânına dâir bir delil olarak takdim edilmiştir. Zira, bir şeyi bidâyeten yaratan tekrar yaratmaya da kadirdir.

İhyâ da, Kur'ân'da, öldükten sonra tekrar diriltmeyi ifâdede çokça kullanılan tabirlerdendir. İlk yaratmada canlılara rûh nefhedilmesi manasında kullanıldığı gibi, ölüleri diriltme manasında da kullanılmıştır. "Siz ölü varlıklar halinde iken, size hayat verdik" (Bakara, 28) âyetindeki ihyâ, ilk yaratmada canlıya rûh nefhedilmesi,   "...Bunları yapan ölüleri diriltmeye de kâdir değil midir?!" (Kıyame, 40) âyetinde ise, ölülerin tekrar diriltilmesi manasındadır. Bunlardan başka, ihyâ tabiri Kur'ân'da hidâyet, ibkâ (hayatta bırakmak), yeryüzünü bitkilerle canlandırmak manalarında da kullanılmıştır[39].

Yeniden diriltilenlerin mahşer yerine sevkolunmalarını ifâde eden tabirlerden neşr aslında bir şeyi yayıp, her tarafından uzatmak manasındadır. Zıddı tayy (dürmek) dır. Kur'ân-ı Kerîm'de, ba's ve  ihyâ mânasında kullanıldığı gibi, dağılma ve yayılma manalarında da kullanılmıştır[40].

Haşr ise cem etmek, toplamak manasındadır. Aslında, bir topluluğu bulundukları yerden harp ve benzeri bir maksattan dolayı çıkarmak demektir. Sadece topluluk için kullanılır[41].

Cem ile haşr arasındaki farka gelince, haşr sevkederek cem etmek manasındadır. Yevmu'l-haşr da bu manayı ifâde etmektedir. Çünkü mahlukât o günde toplanır ve mevkıfa sevkolunur. Haşr ancak hoşlanılmayan şeyler için olur sözü doğru değildir. Çünkü Allah Taalâ bir âyette şöyle buyuruyor: "O günde muttakileri Rahman'ın huzurunda elçilerin kabulü gibi toplarız (haşrederiz)" (Meryem, 85). Görüldüğü gibi burada hoş bir şey için toplanma bahis mevzuudur[42].           

c. Âhiret günü manasında kullanılan tabirler:

Kur'ân-ı Kerim'de âhiret günü çok kere,  el-yevm (bu gün), el-âhire (âhiret) ve bu ikisiyle beraber, yani, el-yevmu'l-âhir (son gün) tabirleriyle ifâde edilir.

Teehhür (geri kalma, sonraya kalma) den türemiş olan olan âhiret[43], kendisinden önce bir sâbıkın bulunduğuna, kendisini sebkat eden bir ilk'in olduğuna delâlet eder ki, o da dünyadır[44]. Dünya hayatı âhiretten önce geldiği için, ona nispetle âhiret bu ismi almıştır. Yani, dünya ve âhiret birbirlerine izafe ile bu isimlerle adlandırılmıştır. Karı-koca, baba-oğul, sağ-sol mefhûmları nasıl birbirlerine izafe ile bu isimleri almışlarsa, dünya ve âhiret mefhumları için de durum böyledir. Dolayısıyla dünya denilince âhiret, âhiret denilince dünya akla gelir. Kur'an'ın bu tabirleri kullanmasında bu çağrışım devamlı olarak göz önünde tutulmuştur[45].

Âhirete bu ismin verilmesi, mahlukattan teehhür ettiği içindir, yani diğer mahlukata nispetle daha sonra yaratıldığı içindir[46] de denilmiştir ki, bu izah tarzı da yukardakilere yakındır.

Yevmu'l-âhire veya ed-dâru'l-âhire yerine, el-âhire tabirinin kullanılması ise, sıfat-ı gâlibe olarak değerlendirilmiştir[47].

el-Yevmu'l-âhir tabiri umumî bir isim olup, bu tabirle çeşitli uhrevî durumlar kastolunur. Kıyametin kopması, bu âlemin fenâ bulması, ölülerin tekrar diriltilmesi, haşr, neşr, hesap, amel sayfalarının dağıtılması, mizan, sırat, havz, şefaat, cennet ve cehennem hayatı bu mefhumun şumulü içindedir[48].

"Âhiret yurdu var ya, işte gerçekte odur canlı olan" (Ankebût, 64) âyetinde, âhiret için el-hayevân (canlı, çok canlı) tabirinin kullanılması, âhiret âleminin zevalsiz, kesintisiz, ölümsüz, ebedî bir hayat olmasındandır[49]. Bu ifâdeye göre sanki âhiret yurdu bizzat hayatın tâ kendisidir[50]. Bu mana, âyette, hayy (canlı) tabiri yerine, daha fazla bir manaya, çokluğa delâlet eden el-hayevân tabirinin kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Cenab-ı Hak bu ifâdeyle asıl muteber olan hayatın âhiret hayatı olduğuna dikkat çekmiştir[51]. Bu âyette, âhiret hayatının hem rûh hem de bedenle  yaşanacak tam bir canlı hayat olduğuna da işâret edilmiştir diyebiliriz.

Razî bu tabirin izahında şöyle diyor: "Güzel ameller işleyenlere güzel bir karşılık ve ziyadesi vardır" (Yûnûs, 26) âyetiyle âhirette ziyade ve artma olduğu, "o günde gizliler ortaya dökülür" âyetiyle de âhiretin, tam ve hakiki bir idrak mahalli olduğu ifâde edilince, âhirete büyüyüp gelişen müdrik varlıkların ismi yani, el-hayevân ismi verilmiştir[52]. Bu yüzdendir ki, âhiretin taşı toprağı canlıdır söz anlar ve dinler denilmiştir...       

Bunun yanında o günde vuku bulan hadiselere delâlet eden bazı isim, fiil ve cümleler yevm (gün) kelimesine izafe edilerek, âhiret gününü ifâde eden pek çok isim türetilmiştir. Yevm tabirine bir isim izafe etmekle teşekkül eden ismleri ve isimlendirilme sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:

Yevmu'l-ba's, İnsanlar o günde yeni bir bedenî  hayatla diriltildiği için,

Yevmu'l-huruc, İnsanlar kabirlerinden kalkıp öteki âleme çıktıkları için,

Yevmu'l-kıyame, İnsanlar Allah'a hesap vermek üzere kıyam ettikleri için,

Yevmu'd-dîn, Amellere göre mücazat görüleceği için,

Yevmu'l-fasl ve yevmu'l-Feth, İnsanlar arasında adaletle hüküm verilerek gruplara ayrılacakları için,

Yevmu't-Teğâbun, O günde mazlum zalime, cennetlikler cehennemliklere üstün geldiği veya o gün insanlara gizli kaldığı için,

Yevmu'l-haşr ve yevmu'l-cem, Mahlukat o günde mevkıfta toplanacağı  için,

Yevmu'l-hîsâb, İnsanlar amellere göre hesaba çekildikleri için,

Yevmu'l-vaîd, Allah'ın kâfirlere olan vaîdi tahakkuk edeceği için,

Yevmu'l-hasre, Kâfir ve isyankârlar o gün, yaptıklarına pişman oldukları için,

Yevmu'l-hulûd, Oradaki hayat ebedî olduğu için.

Yevmu'l-Azife, An be ân o güne yaklaşıldığı için,

Yevmu't-Telâk, Buluşma ve karşılaşma günü olduğu için,

Yevmu'l-Vakti'l-Ma'lûm, Allah katında belli olan vaktin günü olduğu için,

Yevmu'l-Vaîd, Kendisiyle korkutulan, va'dedilmiş gün olduğu için.

Ayrıca, yevm kelimesine bir sıfat eklenerek yapılmış isimlendirmeler vardır. Bunları da şöyle sıralayabiliriz: Yevmun asîr (çetin gün), yevmun elîm (acı gün), yevmun azîm, yevmun kebîr (büyük gün), yevmun ma'lûm (bilinen gün), yevmun mecmûun lehu'n-nâs (insanların bir araya toplandığı gün), yevmun meşhûd ( herkesin şâhid olduğu, gördüğü gün), yevmun muhît (kuşatan gün), yevmun sakîl (ağır gün).

Bir de, âhiret hayatının maddî yönlerine, mekânı haiz olduğuna delâlet eden ed-dâr tabirinin zarf-ı mekân yapılarak zikrolunduğu isimler vardır. Meselâ, dâru'l-âhire (âhiret yurdu),  dâru'l-karâr (devamlı kalınacak, karar kılınacak yer, vatan), dâru'l-huld  (sonsuzluk diyarı) böyledir[53].


[1]. Fatiha ve En'am Sureleri Tefsiri, 1989, s. 7.

[2]. Ebu'l-Ala Mevdudî, Tefhimu'l-Kur'an, 2. bsk., İnsan yay. İstanbul, 1991,  VII, 7.

[3]. Bkz. Ebu Hâmid Gazalî, Cevâhiru'l-Kur'ân, thk., M. el-Kabbâbî, 2. bsk., 1986, s. 78.

[4]. Razi, XXV, 41.

[5]. Razî, XXVIII, 30.

[6]. Bkz. Razî, XX, 179 ; XXVI, 109.

[7]. Bkz. Saîd Nursî. İşaratu'l-İ'caz fî Mezânni'l-İcâz, thk., İhsân Kâsım es-Sâlihî, Sözler Neşriyat, İstanbul, 1990, s. 29; es-Saykalu'l-İslamî, Matbaatu'n-Nûr, Ankara,1958,  s. 9.

[8]. Veliyyullah Ahmed b. Abdurrahîm ed-Dehlevî, el-Fevzu'l-Kebîr fî Usûli't-Tefsîr, Farsça'dan çev., Selmân el-Huseynî en-Nedvî, Daru'l-Beşâiri'l-İslâmiyye, Beyrut, 1987, 2. bsk., s.19.

[9]. Gazalî,  Muhammed, el-Mehaviru'l-Hamse li'l-Kur'âni'l-Kerîm, s. 20.

[10]. Muhammed Abduh. Durusun mine'l-Kur'ân, Daru İhyâi'l-Ulum, Beyrut, 1987, 4. bsk. s. 26-27.

[11]. Bkz. Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur'an, Fecir Yayınevi, Ankara, 1987

Ancak, Fazlurrahman'ın "Kur'ân'ın ana hedefi Allah değil insan ve insanın davranışlarıdır"  (a.g.e., s. 44) görüşüne katılmak mümkün değil. Çünkü Kur'ân'ın en önemli gayesi Allah'ı tanıtmak, tevhîdi anlatmaktır. İnsan ise, Kur'ân'a muhatap olan kimsedir. Önemi buradadır.

[12]. Bkz.Abdullah Mahmûd Şehate, Ehdafu Külli Suretin ve Makasiduha fi'l-Kur'ân'il-Kerîm, el-Hey'etu'l-Mısriyyetu'l-Amme, Kahire, 1980, 2. bsk., I, 6-7.

[13]. Meselâ Razî, Fatiha sûresinin tefsirinde şöyle diyor: el-Hamdu lillah, Sani-i Muhtar'ın varlığına delâlet eder, Rabbi'l-âlemîn, vahdaniyyete delâlet eder, er-Rahmâni'r-Rahîm,  Allah'ın dünya ve âhiretteki rahmetine delâlet eder, Mâliki yevmi'd-dîn, âhiret yurdunu yaratması sebebiyle, kemal-i hikmet ve rahmetine delâlet eder. Buraya kadar Rububiyyetin marifetine dâir ihtiyaç duyulan şeyler tamamlanmış oluyor. İyyâke na'budu'dan surenin sonuna kadar ise, ubudiyyetin takririne dâir bilinmesi gereken şeylere işarettir" (Razî, I, 216). M. Abduh da, el-Hamdu lillahi Rabbi'l-âlemîn'de tevhid,  er-Rahmâni'r-Rahîm'de va'd, Mâliki yevmi'd-dîn'de hem va'd, hem vaîd, İyyâke na'budu'de ibadet, sırâtallezîne en'amte aleyhim'de haber ve kıssalar olduğunu, böylece bu sûrenin Kur'an'ın asıl maksatlarını topladığını ifâde ediyor  (Abduh, Durusun mine'l-Kur'ân, s. 27-28). Nursî ise, Kur'ân'ın her bir büyük parçasının, müteselsilen, küçük parçaları içinde dercedildiğini bu yüzden, Kur'ân'ın her bir kelamında bu maksatlara telmihde, hatta her bir kelimede remizde bulunulduğunu ifâdeyle, misâl olarak bismillâh ve el-hamdu lillâh'da, bu maksadların bulunduğunu şöyle izah etmiştir: "Bismillâh kullara ta'lim için inzal olununca, kul (söyle!) tabiri mukadder olarak vardır ve bu tabir Kur'ânî kavillerin takdirinde ümm (asıl) mesâbesindedir. Buna göre kul!'de rîsâlete bir işaret vardır. Bismillah'da ise, uluhiyete bir remiz vardır. Bâ'nın takdiminde ise, tevhîde telvih vardır. er-Rahmân'da adalet ve ihsan nizamına telmih, er-Rahîm'de ise, haşre imâ vardır. Bunun gibi, el-hamdu lillâh'da uluhiyyete işaret vardır. Lam-ı ihtîsâs'ta tevhide remiz vardır. Rabbi'l-âlemîn'de adalet ve nübüvvete imâ vardır. Zira, beşerin terbiyesi peygamberler vasıtasıyla olur. Mâliki yevmi'd-dîn'de ise, haşre tasrih vardır (Nursî, a.g.e, s. 30-31).

[14]. Bkz. Fâvî, s. 14.

[15]. bkz. M. Fuâd Abdulbakî, el-Mu'cemu'l-Müfehres li-elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerîm, el-Mektebetu'l-İslâmiyye, İstanbul, 1982, s. 21; keza bkz. Mevlüt Güngör, Kur'ân Penceresinden İmân, Amel, Hayat, Ahiret ve Kâinâta Bakış, Kur'ân Kitaplığı, İstanbul, 1995, s. 83

[16]. Başka âyetler için bkz. Bakara, 228, 232, 264; Al-i İmrân, 106; Nisâ, 38, 39, 162; Tevbe, 18, 29, 44, 45, 99; Ahzâb, 21; Mücâdele, 18; Mümtehine, 6.

[17]. Bu âyetteki innehu (o) zamiriyle kastedilenin, peygamberimizin tebliğ ettiği din, bu sûrede zikri geçen meseleler ve bir önceki âyette geçen insanlara va'd edilmiş şeyler olabileceği ifâde edilmiştir (Maverdî, V, 368; İbnu'l-Cevzî, VII, 28) Ahiret konusu da bunlardan biridir.

[18].  Ebu Abdillâh Muhammed İbn Kayymi'l-Cevziyye. et-Tibyan fi Aksami'l-Kur'an, thk., M. Şerîf Sukker, Daru İhyâi'l-Ulûm, 1988,  s. 539.

[19]. Ve leyse yasihhu fi'l-ezhâni şey'un

         İza'htâce'n-nehâru ilâ delîlin          (İbn Kayyım, et-Tibyân, s. 539.

[20]. İbn Kayyım, et-Tibyan, s.120, 170.

[21]. Bu âyetteki hüve (o) zamirinin mercii ba's veya âhiret azabıdır (bkz. Maverdî, II, 438).

[22]. Ebu'l-Kâsım el-Huseyn b. Muhammed er-Rağıb el-İsfehanî. el-Mufredât fî Ğarîbi'l-Kur'ân, thk. Muhammed Seyyid Keylanî, Daru'l-Ma'rife, Beyrut, tsz. s. 248.

[23]. Muhammed es-Sadık İbrahim Urcun. el- Kur'ânu'l-Azîm Hidayetuhu ve İ'cazuh, 2. bsk., Daru'l-Kalem, Dımeşk, 1989, s. 287 .

[24].  Muhammed b. Ali el-Hâtemî b. Arabî.  el-Futuhatu'l-Mekkiyye, Daru Sâdır, Beyrut, tsz. II, 82.

[25]. Ebu'l-Berekât Abdullah b. Ahmed en-Nesefî, Tefsîru'n-Nesefî (Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl), Daru'l-Fikr, tsz. IV, 285.

[26]. Razî, XXX, 90.

[27]. Bkz. Razî, XXVII, 44.

[28]. Maverdî, VI, 209.

[29]. Maverdî, VI, 199, 257.

[30]. Taberî, I, 330.

[31]. Maverdî, I, 123.

[32]. Cemâluddin Muhammed İbn Manzûr, Lisânu'l-Arap, Daru Sâdır, Beyrut, 1968, II, 116;  İbnu'l-Cevzî, Nüzhetu'l-A'yuni'n-Nevâzır fî İlmi'l-Vucûhi ve'n-Nezâir, thk. M. Abdulkerîm Kâzım er-Radî, Müessesetü'r-Risale, Beyrut, 1987, 3. bsk., s. 204.

[33]. Ali Ekber Kuraşî, Kamus-i Kur'ân, Daru'l-Kütübi'l-İslâmiyye, Tahran, 1367, 5. bsk.,  I, 202.

[34]. Misaller için bkz. İbnu'l-Cevzî, Nüzhetu'l-A'yun, s. 204-205.

[35]. İbn Manzûr, IV, 72.

[36]. Bkz. Râğıb, el-Müfredât, s. 53

[37]. Ebu Hilâl el-Askerî. el-Furuk fi'l-Luğa, 4. bsk., Daru'l-Afaki'l-Cedîde, Beyrut, 1980, s. 284.

[38]. İbn Manzûr, III, 317.

[39]. İbnu'l-Cevzî, Nuzhetu'l-A'yun, s. 254.

[40]. Bkz. Enbiyâ, 21, Zuhruf, 11; İbnu'l-Cevzî, A.g.e, s. 584-585.

[41]. Rağıb, el-Mufredât, s. 119; İbn Manzûr, IV, 190.

[42]. Askerî, 136.   Bu kelimelerin ıstılahî manaları ise, diriliş hakkındaki farklı telakkilere göre farklılık arzetmektedir. Yani, her grup, bu kelimeleri, kendi diriliş anlayışına göre kullanmıştır. Bu grupları şöyle özetleyebiliriz: Dirilişin yokluktan sonra veya dağılan cüzlerin toplanmasıyla sadece cismanî olarak gerçekleşeceğini söyleyenler, Hem cismanî hem de ruhânî olacağını söyleyenler, sadece ruhanî olacağını söyleyenler. Son görüş, İslâm filozoflarına diğerleri ise kelamcılara aittir.

[43]. Kurtubî, I, 127.

[44]. Bkz. Taberî, I, 138;  Maverdî, I, 70; Ebu'l-Fidâ İsmail b. Kesîr. Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, Daru'l-Ma'rife, Beyrut, 1992,  I, 46;  İbnu'l-Cevzî, Nüzhetu'l-A'yun, 149.

[45]. Bkz. İzutsu, 78.

[46]. Bkz. Taberî, I, 138; Maverdî, I, 71.

[47]. Bkz. Taberî, I, 138.

[48]. Muhammed Abdullah eş-Şarkavî, el-İmân, Mektebetu'z-Zehrâ, Kahire, 1989,  s. 291.

[49]. Taberî, X, 159; Maverdî, IV, 293; İbn Kesîr, III, 431.

[50]. Zemahşerî, III, 211.

[51]. Zemahşerî, III, 212; Razî, XXV, 81.

[52]. Razî, XXV, 81.

[53].  Abdulbâkî, s. 775-780; Abdurrahman Habenneka el-Meydanî,  el-Akîdetu'l-İslâmiyye, 6. bsk. Daru'l-Kalem, Dımeşk, 1992, s. 538-539; Güngör, s. 83-90

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun